Bu Blogda Ara

14 Ekim 2013 Pazartesi

Hayatı, hayatın kendinden iyi anlatıyor: Alexander Payne

“About Schmidt/ Schmidt Hakkında” filminde boş rolü verdiği Jack Nicholson’ın Payne’i ünlü yaptığı, Payne’in de sonraki filmi Sideways’te başrol oyuncusu Paul Giamatti’yi üne kavuşturduğu söylenir. Bazılarının Payne’i ilk kez bu filmle tanıdığı su götürmez, oysa bundan üç yıl önce yazıp yönettiği “Election/ Seçimler” ile dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı Payne. New Yorker film eleştirmeni David Denby, “Seçimler”i 99’un en iyi filmi ilan etmişti. Özellikle oyuncularıyla bolca adaylık ve ödül alan “Seçimler”, En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oskar ve Altın Küre adaylıkları almış; Bağımsız Ruh, New York Film Eleştirmenleri ve Amerikan Yazarlar Birliği ödüllerini de kazanmıştı. Peki, henüz beş film çekmiş, ilk iki filmi pek de dikkat çekmemiş bir yazar/ yönetmen olarak Alexander Payne, bugün özellikle bu kadar mütevazı filmler ile nasıl bu kadar popüler hale gelmeyi başardı?
 
Guardian yazarı Simon Hattenstone onun için “kaybeden orta sınıf erkeklerin şampiyonu” demiş. Gerçekten de Payne’in, başından bu yana kaybedenlerle ilgilendiğini, onların dünyasını anlatmakta maharetli olduğunu görebiliyoruz. Kendisi de zaten “benim temel arketipim, hayatları boyunca yanlış kararlar vermiş orta yaş erkekler” diyor. Peki, hayatına şöyle bir göz atsak, bu arketipin köklerine rastlayabiliriz acaba?

Alexander Payne 1961 Omaha, Nebraska doğumlu. Bu önemli, çünkü ilk üç filmini memleketinde çekti. Kökleri Yunanistan’a dayandığı için adının sonunda bir de Papadopoulos bulunuyor. Stanford Üniversitesi’nde İspanyolca ve Tarih okudu. UCLA Film Okulu’nda senaryo üzerine yüksek lisans yaptığında yaşı 29’du. İlk uzun metrajını çektiğindeyse 35 yaşındaydı. Şu an 52 yaşında ve kariyerine beş film sığdırmış durumda. Orta yaş krizine girmiş erkek karakterlerin bolluğu ister istemez “acaba bu karakterlerle kendisini özdeşleştiriyor mu?” sorusunu doğuruyor. Payne’in karakterleri onun alter egoları olabilir mi? Bu karakterler “ya öyle olmasaydı, ya UCLA’dan başarılı bir yönetmen olarak mezun olmasaydı” sorusunun cevaplarını veriyor olabilirler mi? Payne bunu reddetmiyor. “Belki de bu korktuğum bir şeydi. Gayet mümkün... Schmidt, Miles veya King olmak istemediğime eminim” diyor.
 
Yazarlık konusunda işinin ehli olduğu söylenebilir. En basitinden, Sideways ile “en iyi uyarlama senaryo” dalında Oskar, BAFTA, Altın Küre, Yazaralar Birliği gibi önemli ödüllerin hepsini kazanmak çok büyük bir başarı. Bunu tek başına yapmadığını da belirtmek gerek. İlk filmi “Citizen Ruth/ Yurttaş Ruth”tan bu yana kalem arkadaşı olan Jim Taylor, tüm o senaryoların arkasındaki diğer yaratıcı beyin. “Yazmak o kadar acı verici olabiliyor ki, insanın bu süreçte yanında bir arkadaşının olması çok rahatlatıcı bir durum. Biz çok iyi arkadaşız ve bu arkadaşlık yaratım sürecinde hayli işe yarıyor” diye anlatıyor Payne. “Jim ile ben çok planlı insanlar değiliz ve eğer bir planınız yoksa her gün yazmak zorundasınız. Bu çok yorucu ve hayli bıktırıcı bir süreç ve bizim birlikteliğimiz ve arkadaşlığımız bu acıyı azaltma konusunda çok işe yarıyor.” Jim ile aynı odada, bir monitör ve iki klavyeyle yazıyorlarmış. Bu durumu “bazen de iki monitör ve iki klavye oluyor ve uzaktan bilgisayar oyunu oynarmışız gibi görünüyoruz” diye anlatıyor.

Payne’nin kendi yönettiği filmler dışında yazdığı senaryolar da var ve bunları ilk duyduğunuzda şaşırmanız hayli olası. “Jurassic Park 3”, “Meet the Parents/ Zor Baba” ve “I Now Pronounce You Chuck & Larry/ Damadı Öpebilirsin” filmlerinin senaryoları Jim Taylor ile birlikte kendilerine ait. “Zor Baba”nın künyesinde isimleri görünmüyor çünkü sadece senaryonun son taslağında yardımları bulunmuş. Bu filmlerin senaryolarının tıkandığı ve çıkmaza girdiği noktalarda, bir ‘bilirkişi’ olarak Payne’e gönderilmesi, onun yazarlık konusundaki maharetini ortaya koyuyor. ““Jurassic Park” ve “Zor Baba” gibi işleri aldığımız için çok mutluyuz. İşin güzel tarafı sandığımızdan daha hızlı yazabildiğimizi bize gösterdiği için bu filmler bize güven aşıladı. Adeta okulda birer öğrenci gibiydik ve ev ödevi yaparmış gibi hissediyorduk çünkü son teslim tarihi yaklaştıkça sadece yazmamız gerekiyordu ve bu da çok öğretici bir durumdu. Bu senaryoların son taslaklarını biz yazdık. Bunların bazı yerleri düzeltilmesi gereken, biraz tamir isteyen işlerdi ve biz de fikir insanlarıyız sonuçta. Sadece oturduk ve fikirler ortaya attık” diye özetliyor durumu. ““Zor Baba” iyi işti ama “Jurassic Park” o kadar iyi değildi” diyor. “Damadı Öpebilirsin”in senaryosu ise Adam Sandler tarafından o kadar değiştirilmiş ve baştan yazılmış ki, projenin son halinin Taylor ile birlikte yazdıklarından nerdeyse tamamen farklı olduğunu belirtiyor.

İlk filmi “Yurttaş Ruth” haricindeki tüm filmler romandan uyarlama. Özgün senaryoyu mu yoksa uyarlamayı mı tercih ettiği sorulduğunda “eğer kafanızda sağlam bir fikir ve sağlam karakterler varsa özgün senaryo iyidir” diyor. “Uyarlama da güzeldir çünkü size milyon yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek bir dünya sunar. “Descendants/ Senden Bana Kalan”da olduğu gibi. Böyle bir senaryo asla aklıma gelmezdi.” “Schmidt Hakkında” hariç, bütün uyarlamalarının orijinaline sadık olduğunu da ekliyor.

Özellikle mekân duygusunu seviyor. Doğup büyüdüğü Orta-batı kültüründen çok şeyi senaryolarına yansıttığı kesin (Omaha’yı coğrafi olarak daha rahat tahayyül edebilmek için Türkiye’nin İç Anadolu Bölgesi’ni örnek vermemiz mümkün). Örneğin Jason Reitman “Up in the Air/ Aklı Havada”nın bir sahnesi için Omaha’ya gelmiş ve çekimden sonra Payne’e, “memleketini doğru düzgün gösterebilmiş miyim?” diye sormuş. Payne açık açık “hayır” demiş. “Orada Omaha filan görmedim, ismini duydum ama görmedim.” Orta-batı’nın felsefesini şöyle açıklıyor: “biri hakkında çok kötü şeyler söylersin, onu karikatürize edersin ama sonra ‘Tanrı onu seviyor’ dersin. Bu tam bir Orta-batı kültürüdür”. “Senden Bana Kalan”da King karakterine söylettiği “çocuğunuza bir şeyler yapabilsin diye yeterince para verin, ama hiçbir şey yapmadan oturacakları kadar çok vermeyin” cümlesini de hatırlatıyor. Bu cümle, aynı yörede büyüdüğü milyarder Warren Buffett’a ait ve her şeyi özetleyen bir Omaha vecizesi.

Demek ki Payne’in, karakterlerinin zaaflarını gösterip onları zaman zaman karikatürize eden, ama yargılamaktan uzak ve kollayıcı tavrında bir Omaha özü yakalamak mümkün. Başarısız ve kaybeden tiplerin hikâyelerini anlatmayı seviyor belki ama bir başarı hikâyesi anlatmaya kalksa o karakterin de düşüşlerini ve zayıf noktalarını göstermeden edemezdi büyük ihtimalle. Neden filmlerinde kaybedenlerin bu kadar ön planda olduğu sorulduğunda şöyle anlatıyor: “bilmiyorum, çelişkinin barındırdığı durumlar hoşuma gidiyor: komedi ve acı, düşler ve niyetler, gerçekler ve sınırlar… Ve gerçekte kim olduğumuz... Eğer drama dediğimiz şey, amaca doğru giderken karşımıza çıkan engeller üzerineyse; o halde kendimizin yarattığı engeller hayatın temel gerçeğidir.” Bu anlamda Schmidt de King de, “işimi yaptım, ailemi geçindirdim” diyen, fakat bir noktada kendilerinin toplumdan ne kadar yabancılaştıklarını ve işin esası kendilerine de yabancılaştıklarını fark etmeyen karakterler. Payne’in karakterlerini ‘eleştirirken’ aynı zamanda onları küçümsemeyen ve bir bakıma “güleriz ağlanacak halimize” şeklinde özetlenebilecek gayet sade bir hayat kesiti sunduğunu ima eden bu bakış açısının izlerini, gelin senaryolarında birlikte arayalım:

Her ne kadar özgün senaryo yazmasa ve son dört filmi uyarlama senaryo olsa da, Payne kendi derdini anlatan hikâyeler bulmada çok maharetli. Örneğin “Seçimler”deki lise öğretmeni McAllister okula sıkışıp kalmış, öğrencisinin başarılarını kıskanan, ilişkisinden ve hayattan bunalmış bir adam. Karısını eski yakın arkadaşının karısıyla aldatıyor ve karısı tarafından kapı önüne koyuluyor. “Schmidt Hakkında”daki Schmidt karakteri, nefret ettiği işinden emekli olduktan sonra, artık pek de sevmediği karısının ölümüne şahit oluyor. Karısının ölümünden sonra bir de üstüne yıllar önce kendisini aldattığını öğreniyor. “Sideways”teki Miles ise iki ciltlik dev gibi roman yazmış, ama romanı yayınevlerinden geri dönüyor. Karısından ayrılmış ama hala onu unutamamış durumda. Üstüne bir de anlaşılıyor ki eski karısı hamile. Peki, “Senden Bana Kalan”daki Matt? Ancak ölüm döşeğindeki karısından dolayı çocuklarını ihmal ettiğini fark etmiş bir baba. Her şeyi yoluna koyacağım derken bir de üstüne o da karısının kendisini aldattığını öğreniyor! Karakterlerdeki bu giriftlilik hali, dinamizm ve abartıdan yoksunluk Payne’in senaryolarının en başarılı yanlarını oluşturuyor. Koşulsuzca özdeşleşilen, içinde hiç çatışma barındırmayan, kartondan karakterler değil bunlar. “Yurttaş Ruth”taki Ruth o kadar ‘kahraman’ olmaktan öte ki, izleyici onunla bir an bile özdeşleşmiş hissetmiyor kendini. “Seçimler”de McAllister sahtekârlık yaparken, Schmidt misafir olduğu karavanda kendisini konuk eden kadına zavallıca sarkarken, “Sideways”te Miles annesinin çekmecesinden para çalarken ve “Senden Bana Kalan”da King, bacak kadar çocuktan nasihat dilenirken, hep içimizde bir yerlerde bu karakterlere ya acıyor, ya onlar adına utanıyor ya da aslında birden onlar gibi olduğumuzu itiraf etmek zorunda kalıyoruz. Amerikan Sineması’nda pek görülmeyen ve Amerikan toplumunun pek de karşılaşmadığı bir dünyanın anahtarını sunuyor bize Payne senaryolarıyla. Hepimizin başa çıkmakta zorlandığı; kayıp, yaşlanma, ayrılık, başarısızlık ve ölüm gibi kavramları olduğu gibi anlatarak, üzerine bir şey koymaya gerek olmadan bunlarla yaşanabileceğini söylüyor. Amerikan Sineması’nda bolca kullanılan ve karakterlerin birden bire ‘erdiği’, ‘aydınlandığı’ “kurtarıcı” filmler yapmak istemez Payne. Bir röportajda filmlerinin bu tarz olmadığının söylenmesi üzerine bunun hoş bir iltifat olduğunu söylüyor ve teşekkür ediyor. Senaryolarındaki finaller de bunu kanıtlar nitelikte: filmler başladıkları yere geri dönerek bitiyorlar örneğin. McAllister’ın filmin başındaki öğrenciye söz vermeme durumunun sonda aynen tekrar etmesi; Schmidt’in kızının evliliğini engellemek uğruna çıktığı gezinin başarısız olması üzerine tekrar eve dönmesi; “Sideways”in kapıya vurularak başlaması ve kapıya vurularak bitmesi ve “Senden Bana Kalan”ın son derece sade finali… Payne bir “bitiş”e inanmıyor ve hikayelerinin öyle algılanmasını da istemiyor. Bir bakıma onun finalleri aslında yepyeni bir filmin başlangıcı bile sayılabilir. Örneğin Ruth çocuğunu aldırmadığı gibi kendisine verilen parayı alarak önüne serilmiş hayat “yolunda” hızlı adımlarla ilerleyip gidiyor. Schmidt sorumluluğunu üstlendiği çocuktan mektup geldiğinde; Miles tüm pişmanlıklarını geride bırakıp Maya’nın kapısını çaldığında, bir son değil, başlangıç izliyoruz bir bakıma.

Alexander Payne’in hayatın tam anlamıyla içinden hikâyeler anlatmadaki başarısını ve bunu nasıl yaptığını birkaç örnekle daha göstermek mümkün. Örneğin senaryolarında, karakterlerin ‘kurgusal kişiler’ olmadığını kanıtlamak istercesine Payne bazı hamleler yapmaktan çekinmez. “Sideways”te Jack’in burnu kırılır mesela, burnunda koca bir bandajla dolaşır durur Jack. Schmidt’in boynu tutulur; McAllestir’in gözünü arı sokar, film boyunca bir gözü şişmiş, öylece dolaşır bu zavallı adam. “Senden Bana Kalan”daki Sid karakterinin gözü morarır ve biz o morarıklığı film boyunca görmek zorunda kalırız. İşte Payne böyle bir senaristtir. Hikâyelerin sıradanlığını ve sıradanlığı ölçüsünde gerçekliğini sağlamak adına gerçekliğe yakın ne varsa bulup koyar sanki senaryolarına. Bu yüzden başroller dışındaki tüm yan karakterler gerçekten o kişiler tarafından oynanır. Bu yüzden polis polisi, garson garsonu, öğretmen öğretmeni oynar. Bu yüzden Miles’ın Maya’yı öpüşü bu kadar gerçekçidir. Bu yüzden Schmidt’in karavanının camına kuş sıçar. Bu yüzden Alexandra masmavi bir havuzda değil, kirli ve yapraklarla dolu bir havuzda yüzer.

Belki de Payne’in yazarlığını, hayat görüşünü ve temalarını en iyi anlatan film, “Paris I Love You/ Paris Seni Seviyorum” projesi için kendi yazıp yönettiği “14e Arrondissement”dur. Tatil için Paris’e gelen, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en sıradan ve en hayatın içinden karakteri olabilecek Carol isimli bir kadının hikâyesini anlatır Payne. Simon de Beauvoir’ı Simon Bolivar ile karıştıran, kötü restoranlarda yemek yiyen, erkek arkadaşı olmayan ve olmayacağını “bilen”, bilgelikten pek de nasibini almamış, herhangi bir postacıdır karşımızdaki. Hikâyenin sonunda parkta otururken, Carol, birden haz ve hüznü aynı anda hissettiğini söyler. İşte o an, Paris’e âşık olmuştur ve Paris’in de ona âşık olduğunu biliyordur. Bu, hemen hiçbir şey anlatmayan hikâye tam bir Payne gerçekliği ve büyüleyiciliği içerir. Bir tarafta hüznün, acının; bir tarafta zevk ve hazzın olduğu kesin hatlarla ayrılmış bir dünyaya inanmaz Payne. Hayat olduğu haliyle güzel veya kötü, acı dolu veya eğlenceli değildir. Hayatın ne olduğunu söylediğimiz anda onun anlamını elimizden kaçırırız. Hayat; bir şeyi beklemek, başarıyı, doğru kişiyi, doğru zamanı beklemek de değildir. Bu açıdan benim kişisel fikrime göre tüm filmleri içinde Payne’i en iyi anlatan sahne “Sideways”te yer alır. Miles Maya’ya 1961 Cheval Blanc şarabından bahseder. Koleksiyonu olmasa bile şarapları arasında en nadide şaraptır bu. Maya ona “neyi bekliyorsun?” diye sorar. Miles doğru kişiyi, romantik bir ortamı beklediğini söyler. Hayatı boyunca pek de başarılı olamamış, romanı bir türlü yayınlanmayan, eski ilişkisine takılıp kalmış bu lise öğretmeni (tam bir Payne karakteri) filmin sonlarına doğru yine çok sıradan bir köşe başı fast-food lokantasında, yıllar boyunca özel bir an için beklettiği nadide şarabını hamburgerini yerken içer. İdeal bir dünya yaratmak için mahzende bekleyen saf hayallerimizin, hayatın kabullenilişiyle ‘kirlendiği’ andır bu.

Dolayısıyla Alexander Payne’in, ne kadar küçük bir dünya yaratırsa yaratsın, ister bir lisedeki seçimleri anlatsın, ister emekli olmuş dul bir adamı, her seferinde derdini hepimize dokunacak şekilde anlatan bir dahi olduğunu söyleyebiliriz. Amerika’yı eleştirmek veya onu övmektense, ona objektif bir gözle bakan, ama bu bakışında sempatiyi de ihmal etmeyen çok başarılı bir yazar Payne. Gönül bu başarısını bundan sonraki filmlerinde de sürdürmesini istiyor. O bize hep kaybedenlerin dünyasını anlatsın ve biz kendi hayatımızı sorgularken bulalım kendimizi.