Uygar Şirin’i daha önce de tanıyordum ama onu takip etmeye ve sevmeye başlayışımın nedeni Shyamalan’ın filmi Unbreakable olmuştur. Bu filmi o kadar beğenmiş, filmden o kadar etkilenmiştim ki, birilerinin benimle aynı fikirde olduğunu duymam gerekiyordu. Tam da Shyamalan’ın inandığı şekilde, ‘tesadüf’ eseri elime Sinema Dergisi geçti o ara ve Uygar Şirin’in film hakkında yazdığı eleştiriyi büyük bir iştahla okudum. Fikirlerime aynen katılması, filmi ‘doğru’ okuması ve küçümsememesi beni benden almıştı. Sırf bu yüzden o dönem Şirin’i takip etmeye ve dergiyi almaya karar verdim. Bugün her ay alınan derginin öğrettiği muazzam bilgiler sayesinde sinemaya olan ilgimin ‘ilgi’ seviyesinden ‘manyaklığa’ varma nedeni de bir açıdan Uygar Şirin’dir.
Sinema denilen bu inanılmaz dünyaya girdikçe, filmler izleyip bir sürü şey okumaya başladıkça, sinema eleştirilerinin ne kadar önemli olduğunu da anladım. Her bir filmden sonra çılgınlar gibi “acaba eleştirmenler ne düşünüyor?” diye merak eder ve dergilerin içinde o filmin eleştirisini bulmak için adeta çırpınırdım (o zamanlar –en azından benim için- internet diye bir şey yoktu). Ayrıntılı okumalarım, derin araştırmalarım sonucunda bir gün en sevdiğim eleştirmenin Uygar Şirin olduğunu kendi kendime kabul ettim. İşin ilginci bugün bu ülkenin sinema eleştirmenlerinin şaşılası şekilde acayip kaliteli ve donanımlı olduğunu görüyorum. Diğer eleştirmenlere olan sevgim ve saygım azalmak şöyle dursun her geçen gün arttı ama Uygar Şirin’i bizzat sevmemin en büyük nedeni çok basitti: adamın sevdiği filmlerle benim sevdiğim filmler abartı seviyesinde uyuşuyordu. Bu öylesine sabit bir şekilde süreklilik arz etti ki, ben içten içe Şirin’in ‘sinema ruh ikizim’ olduğuna inandım artık...
Örneğin tüm zamanların en iyi filmleri arasına giriveren Lynch’in ‘Mulholland Drive’ını hiç de öyle ahım şahım sevmediğini görünce zevkten dört köşe olmuştum. Ya da kimsenin umursamadığı, eleştirmenlerin ilk 30'una bile girmeyen Shyamalan’ın ‘Signs’ını başyapıt ilan edip yılın en iyi filmi seçmesi beni benden almıştı. Sinema anlayışını geliştiren ve kendi küçük dünyasının dışında bir Sinema Tanrısı’nın var olduğunu anlayan her gencin yaşadığı sorunu onun sayesinde atlattım ben. Bir filmi izler ve çok severdik, ama bir bakardık ki hiçbir eleştirmen filmi sevmemiş. Kendi kendimize şüpheye düşer ve filmi bir daha izlediğimizde gizli gizli “aslında güzel filmmiş lan” deyip kendimizi kandırırdık. Bu, kendimize güvenimizin olmadığı, Sinema Tanrısı’na biat ettiğimiz ve özgür olamadığımız dönem sürekli gel git’lerden oluşurdu. Kimseye, en yakın arkadaşımıza bile, o bayağı romantik komedileri ne kadar sevdiğimizi söyleyemezdik. Çünkü biz Tarkovski’leri, Godard’ları, Scorsese’leri severek kanıtlardık ne kadar sinemanın müridi olduğumuzu. Nasıl Uygar Şirin kendisinin özgürleşmesini Mehmet Açar’ı örnek alarak aştıysa ben de ona bakarak aştım. Bir Judd Apatow filmini bir Jim Jarmusch filminden daha çok sevebiliyorsam bugün, bunun nedeni Uygar Şirin’dir.
Hatırlayın: Ridley Scott’ın 20 yıldır doğru düzgün film çekemediğini itiraf edip Sinema Tanrısı’na başkaldıran oydu. Woody Allen kötü film çektikçe üzüntüden kahroluyorduk ve çaktırmadan “başyapıt değil ama iyi filmler” diyorduk. Uygar Şirin çıkıp “Woody Allen da on yıldır kayıp” diyerek durumu özetledi. Peki, yere göğe koyulmayan Danny Day Lewis’in ‘There Will be Blood’ performansını beğenmemesi! Peki, Cronenberg’in bittiğini kabul etmeyip ondan eski Cronenberg çıkarmaya çalışanlara acı gerçeği söylemesi. Gus Van Sant’ın sahte entelektüelliğinden, Terrence Malick’in alenen iyi film çekemiyor oluşuna kadar bir sürü konudaki çıkıntılığıyla gönlümüze (yoksa ‘gönlüme’ mi demeliyim) taht kurdu Uygar Şirin. Bir de bunların üstüne Shyamalan hayranlığını koyun!
Yazılarını takip edenler onun dünyasını keşfetmekte zorlanmazlar. Şöyle üstünkörü bakıldığında bile, örneğin Peter Weir’e olan hayranlığı kendini derhal ele vermek için yeterlidir. Gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri olduğunu cümle âleme bir türlü inandıramadığı ‘Fearless’ hayatının yegâne aşkı olmuştur. Yine kimsenin pek umursamadığı Zemeckis’in ‘Cast Away’ filmini son 15 yılın en iyi filmi seçmiştir. Bu filmlerin ve yönetmenlerin yanına Semih Kaplanoğlu’nun üçlemesini koyduğunuzda daire kapanır. Millet Freud ile aklını kaçırıp Lacan’a kadar giderken, o eşeğini sağlam kazığa bağlayıp Jung’un manevi ama bir o kadar gerçekçi dünyasında yaşar. İnsanın ruhsal tekâmülü ve içindeki gölgesiyle halleşmesi temalarını o kadar değerli ve anlamlı bulur ki, hayata bu açıdan bakan ve bu fikirleri taşıyan film eleştirilerinde adeta döktürür. Antrakt Dergisi’nde yazdığı uzun ‘Fearless’ yazısı, filmin her bir anını nokta nokta analiz eden, nerdeyse filmi filmden fazla tanıyan bir edayla, inanılmaz bir kaliteyle yazılmıştır. Film Artı’daki ‘Otopsi’ köşesinde yazdığı dokuz adet film analizi büyük bir şölen gibidir. Eleştirmenlere serzenişte bulunduğu “Signs” hakkındaki yazıdan, ‘İtiraf’, “Minority Report”, “Boş Ev” ve “Lost in Translation”a; “Strings”ten “Yusuf Üçlemesi”ne kadar bir sürü eleştirisinde onun dünyasından bir parça görmek ve bunu yürekten hissetmek mümkündür.
Tüm bunların yanı sıra sinemanın doğası üzerine yazdığı yazılar da sinemanın özünü kara kara düşünen benim gibi biri için çok büyük rehber olmuştur. Tıpkı insanlar gibi filmlerin de ‘kendini bilmesi gerektiğini’ söyleyen, filmlerin film olmaktan çok bizim büyümemizi sağlayan birer faydalı hap olduğunu düşünen; bir Sinema Tanrısı’nın varlığına inanmaktan çok herkesin birer Tanrı olduğunu bilen ve her filmin bu tanrılar tarafından yorumlandığı açık olduğuna göre hayatıma yön veren o enfes “Herkesin filmi kendine!” cümlesini kuran ve gönül rahatlığıyla, gocunmadan filmlerin yarısından çıkabileceğimizi bize hatırlatan biridir Uygar Şirin.
Bir sinema eleştirmeni olarak hayatımda ne ifade ettiğini anlattığım bu yazıma vesile olan şeyse kendisinin yakın zamanda yazmış olduğu üçüncü romanı ‘Karışık Kaset”. Kitabı okuyan, seven ve okuyacak olanlara ‘sinema eleştirmeni’ olarak Uygar Şirin’i anlatmak istedim. Çünkü bir romancı olarak kendisine hızla nüfuz edebiliyor ve romanını okur okumaz yorumlar yapabiliyoruz. Oysa ben yıllardır her ay okumak için adeta şafak saydığım Uygar Şirin eleştirilerinin bir açıdan ‘Karışık bir sinema kaseti’ olduğunu biliyordum. Ulaş’ın ruh haline göre doldurduğu o kasetler nasıl o dönemin birer parçası haline gelmişse, tüm o yazılar da aslında koca bir ‘sinema listesinin’ birer parçasından başka bir şey değil. ‘Karışık Kaset’ vesilesiyle o şarkıları dinleyen okuyucular Uygar Şirin vesilesiyle o filmlere de bir göz atabilirler.