Bu Blogda Ara

31 Mart 2014 Pazartesi

İSMAİL'İN 2013 YILIN EN İYİ 10 FİLMİ LİSTESİ

1. blue is the warmest color (abdellatif kechiche)
2. le passe (asghar ferhadi)
3. gravity (alfonso cuaron)

4. drinking buddies (joe swanberg)
5. nebraska (alexander payne)
6. la grande belleza (paolo sorrentino)
7. august: osage county (john wells)
8. before midnight (richard linklater) 
9. oh boy (jan ole gerster)
10. broken circle breakdown (felix van groeningen)

3 Ocak 2014 Cuma

Liberaller ve normatif eleştirinin dayanılmaz cazibesi...

Liberallerin çok olumlu bir özelliği var. Solcular, sağcılar, kemalistler; kendi ideolojilerine batıp eleştirel olmaktan ne kadar uzaklaşırlarsa, liberaller de tam tersine eleştirel olmada bir o kadar rakipsizler. İfade özgürlüğüne, evrensel insan haklarına, hukukun üstünlüğüne, yargı bağımsızlığına vb. uymayan, demokrasinin dışına düşülen her noktada liberaller başlıyorlar yanlışları göstermeye. Dolayısıyla liberallerin yazılarında bol bol ciddi eleştiri ve sorgulama yer alıyor. Bu açıdan bakıldığında, özellikle Türkiye'de kendimi konuşlandırdığım yer genellikle liberallerin tarafı oluyor. Gel gelelim, ilkesel duruş ve eleştiri kültürünü bir tarafa bırakıp da, siyaset yapmaya gelince, liberaller şaşılası bir beceriksizlik gösteriyorlar. Öyle ki, teorideki ufuk açıcı fikirlerin, pratikte insana bu kadar dokunamıyor oluşunu başka şekilde açıklamak mümkün değil. Liberaller, kemalistler gibi gerçeğin/doğrunun kendi tekellerinde olduğunu ve toplumun o gerçeği bulması gerektiğini düşünmüyorlar elbette; ama bir taraftan bahsettikleri ilkeler ve doğrular öylesine steril, öylesine normatif kalıyor ki, "savaşa hayır" diyen biri kadar ciddiye alınıyorlar. Yani kemalistler ve solcular halkı otoriter bir dünyadan da olsa muhatap alıyorken, sanki liberallerin tek yaptığı üzerlerinde 'dürüstlük', 'barış', 'eşitlik', 'özgürlük' yazan balonları teker teker gökyüzüne yollamak...

Gezi'den beri yazdığı hemen hiçbir şeye katılmadığım ve gözümden düşeli çok olan Yıldıray Oğur'un şu yazısına http://www.turkiyegazetesi.com/yildiray-ogur/577547.aspx twitter'dan takip ettiğim ve çok sevdiğim 3 H Hareketi'nin üyesi Burak Durgut (nam-ı diğer Ludwig Von Disses) şu yazıyla cevap verdi: http://www.3hhareketi.org/blog/100/ Ben de yukarıda anlattıklarımı daha rahat açıklayabilmek için Durgut'un Oğur üzerine yazdığı yazının üzerine bir yazı yazdım. Durgut'un yazısı aynen duruyor, ben her paragraftan sonra bold'la ve köşeli parantezle devam ediyorum.

***
1. Savaşsızlık hali. Bir yaşına basan, çok şükür eskisi gibi ölüm haberleri almamızı engelleyen pasif hal yani; savaşsızlık hali. "Baharda inşallah savaş çıkmaz" diyenlerin hukuki reformlar, tmk'nın kaldırılması vb. gibi köklü değişiklikler beklediği ama iktidarın 1 senede ancak "özel okulda bir kaç ders Kürtçe olsun canım"a kadar ilerleyebildiği süreç. [eleştirilere başladık. İnsanlar bir yıldır ölmüyor. Kürt sorunu dediğimiz Türkiye'nin en büyük sorununun çözümü için 'büyük' adımlar atıldı, ama ne olursa olsun hala Kürtlerin özgürlük haklarının verilmesi konusunda bir arpa boyu yol gidebilmiş değiliz. Yazarın da dediği gibi insanlar çok daha büyük, köklü reformlar bekliyorlar, ama iktidar bu reformları gerçekleştirme konusunda hiç de gönüllü görünmüyor. Peki o halde, iktidara "neyi bekliyorsun kardeşim?" diye sesleniyoruz. "Elini tutan mı var? Niye gerçekleştirmiyorsun şu reformları?" I ıh, iktidardan tık yok. Adamlara "demokrat ol biraz" diyoruz. Olmuyorlar. Peki, doğru yol demokrasiden geçiyorsa, AKP Kürtler için hukuki reformlar yapmalıysa; ama bunların hiçbiri olmuyorsa ne olur? Ne olacak, hükümet eleştirilir. Hükümete "demokrat ol" dendiğinde hükümet "aa doğru yahu, hadi o zaman yarın başlıyoruz reformlara" demediğine göre o zaman liberaller AKP'nin 'yanlış' yaptığını söylerler. Fakat sürekli doğruların söylendiği, sürekli demokratik bir dünyanın işaret edildiği bu eleştiriler muhataba dokunamadan güneş altındaki buzlar gibi eriyip giderler. İşin tuhafı liberal söylem paradoksal bir çıkışsızlığa kendini mahkum etmiş gibidir. Demokratik davranmadığı ve demokrat olmadığı için Tayyip Erdoğan eleştirilir; ama aynı Tayyip Erdoğan'a doğru yolun demokrasi olduğu söylenip durulur. Demokrat olmayan birinin Kürtlerle barışamıyor olması normal değil midir oysa? Bu minvalde gidildiğinde liberal duruşun kendi etrafında dönüp duran bir çeşit totoloji olduğu ortaya çıkar.]

2. Erdoğan: Başbakan. Hâlâ. Askeri vesayeti gerilettiğini sandığımız ama "milli ordumuza kumpas kurulduğunu" danışmanı üzerinden söyleyen, milli iradeyi meclisin tamamı değil sadece akp'ye oy veren 20 milyon insan sanan, milli iradenin denetleyemeyeceği şeylerin olduğunu (temel hak ve özgürlükler gibi) bilmiyormuş gibi yapan, kuvvetler ayrılığını hayatında hiç duymamışcasına "beni halk seçti danıştayı halk mı seçti" gibi bir argümantasyon kuran, bakanlarının çocuklarıyla ilgili yolsuzluk suçlamasından sonra ilk iş olarak bakanları değil savcıları ve polisleri görevinden aldıran, Roboski'yi kimin yaptığını bir türlü bulduramayan (emir komuta zincirini takip etmek ne kadar zorsa artık), Sayıştay'ın "millet" adına hükûmetin harcamalarını denetlemesi gerektiğini düşünemeyen, oğlu hukukun ve yasaların üstünde olan başbakan. Sayın başbakanımız. [eleştiriye devam. Herhalde gelmiş geçmiş eleştirilmesi en kolay şahıs Tayyip Erdoğan... Liberallerle çoğu zaman aynı safta yer aldığımı belirtmem gerek, yalnış anlaşılmasın, buradaki eleştirilerin hepsine de katılıyorum. Ama sanki bir taraftan bu Erdoğan eleştirisinde bazı lapsuslar gizli. Örneğin: "milli iradenin denetleyemeyeceği şeylerin olduğunu bilmiyormuş gibi yapan..." Yani aslında bal gibi biliyor Erdoğan, ama bilmiyormuş gibi yapıyor. Neden? Milli iradeyi sadece kendi seçmeni sanan... Erdoğan milli iradenin meclisin tamamı olduğunu bilmiyor mu? Bal gibi biliyor, o halde 'sanmıyor', öyleymiş gibi yapıyor. Neden? "Kuvvetler ayrılığını hiç duymamışçasına davranan..." Erdoğan kuvvetler ayrılığının ne olduğunu hepimizden iyi biliyor, sadece duymamış gibi yapıyor. Neden? Kısacası Erdoğan'ın normatif anlamda eleştirilmesi çok kolay ve aşırı yüzeysel bir duruma tekabül ediyor. Heralde Erdoğan'dan tutun Anadolu'nun tüm kasabalarına kadar ortalama hepimizin bildiği gerçekler bunlar. Bunların söylenmesi, dışa vurulması, gösterilmesi çok önemli şeyler; iyi ama bu eleştiriler, içinde "neden?" sorusunu barındırmıyor. Meselenin arkasına bakmıyor. Sadece var olan 'durum' eylemlerine göre ölçülüp biçiliyor. Liberaller öğrencilerine not veren klasik öğretmenleri andırıyorlar. "Ödevini yaparsa 'aferin', sınıfta uyursa 'sınıfta uyunmaz'."] 

 
3. Gezi olayları. Devletin şiddetinin doğurduğu, ulusalcılar gibi latent akp'li olmayan liberallerin de olduğu, komünistin de ülkücünün de pkk yandaşının da olduğu karmaşık bir sosyal hareket. "Cami'de içki içtiler" dediler Gezi iddianamesinde bu iddia yok, bir "başı kapalı kadına yapılan iğrenç şeyler" dediler, "cuma açıklayacağız" dediler görüntü yok, "faiz lobisi" dediler ispatlanan bir lobi yok, "zello örgütü" dediler baktılar çok dalga geçiliyor "Otpor diyecektik Otpor" dediler olaylarla Otpor'un ilgisi olduğuna dair tek bir kanıt hala yok, "darbe girişimi" dediler ortada asker yok göstericilerde silah yok, "siz ne derseniz deyin biz o kışlayı yapacağız" dediler ortada kışla yok. [bir başka normatif eleştiri. Ben Gezi'yi desteklemiş, Gezi'de bulunmuş biri olarak, Yıldıray Oğur'un Gezi yorumlarına zerre katılmıyorum. Gezi konusunda savunuya geçen hükümetin rezillikleriyse ortada. O dönem Tayyip Erdoğan'dan gençleri anladığını söyleyen, ılıman, güzel bir mesaj bekleyenlerdendim. İyimser biri olduğumdan değil, Erdoğan'ın bunu yaparsa bu olayı kendi lehine çevireceğini düşündüğümden. Ama Erdoğan tam tersini yaptı. Acayip bir retorik, acayip bir manipülasyon, acayip bir algı mühendisliği ile Gezi'yi tabanına hükümeti yıkmak isteyen bir darbe planı olarak yutturdu. Yalan olduğunu bile bile, "camide içki içtiler" diyerek, seçmeninin beynine resmen Don Draper mesajları bırakarak yaptı bunu. Biz twitter kullanıp, önüne gelen her şeyi mizah unsuruna çevirirken ve aslında sadece kendi cemaatimizi orgazm ederken; Erdoğan iki konuşmasıyla, 'cami/ darbe/ çapulcu' diyerek Anadolu'nun ücra köşelerindeki seçmenini 'kafalamayı' başardı. İlkeler ve normatif eleştiri mi demiştiniz? Anlaşılan Mad Men'den bir şeyler öğrenen Gezi kuşağı değil, Tayyip Erdoğan'mış. Biz hala 'gerçekleri' söylemenin bir halta yarayacağını sanıyoruz. Oysa insanların zihniyetinden bağımsız bir gerçeklik yok. Öyle olsaydı zaten hepimiz aynı anda demokrat olmuş olurduk.]

Böyle uzayıp gider. Lafı uzatmanın alemi yok. Benim liberal arkadaşlarla fikir bazında uyuşmadığım nerdeyse tek bir nokta yok, ama iş hayatın pratikliğine geldiğinde normatif eleştirinin, doğruluğun, dürüstlüğün, evrensel hakların, özgürlüğün, eşitliğin ve benzeri bir sürü kavramın baş döndürücü etkisi altında kalındığını düşünüyorum. Hayatın pisliklerden arınık olduğunu düşünmek pek naifçe... Maksat mercek altına aldığımız kişi doğruyu yaptığında desteklemek, yanlış yaptığında eleştirmek değil. Maksat bağlamı göz ardı etmemek, muhatabının zihniyetini ele almak, yapılan eylemin yanlışlığını değil neden yapıldığını sorgulamaktır. Olanı eleştirmek kolaydır, liberal arkadaşlar bu kolaycılığa kapıldıkları sürece siyasetin dışına düşüp, steril ve temiz, sadece doğruların söylendiği bir dünyada, somut insana dokunamadan yaşayıp giderler. Dost tavisyesi...

14 Ekim 2013 Pazartesi

Hayatı, hayatın kendinden iyi anlatıyor: Alexander Payne

“About Schmidt/ Schmidt Hakkında” filminde boş rolü verdiği Jack Nicholson’ın Payne’i ünlü yaptığı, Payne’in de sonraki filmi Sideways’te başrol oyuncusu Paul Giamatti’yi üne kavuşturduğu söylenir. Bazılarının Payne’i ilk kez bu filmle tanıdığı su götürmez, oysa bundan üç yıl önce yazıp yönettiği “Election/ Seçimler” ile dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı Payne. New Yorker film eleştirmeni David Denby, “Seçimler”i 99’un en iyi filmi ilan etmişti. Özellikle oyuncularıyla bolca adaylık ve ödül alan “Seçimler”, En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oskar ve Altın Küre adaylıkları almış; Bağımsız Ruh, New York Film Eleştirmenleri ve Amerikan Yazarlar Birliği ödüllerini de kazanmıştı. Peki, henüz beş film çekmiş, ilk iki filmi pek de dikkat çekmemiş bir yazar/ yönetmen olarak Alexander Payne, bugün özellikle bu kadar mütevazı filmler ile nasıl bu kadar popüler hale gelmeyi başardı?
 
Guardian yazarı Simon Hattenstone onun için “kaybeden orta sınıf erkeklerin şampiyonu” demiş. Gerçekten de Payne’in, başından bu yana kaybedenlerle ilgilendiğini, onların dünyasını anlatmakta maharetli olduğunu görebiliyoruz. Kendisi de zaten “benim temel arketipim, hayatları boyunca yanlış kararlar vermiş orta yaş erkekler” diyor. Peki, hayatına şöyle bir göz atsak, bu arketipin köklerine rastlayabiliriz acaba?

Alexander Payne 1961 Omaha, Nebraska doğumlu. Bu önemli, çünkü ilk üç filmini memleketinde çekti. Kökleri Yunanistan’a dayandığı için adının sonunda bir de Papadopoulos bulunuyor. Stanford Üniversitesi’nde İspanyolca ve Tarih okudu. UCLA Film Okulu’nda senaryo üzerine yüksek lisans yaptığında yaşı 29’du. İlk uzun metrajını çektiğindeyse 35 yaşındaydı. Şu an 52 yaşında ve kariyerine beş film sığdırmış durumda. Orta yaş krizine girmiş erkek karakterlerin bolluğu ister istemez “acaba bu karakterlerle kendisini özdeşleştiriyor mu?” sorusunu doğuruyor. Payne’in karakterleri onun alter egoları olabilir mi? Bu karakterler “ya öyle olmasaydı, ya UCLA’dan başarılı bir yönetmen olarak mezun olmasaydı” sorusunun cevaplarını veriyor olabilirler mi? Payne bunu reddetmiyor. “Belki de bu korktuğum bir şeydi. Gayet mümkün... Schmidt, Miles veya King olmak istemediğime eminim” diyor.
 
Yazarlık konusunda işinin ehli olduğu söylenebilir. En basitinden, Sideways ile “en iyi uyarlama senaryo” dalında Oskar, BAFTA, Altın Küre, Yazaralar Birliği gibi önemli ödüllerin hepsini kazanmak çok büyük bir başarı. Bunu tek başına yapmadığını da belirtmek gerek. İlk filmi “Citizen Ruth/ Yurttaş Ruth”tan bu yana kalem arkadaşı olan Jim Taylor, tüm o senaryoların arkasındaki diğer yaratıcı beyin. “Yazmak o kadar acı verici olabiliyor ki, insanın bu süreçte yanında bir arkadaşının olması çok rahatlatıcı bir durum. Biz çok iyi arkadaşız ve bu arkadaşlık yaratım sürecinde hayli işe yarıyor” diye anlatıyor Payne. “Jim ile ben çok planlı insanlar değiliz ve eğer bir planınız yoksa her gün yazmak zorundasınız. Bu çok yorucu ve hayli bıktırıcı bir süreç ve bizim birlikteliğimiz ve arkadaşlığımız bu acıyı azaltma konusunda çok işe yarıyor.” Jim ile aynı odada, bir monitör ve iki klavyeyle yazıyorlarmış. Bu durumu “bazen de iki monitör ve iki klavye oluyor ve uzaktan bilgisayar oyunu oynarmışız gibi görünüyoruz” diye anlatıyor.

Payne’nin kendi yönettiği filmler dışında yazdığı senaryolar da var ve bunları ilk duyduğunuzda şaşırmanız hayli olası. “Jurassic Park 3”, “Meet the Parents/ Zor Baba” ve “I Now Pronounce You Chuck & Larry/ Damadı Öpebilirsin” filmlerinin senaryoları Jim Taylor ile birlikte kendilerine ait. “Zor Baba”nın künyesinde isimleri görünmüyor çünkü sadece senaryonun son taslağında yardımları bulunmuş. Bu filmlerin senaryolarının tıkandığı ve çıkmaza girdiği noktalarda, bir ‘bilirkişi’ olarak Payne’e gönderilmesi, onun yazarlık konusundaki maharetini ortaya koyuyor. ““Jurassic Park” ve “Zor Baba” gibi işleri aldığımız için çok mutluyuz. İşin güzel tarafı sandığımızdan daha hızlı yazabildiğimizi bize gösterdiği için bu filmler bize güven aşıladı. Adeta okulda birer öğrenci gibiydik ve ev ödevi yaparmış gibi hissediyorduk çünkü son teslim tarihi yaklaştıkça sadece yazmamız gerekiyordu ve bu da çok öğretici bir durumdu. Bu senaryoların son taslaklarını biz yazdık. Bunların bazı yerleri düzeltilmesi gereken, biraz tamir isteyen işlerdi ve biz de fikir insanlarıyız sonuçta. Sadece oturduk ve fikirler ortaya attık” diye özetliyor durumu. ““Zor Baba” iyi işti ama “Jurassic Park” o kadar iyi değildi” diyor. “Damadı Öpebilirsin”in senaryosu ise Adam Sandler tarafından o kadar değiştirilmiş ve baştan yazılmış ki, projenin son halinin Taylor ile birlikte yazdıklarından nerdeyse tamamen farklı olduğunu belirtiyor.

İlk filmi “Yurttaş Ruth” haricindeki tüm filmler romandan uyarlama. Özgün senaryoyu mu yoksa uyarlamayı mı tercih ettiği sorulduğunda “eğer kafanızda sağlam bir fikir ve sağlam karakterler varsa özgün senaryo iyidir” diyor. “Uyarlama da güzeldir çünkü size milyon yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek bir dünya sunar. “Descendants/ Senden Bana Kalan”da olduğu gibi. Böyle bir senaryo asla aklıma gelmezdi.” “Schmidt Hakkında” hariç, bütün uyarlamalarının orijinaline sadık olduğunu da ekliyor.

Özellikle mekân duygusunu seviyor. Doğup büyüdüğü Orta-batı kültüründen çok şeyi senaryolarına yansıttığı kesin (Omaha’yı coğrafi olarak daha rahat tahayyül edebilmek için Türkiye’nin İç Anadolu Bölgesi’ni örnek vermemiz mümkün). Örneğin Jason Reitman “Up in the Air/ Aklı Havada”nın bir sahnesi için Omaha’ya gelmiş ve çekimden sonra Payne’e, “memleketini doğru düzgün gösterebilmiş miyim?” diye sormuş. Payne açık açık “hayır” demiş. “Orada Omaha filan görmedim, ismini duydum ama görmedim.” Orta-batı’nın felsefesini şöyle açıklıyor: “biri hakkında çok kötü şeyler söylersin, onu karikatürize edersin ama sonra ‘Tanrı onu seviyor’ dersin. Bu tam bir Orta-batı kültürüdür”. “Senden Bana Kalan”da King karakterine söylettiği “çocuğunuza bir şeyler yapabilsin diye yeterince para verin, ama hiçbir şey yapmadan oturacakları kadar çok vermeyin” cümlesini de hatırlatıyor. Bu cümle, aynı yörede büyüdüğü milyarder Warren Buffett’a ait ve her şeyi özetleyen bir Omaha vecizesi.

Demek ki Payne’in, karakterlerinin zaaflarını gösterip onları zaman zaman karikatürize eden, ama yargılamaktan uzak ve kollayıcı tavrında bir Omaha özü yakalamak mümkün. Başarısız ve kaybeden tiplerin hikâyelerini anlatmayı seviyor belki ama bir başarı hikâyesi anlatmaya kalksa o karakterin de düşüşlerini ve zayıf noktalarını göstermeden edemezdi büyük ihtimalle. Neden filmlerinde kaybedenlerin bu kadar ön planda olduğu sorulduğunda şöyle anlatıyor: “bilmiyorum, çelişkinin barındırdığı durumlar hoşuma gidiyor: komedi ve acı, düşler ve niyetler, gerçekler ve sınırlar… Ve gerçekte kim olduğumuz... Eğer drama dediğimiz şey, amaca doğru giderken karşımıza çıkan engeller üzerineyse; o halde kendimizin yarattığı engeller hayatın temel gerçeğidir.” Bu anlamda Schmidt de King de, “işimi yaptım, ailemi geçindirdim” diyen, fakat bir noktada kendilerinin toplumdan ne kadar yabancılaştıklarını ve işin esası kendilerine de yabancılaştıklarını fark etmeyen karakterler. Payne’in karakterlerini ‘eleştirirken’ aynı zamanda onları küçümsemeyen ve bir bakıma “güleriz ağlanacak halimize” şeklinde özetlenebilecek gayet sade bir hayat kesiti sunduğunu ima eden bu bakış açısının izlerini, gelin senaryolarında birlikte arayalım:

Her ne kadar özgün senaryo yazmasa ve son dört filmi uyarlama senaryo olsa da, Payne kendi derdini anlatan hikâyeler bulmada çok maharetli. Örneğin “Seçimler”deki lise öğretmeni McAllister okula sıkışıp kalmış, öğrencisinin başarılarını kıskanan, ilişkisinden ve hayattan bunalmış bir adam. Karısını eski yakın arkadaşının karısıyla aldatıyor ve karısı tarafından kapı önüne koyuluyor. “Schmidt Hakkında”daki Schmidt karakteri, nefret ettiği işinden emekli olduktan sonra, artık pek de sevmediği karısının ölümüne şahit oluyor. Karısının ölümünden sonra bir de üstüne yıllar önce kendisini aldattığını öğreniyor. “Sideways”teki Miles ise iki ciltlik dev gibi roman yazmış, ama romanı yayınevlerinden geri dönüyor. Karısından ayrılmış ama hala onu unutamamış durumda. Üstüne bir de anlaşılıyor ki eski karısı hamile. Peki, “Senden Bana Kalan”daki Matt? Ancak ölüm döşeğindeki karısından dolayı çocuklarını ihmal ettiğini fark etmiş bir baba. Her şeyi yoluna koyacağım derken bir de üstüne o da karısının kendisini aldattığını öğreniyor! Karakterlerdeki bu giriftlilik hali, dinamizm ve abartıdan yoksunluk Payne’in senaryolarının en başarılı yanlarını oluşturuyor. Koşulsuzca özdeşleşilen, içinde hiç çatışma barındırmayan, kartondan karakterler değil bunlar. “Yurttaş Ruth”taki Ruth o kadar ‘kahraman’ olmaktan öte ki, izleyici onunla bir an bile özdeşleşmiş hissetmiyor kendini. “Seçimler”de McAllister sahtekârlık yaparken, Schmidt misafir olduğu karavanda kendisini konuk eden kadına zavallıca sarkarken, “Sideways”te Miles annesinin çekmecesinden para çalarken ve “Senden Bana Kalan”da King, bacak kadar çocuktan nasihat dilenirken, hep içimizde bir yerlerde bu karakterlere ya acıyor, ya onlar adına utanıyor ya da aslında birden onlar gibi olduğumuzu itiraf etmek zorunda kalıyoruz. Amerikan Sineması’nda pek görülmeyen ve Amerikan toplumunun pek de karşılaşmadığı bir dünyanın anahtarını sunuyor bize Payne senaryolarıyla. Hepimizin başa çıkmakta zorlandığı; kayıp, yaşlanma, ayrılık, başarısızlık ve ölüm gibi kavramları olduğu gibi anlatarak, üzerine bir şey koymaya gerek olmadan bunlarla yaşanabileceğini söylüyor. Amerikan Sineması’nda bolca kullanılan ve karakterlerin birden bire ‘erdiği’, ‘aydınlandığı’ “kurtarıcı” filmler yapmak istemez Payne. Bir röportajda filmlerinin bu tarz olmadığının söylenmesi üzerine bunun hoş bir iltifat olduğunu söylüyor ve teşekkür ediyor. Senaryolarındaki finaller de bunu kanıtlar nitelikte: filmler başladıkları yere geri dönerek bitiyorlar örneğin. McAllister’ın filmin başındaki öğrenciye söz vermeme durumunun sonda aynen tekrar etmesi; Schmidt’in kızının evliliğini engellemek uğruna çıktığı gezinin başarısız olması üzerine tekrar eve dönmesi; “Sideways”in kapıya vurularak başlaması ve kapıya vurularak bitmesi ve “Senden Bana Kalan”ın son derece sade finali… Payne bir “bitiş”e inanmıyor ve hikayelerinin öyle algılanmasını da istemiyor. Bir bakıma onun finalleri aslında yepyeni bir filmin başlangıcı bile sayılabilir. Örneğin Ruth çocuğunu aldırmadığı gibi kendisine verilen parayı alarak önüne serilmiş hayat “yolunda” hızlı adımlarla ilerleyip gidiyor. Schmidt sorumluluğunu üstlendiği çocuktan mektup geldiğinde; Miles tüm pişmanlıklarını geride bırakıp Maya’nın kapısını çaldığında, bir son değil, başlangıç izliyoruz bir bakıma.

Alexander Payne’in hayatın tam anlamıyla içinden hikâyeler anlatmadaki başarısını ve bunu nasıl yaptığını birkaç örnekle daha göstermek mümkün. Örneğin senaryolarında, karakterlerin ‘kurgusal kişiler’ olmadığını kanıtlamak istercesine Payne bazı hamleler yapmaktan çekinmez. “Sideways”te Jack’in burnu kırılır mesela, burnunda koca bir bandajla dolaşır durur Jack. Schmidt’in boynu tutulur; McAllestir’in gözünü arı sokar, film boyunca bir gözü şişmiş, öylece dolaşır bu zavallı adam. “Senden Bana Kalan”daki Sid karakterinin gözü morarır ve biz o morarıklığı film boyunca görmek zorunda kalırız. İşte Payne böyle bir senaristtir. Hikâyelerin sıradanlığını ve sıradanlığı ölçüsünde gerçekliğini sağlamak adına gerçekliğe yakın ne varsa bulup koyar sanki senaryolarına. Bu yüzden başroller dışındaki tüm yan karakterler gerçekten o kişiler tarafından oynanır. Bu yüzden polis polisi, garson garsonu, öğretmen öğretmeni oynar. Bu yüzden Miles’ın Maya’yı öpüşü bu kadar gerçekçidir. Bu yüzden Schmidt’in karavanının camına kuş sıçar. Bu yüzden Alexandra masmavi bir havuzda değil, kirli ve yapraklarla dolu bir havuzda yüzer.

Belki de Payne’in yazarlığını, hayat görüşünü ve temalarını en iyi anlatan film, “Paris I Love You/ Paris Seni Seviyorum” projesi için kendi yazıp yönettiği “14e Arrondissement”dur. Tatil için Paris’e gelen, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en sıradan ve en hayatın içinden karakteri olabilecek Carol isimli bir kadının hikâyesini anlatır Payne. Simon de Beauvoir’ı Simon Bolivar ile karıştıran, kötü restoranlarda yemek yiyen, erkek arkadaşı olmayan ve olmayacağını “bilen”, bilgelikten pek de nasibini almamış, herhangi bir postacıdır karşımızdaki. Hikâyenin sonunda parkta otururken, Carol, birden haz ve hüznü aynı anda hissettiğini söyler. İşte o an, Paris’e âşık olmuştur ve Paris’in de ona âşık olduğunu biliyordur. Bu, hemen hiçbir şey anlatmayan hikâye tam bir Payne gerçekliği ve büyüleyiciliği içerir. Bir tarafta hüznün, acının; bir tarafta zevk ve hazzın olduğu kesin hatlarla ayrılmış bir dünyaya inanmaz Payne. Hayat olduğu haliyle güzel veya kötü, acı dolu veya eğlenceli değildir. Hayatın ne olduğunu söylediğimiz anda onun anlamını elimizden kaçırırız. Hayat; bir şeyi beklemek, başarıyı, doğru kişiyi, doğru zamanı beklemek de değildir. Bu açıdan benim kişisel fikrime göre tüm filmleri içinde Payne’i en iyi anlatan sahne “Sideways”te yer alır. Miles Maya’ya 1961 Cheval Blanc şarabından bahseder. Koleksiyonu olmasa bile şarapları arasında en nadide şaraptır bu. Maya ona “neyi bekliyorsun?” diye sorar. Miles doğru kişiyi, romantik bir ortamı beklediğini söyler. Hayatı boyunca pek de başarılı olamamış, romanı bir türlü yayınlanmayan, eski ilişkisine takılıp kalmış bu lise öğretmeni (tam bir Payne karakteri) filmin sonlarına doğru yine çok sıradan bir köşe başı fast-food lokantasında, yıllar boyunca özel bir an için beklettiği nadide şarabını hamburgerini yerken içer. İdeal bir dünya yaratmak için mahzende bekleyen saf hayallerimizin, hayatın kabullenilişiyle ‘kirlendiği’ andır bu.

Dolayısıyla Alexander Payne’in, ne kadar küçük bir dünya yaratırsa yaratsın, ister bir lisedeki seçimleri anlatsın, ister emekli olmuş dul bir adamı, her seferinde derdini hepimize dokunacak şekilde anlatan bir dahi olduğunu söyleyebiliriz. Amerika’yı eleştirmek veya onu övmektense, ona objektif bir gözle bakan, ama bu bakışında sempatiyi de ihmal etmeyen çok başarılı bir yazar Payne. Gönül bu başarısını bundan sonraki filmlerinde de sürdürmesini istiyor. O bize hep kaybedenlerin dünyasını anlatsın ve biz kendi hayatımızı sorgularken bulalım kendimizi.

16 Temmuz 2013 Salı

Gezi'yi neden (ısrarla) destekliyorum?

Gezi olaylarıyla ilgili Etyen Mahçupyan’ın 10 tane yazısı var. Bunlar içinde, okuyup da katılmadığım hiçbir nokta yok. Kendisine hayran olma nedenini yansıtacak şekilde, analizler yapan diğer yazarlara nazaran, “durduğu” bir yer de olmadı Mahçupyan’ın. Evetli hayırlı soruların onun dünyasında bir anlamının olmadığı bir kez daha anlaşıldı. Bir yazısını Gezi’deki olumsuzluklara, bir yazısını olumluluklara ayırdığı ve bunu ayrı ayrı yazılarda yaptığı için, borsa gibi, bir an Geziciler tarafından, bir an da hükümet yanlıları tarafından aynı anda ve değişik zamanlarda sevilip yerildi. Yazılarının genel argümanı, bu kalkışmanın sıradan bir kalkışma olmadığı, bunun özellikle hükümet ve herkes tarafından ciddiye alınması gerektiği, kalkışmanın nedeninin şimdiye kadar temsil edilememekten bunalan Laik gençlerin bir kırılması/ boşalması olduğu ve bu boşalmanın sonuçlarının ne olacağı üzerineydi. Laik kesimin seslerini belki ilk kez, gizli bir ajanda için değil de, basit bir öfke nöbeti olarak duyurduğu bu olayda, diğer öfkesini kusan kesimler, ister istemez marjinalize olmak durumunda kaldılar. Ben elbette sosyal medyada ve arkadaşlarım arasında, Gezi içinde bir araya gelen farklı kimlikleri, demokrat bir misyonerlikle çok fazla vurgulayıp savundum; ama topluluğun laik bir cemaatin dışavurumu olduğunu da hep gördüm. Mahçupyan’ın, Gezi’nin hem olumlu hem olumsuz taraflarını göstermeye çalıştığı yazılarında, olgusal analizlerinin dışında, Gezi’nin “peki bundan sonra ne olur?” tarafına hiç de olumlu yaklaşmadığını biliyoruz. Evet, bu gençler arasında demokratlar da var, evet, türbanlı kadına yapılan zulmü Gezi’de kınayanlar ve yürüyüş yapanlar da oldu, evet, Lice için Lice’nin yanında olan Geziciler de oldu. Peki genelde bakıldığında, gençlerin talepleri, siyaset yapma istekleri ne durumdaydı? Gezi’nin rahatlıkla “patlama” ile kendini zaten yansıttığını, patlama bittikten sonra da kendiliğinden eridiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla bu kendiliğindenlik arasında, dönüp etrafı yıkan bir tornado arasında gençler siyaset yapamadılar, seslerini duyuramadılar; seslerini bizzat zaten “ses” olan Gezi tornadosu bastırdı. Mahçupyan “bakalım gençler ne yapacak?” diye sormuştu. Ben de bloğa koyduğum ilk yazıda, “bu şu an kendiliğinden var olan bir oluşum, ne olduğu belli değil, bir çeşit kusmuk gibi, olaylar durulduğunda, bakalım gençler siyaset yapabilecekler mi?” diye sormuştum. Elbette ne Mahçupyan buna inandı ne ben inandım. Geziciler bir kimliğin peşinden koştular. Çevreye duyarlı, farklı kimliklere saygılı, doğayı koruyan, kitap okuyan, eğitimli gençler olmanın, bu kimliğin taşıyıcısı olmanın kendilerini bizatihi demokrat yaptığını sandılar. Laik gençlerin anne babalarından farklı davrandıkları kesindi, ama siyaseti ve ideolojiyi o kadar bilmiyorlardı ki, “temiz gençler” olmanın yettiğini düşündüler. Hem Mahçupyan, hem Perihan Mağden’in gençlerin zekalarının ve mizahlarının çok abartıldığını söylemeleri bir bakıma şaşırtmadı beni. Bunun nedenini ise Mağden, röportajında açıkça belli etti: “ben mizah yeteneği, zekası yüksek gençler aramıyorum kardeşim, ben demokrat gençler arıyorum.” İçten içe gençlerin zekalarının ve mizahlarının yüceltilmesi de, yine aslında siyaset yapamayan bu çocukların, modern tasavvurla içlerinin dolması demekti. Bir bakıma ortaya çıkan resim şu oluyordu:

Hani üniversitelerin tanıtım videoları olur. Rektör temel bilgileri verdikten sonra üniversiteyi tanıtmak amacıyla etrafta gezinen bir kamerayla karşılaşırız. Bu kamera kampüsleri, laboratuvarları, oyun sahalarını, kütüphaneleri, sınıfları bir güzel dolaşırken dünyanın en steril görüntüleri verilmeye çalışılır. Çimenlerin üzerine oturup eğlenen, kütüphanelerde ders çalışılırken görülen bu öğrenciler adeta parlamaktadır. Bu pür-u pak görüntülerin, izlerken ne kadar sahte ve yapay olduğunu biz izleyenler biliriz. Bir bakıma Gezi’den verilen mesaj da (mesajı verenler de demokrat olmadığı için) bu düzeyde yansıdı bizlere. Eksi solcu babanın, şimdi kendi oğlunu dış dünyaya tanıtırken “o gün Gezi’deki tüm çöpleri topladılar” diyerek mutluluktan ağlaması gibi… Zizek’in de uzun zamandır vurguladığı bir şey bu. Çevre ve hayvan duyarlığının dokunulmaz kılınıp, steril kılınıp, bizzat kirlenmek olan asıl siyasetin dışında kalmaya çabalamak. Ağacı savunmak, yaralı hayvanları savunmak; ama Kürtlere yapılan zulümlere ses çıkarmamak. Gezi’deki gençlerin zekasından, oraya kurulan kütüphaneden, diktikleri bitkilerden bahsetmek… Ortaya çıkan bütün: çevreci/ duyarlı/ eğitimli/ zeki/ eli yüzü düzgün gençler… Bunca kimliğin bir arada bulunduğu bu inanılmaz hengameden, siyaset yapmadan, eğilip bükülerek çıkmak büyük maharet… Mahçupyan’ın, bu yüzden bu gençlerde tam tersine “zeka eksikliği” görmesi de çok anlaşılır. Gençlere açıkça “ergenler” demesini anlamamak ve katılmamak mümkün değil.

Ama işte ben tam da bu noktada, Mahçupyan’dan ayrılıyorum. Burada da gizli bir teleolojik bir duruş, hatta bir tuzağa düşüş görüyorum. Buraya kadar anlattıklarımın hepsine katılıp da nasıl ayrı fikirde olabilirim? Bu adamların yorumlarında ve analizlerinde bir sorun görmüyorum. Gezi’ye yöneltilen bu eleştirilere bazılarının Gezi destekçiliğini abartıp müride dönüşmesi gibi sırtımı çevirecek değilim. Benim meselem gençlerden beklenen siyasette veya onların bu süreçte ne yaptıklarında/ nasıl yaptıklarında değil. Bizim hatamız, herkese eşit muamele yapmakta yatıyor. Eğer modern öncesi biri, (ataerkil biri) bir eylemde bulunduğunda ondan siyaset çıkmıyorsa hemen “hangi hakla bu kişiden siyaset yapmasını bekliyoruz? Kendisinden demokrat olmasını bekliyoruz? Bu fırsatı bulmuş mu ki kendisi? Bu devlet, bu politik yapı kendisine bunun için izin vermiş mi?” diyoruz. Bu pozitif ayrımcılığı muhafazakarlara da Kürtlere de yıllar boyunca uyguladık. Kürtlerden bunca ezilmişliğine rağmen demokrat bir siyaset talep ettik, Kürtlerin koşullarından, buna hazır olmamalarından dem vurdular hemen. Sorun analizlerde değil kısacası. Analizlerin hepsi doğru… Gezi’den demokratik talepler ve siyaset beklemek de doğru… Ama doğru olması işlevsel olduğu anlamına gelmiyor. Şırnak’ta doğmuş çocuktan, üniversite sınavına hazırlanırken başarı beklemek “haklı” bir davranış; ama kimse köyde yaşayan bu genç için (üstün bir) başarı beklemiyor. Çünkü gencin yetişme koşulları, içinde bulunduğu durumun vahameti, bu istekten önce dikkate alınıyor. Bu iyi bir şey… Aynı şeyi, Mersin’de, şehirde büyüyen ve yaşayan, maddi durumu iyi olan bir genç için yapmıyoruz. Onun koşullarının Şırnak’takine göre iyi olduğunu biliyoruz. Böylece biz duyarlı liberaller ve demokratlar, Zizek’in iddia ettiği gibi, gizli gizli fakirleri, dışlanmışları, ezilmişleri, öteki kimlikleri daha çok sahipleniyor ve onları daha çok kolluyoruz. Belki bu keşfin şaşırtıcı bir yanı da yok. Anne babası devlet tarafından katledilmiş ve öksüz kalmış bir çocuğu, Nişantaşı’nda özel okula gidip tenis oynarken ayağını burkmuş bir çocuğa göre daha fazla sevmemiz ve sahiplenmemiz gayet normal. Oysa bu koşullar edebiyatı, farkında olmadan kafamızda kategorik doğrular inşa ediyor. Böylece Doğu’daki devlet terörüne maruz kalmış öksüz gençlerden demokrasi ve siyaset beklemeden önce “şöyle bir” duruyoruz. Ama Batı’daki Nişantaşılı gençlerden demokrasi ve siyaset beklemeden önce durmuyoruz. Onlar, kategorik olarak bu taleplere daha açıklarmış gibi davranıyoruz. “Bunca zaman dırdır edip durdun ama gel bakalım, seninle bir diyalog kuralım, ne istiyorsun söyle?” dendiğinde laik gencin bir çırpıda gelip siyaset yapması gerektiğine dair kafalarımızda oluşmuş bir önsel kategori mevcut. Halbuki yetişme şartları ne olursa olsun, demokratlık her şekilde karşındakine uysal yaklaşılmasını gerektiren bir durum. Kolejde okuyan bir zengin evladının, köyde kıçını kömürle silen bir çocuğa göre daha “ileride” olduğu kesin; ama ne olursa olsun bu ondan ilk elde demokrat davranış beklememizi meşru kılmaz. Demokrat olmak (veya herhangi bir ideolojik duruş) kendi içinde paradoks taşıyor. Bir kişi demokrat olduğunda demokrat olmuştur, demokrat olmayan birinden demokrat olmasını beklemek de saçmadır (daha doğrusu makuldür ama irrasyoneldir). Bir kişiden özür dilemesini beklemenin saçma olması gibi. Kişiden özür dilemesini beklemek en doğal hakkımızdır ama bu kişinin kendi elinde olan bir şeydir. Sizin isteğinize bağımlı değildir bu durum. Siz isteyin istemeyin, buna karar verecek olan kişi, bizzat kişinin kendisi olmak durumundadır.Mahçupyan Tayyip’ten demokrat olmasını ve demokrat bir siyaset yapmasını beklemiyor, “istersem beklerim, ama gerek yok” diyor. “Benim istememle adam demokrat olacak değil.” Ama aynı şeyi Gezi’den bekliyor. Neden? Çünkü onun da kafasında pozitif ayrımcılıktan mustarip ötekini kollama hastalığı var. Bunu Mahçupyan’ın gizli saklı yaptığını da düşünmeyin, bu latent bir ayrımcılık değil. Mahçupyan’ın akademik donanımı buradan geliyor zaten. Kendisi bunu “savunuyor”, bunun tarafında yer aldığını söylüyor. Gezi analizlerinde bir noktada bunu açıkça ifşa etti: “laik gençler, hükümetin cemaatsel duruşunu toplumsal duruşa evirilmesini sağlayabilirler, ama bu olmazsa eğer kızmaya hakları da yok: çünkü başta toplum olmayı istemeyen onlardı” dedi. Dolayısıyla Mahçupyan bu yazımı görse bana şu cevabı verirdi: “evet, aynen öyle. Ne olmuş?” Laik ve modern gençlere, Kürtler ve muhafazakarlara göre daha az tolerans gösterilmesi elbette bir tercih; hatta şöyle söyleyerek sizi şaşırtayım: buna ben de katılıyorum. Yüzde yüz bir eşitliğe inandığım da yok, yanlış anlaşılmasın. Ama bunu Gezi’de yapmanın yanlış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Gezi’deki gençlerden dalga geçermiş gibi demokrat olmalarını beklemek, siyaset yapmalarını beklemek bana pek iç açıcı gelmiyor. Ben öyle olmadıklarını, yukarıda saydığım bir sürü saçma salak özelliklerini bilmeme rağmen bu direnişi destekledim/ destekliyorum. Çünkü bir taraftan bu gençlerin apolitik olmasının çok önemli bir durum olduğuna inanıyorum. Bir ülkücüyle bu gençler arasında benzerlik kurmanız mümkün mü? Gezi gençliğinden mi yoksa ülkücülerden mi demokrat çıkma olasılığı daha fazla? Bu soru bile Gezi’yi desteklemem için yeter bana.

Bir örnek vereyim: Devrimci Müslümanların başı çektiği Gezi grubu, Ramazan’ın ilk günü İstiklal’i boydan boya saran bir iftar sofrası hazırladı. Bu iftar sofrasına hayatı boyunca ramazan/ iftar/ oruç/ namaz vb. kavramlarla daha önce hiç karşılaşmamış laik kesimden gençler katıldı. Bazıları oruç bile tuttu. Sonra Taksim’de Ak Parti’nin düzenlediği iftara bok atmaya başladılar. Orada oruçlarını açanla İstiklal’de oruçlarını açanları hemen ayrıştırdılar. Kimileri, yine sırf Gezi’yi övmek adına, Taksim’deki iftarın yapay ve kuru, İstiklal’deki iftarın canlı ve candan olduğunu söylediler. Taksim’de papyonlu görevliler yemek dağıtırken, İstiklal’de ‘dağıtan’ kimse yoktu, herkes halktandı. Taksim’de yemekler üzerinde reklam olan plastik kaplarda geldi, İstiklal’de herkes yemeğini evinden kendi getirmişti vb. Yine aynı hataya düştük. Yine demokrat olamadık. Yine siyaset yapamadık. Taraflarımızı belli edip karşı tarafa bok attık. Gezi gençliği, iftarı bile AKP iftarı, non-AKP iftarı diye ikiye ayırarak, AKP’ye bir kez daha hayran olduğunu ve o olmazsa yaşayamayacağını kanıtladı. Tamam. Buraya kadar hepsi doğru. Güzel analizler. İyi ama, biz analiz yapacağız diye, her hareketin, her davranışın, her eylemin, her duruşun bir sonuca bağlanması gerekir mi gerçekten? Yapılan herhangi bir davranıştan, eylemden demokrasi çıkmaması bizim nihai sonucumuz olmalı mı? Sırf bu çocukların, bu ayrımcı ve dışlayıcı yorumlarıyla, iftarın demokratik mesajını yok etmeleri, iftarın kendisinin önemini (en azından naif çabayı ve ardında yatan niyeti) azaltır mı? Ben, Gezi’nin İstiklal’de yaptığı bu yeryüzü sofrasıyla, siyaseten vermeyi beceremediği sınavı ayrı tutma taraftarıyım. İki hafta önce Gezi’ye “artık siyaset yapalım, kendimizi dışarıya kanıtlamamız lazım, yoksa sıradan ergenler olarak kalacağız” demiştim. Şu an bu yorumun çok uzağından, sadece sosyal hayata dair, bir sivil toplum oluşumundan bahsediyorum. İnsanların forum yapmaları, birlikte iftar sofralarına oturmaları bile, benim için çok değerli ve anlamlı şeyler. Evet bu forumlarda gençleri kuşatan ve buram buram kokan modernizmi, çağdaşlığın getirdiği ego şişmesini, bizzat laik olunduğu için kendilerini ‘demokrat’ sanmalarını da, içim kıyıla kıyıla, rahatsız ola ola izliyor ve takip ediyorum; ama tam da başka kimliklerin bir araya geldiği böyle ortamları sapına kadar desteklemek gerektiğini düşünüyorum. Çalıştığım dershanedeki öğretmenler toplantılarında, öğretmenlerin ne kadar çözümden uzak, analitik düşünemeyen, sorun odaklı kararlar veremeyen kişiler olduklarını gördükçe aklımı kaçırıyorum. Toplantılar, var olan problemlerin hiçbiri çözülemeden ve hocaların sadece içini döküp tüm sorunları anlattıkları, korkunç boşalmalardan sonra bitiyor. İşte bunu eleştirebilirim, bu kişilerden siyaset bekleyebilirim. Ama farklı kimliklerin, hayatında birbirine dokunamayan kişilerin bir araya geldiği böyle sıra dışı oluşumlarda, bu gruplardan bunu beklesem bile o kadar da ciddiye almadan beklerim. Çünkü Gezi’deki farklı kimliklerin çadırlarından bile öte, o kurulan iftar sofrası benim hayalimin, benim ütopyamın bir geceliğine de olsa gerçekleşmesi demekti bu. O mini şortlu kızların yoga yapmaktan aşina oldukları bağdaşı kurup, iftar sofrasında, Müslümanlarla oruç açmasından daha değerli bir an yoktur benim için. Bu ülkede yaşayan bu ülkede büyümüş ve 30’una yaklaşmakta olan biri olarak, kurduğum en ütopik hayalin bir günlüğüne de olsa gerçekleşmesini sağlayan şeydi Gezi. Ahmet Hakan, milli görüş zamanından tanıdığı bir arkadaşını İstiklal’deki iftar sofrasında gördüğünde arkadaşı “böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal verir miydin Ahmet?” diye sorunca Ahmet Hakan; “vermezdim, vermezdim, vermezdim” demiş. Aynen de üç kere söylenecek bir durum bu. Evet, o çocuklardan demokrat çıkmayacak, evet, o sofraya oturan gençlerden bazıları belki de Kürtlere ayrımcılık uygulayacak, ilk kez oruç açan o kız belki de türbanlı birini görünce ondan nefret edecek, darbe isteyecek, darbe olursa sevinecek... Bilmiyorum. Ama Gezi’nin, kim derse desin, yüzde bir de olsa, okyanusta damla da olsa bir algı oluşturduğu kesin. Benim mantığım bu açıdan artık Pascal Kanunu’na göre şekilleniyor.

Gezi olup bitti. Gezi’nin varlığının, yokluğundan ne olursa olsun bir gram daha değerli olduğunu düşündüğüm için Gezi’yi destekliyorum. Gezi’den demokratik talep, siyaset yapmasını bekledik, olmadı. Peki olmaması, hiç olmamasından daha işlevsel miydi? Gezi’den beklediğimiz şeylerin karşılanmaması bile, onların varlığına bağımlı. Dolayısıyla Gezi’nin %51 kanunundan desteklenmesi bana kalırsa elzemdir. 

@ismail_yaprak

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Gezi'yi anlamanın zorluğu


Yine kabaca ikiye ayrılmış durumdayız. Bir tarafta Gezi’yi başbakanı devirmek için bir araya gelmiş bir kalkışma olarak görenler; diğer tarafta Gezi’nin, çok kültürlü, farklı seslerin bir araya geldiği, kalıplara sığmayan, bir kitle hareketi olduğunu düşünenler. Üstelik insanlar bu ayrım gereği tartışma programlarında karşı karşıya, birer rakip olarak da geçebiliyorlar. Gezi’yi öve öve bitiremeyenler karşı taraftan Gezi’nin olumsuzlukları sayılarak; Gezi’yi bir çırpıda darbeci ilan edenler de karşı taraftan olumlu yönleri karşılanarak bertaraf edilmek isteniyor. Örneğin dünkü Haber Türk programında, Koray Çalışkan, Gezi’nin temelde bir çevre duyarlığı ile başladığını söylediği anda Kurtuluş Tayiz araya girip “başkanlık binasını yakanlar mı çevreci?” diye son derece yanlış bir soru soruyor. Hayko Bağdat’a “peki siz hükümet olsaydınız, bu kalabalıkla nasıl baş ederdiniz?” diye sorulduğunda, “ne baş etmesi, halka karışmazdım, istediği protestoyu yapardı” diyebiliyor. Kurtuluş Tayiz daha 2007 yılında darbe planlarının yapıldığının unutulmaması gerektiğini söylediğinde Bağdat “yahu bu kadar millet darbeden acı çekmedi mi, biz hepimiz darbe mağduru değil miyiz? Gezi’de yer alan Kürtler, eşcinseller, solcular, Müslümanlar darbe mağduru değil mi? Biz neden darbe isteyelim?” gibi inanılmaz duygusal ve içi son derece boş yorumlar yapılabiliyor. İşin daha da tuhafı Bağdat “tam beş kişi öldü bu olaylarda, bunun bir kıymeti yok mu? Yarın ben polis kurşunuyla ölsem ne yapacaksınız, bunun sıradan bir Gezi kazası olduğunu mu söyleyeceksiniz?” diye sorduğunda, Tayiz tarafından “bu yaptığın iğrenç bir popülizm, ölüler üzerinden siyaset yapılmaz, ona bakarsan Kürt savaşında 30 bin insan öldü” gibi, cidden trajik anlara varan, şaka gibi ayar çekmeler de vuku bulabiliyor.

Kimsenin kendi inandığı ve inandığı ölçüde müridine dönüştüğü gerçekliği tüm yönleriyle ele alma ve yorumlama yeteneği yok. Sanki Taksim Dayanışması Gezi’yi bütünüyle temsil ediyormuş gibi, Gezi’nin savunulmasına zarar vermemek adına Taksim Dayanışması’nın komik olmaktan öteye gidemeyen istekleri savunulmak zorunda kalınıyor! Yarattığımız ve savunduğumuz gerçeklik, hızla kendini merkeze koyuyor ve biz o merkezden uzaklaşmayı kendi görüşümüze ihanet etmek olarak görüyoruz. Gezi direnişinin laik gençlerin bir itirazı olduğunu kabul etmek bile sorun… Tayiz, duran adam eyleminin Kürtler tarafından irite edici, çünkü son derece ulusalcı bir nüve taşıdığını söylediğinde (Duran Adam’ın Atatürk ve Türk bayrağına karşı durduğunu anımsayın), Koray Çalışkan bu gerçekliği bile reddedip “yapma Allah aşkına” diye çıkışırken Bağdat akıl tutulmasından mustarip iyice saçmalamanın dibine vurarak şöyle diyor: “o bayrakları oraya başbakan astırdı bu arada.” Ne oluyoruz? Bir taraf tutmak, temel gerçekleri yok etmede bu kadar mı başarılı? Eğer öyleyse, öve öve bitiremediğimiz avuç içi kadar liberal ve demokrattan da umudumuzu keselim o zaman.

Kürt barışının sağlanması ve yeni anayasanın yapılması gibi çok önemli bir virajın alınacağı bir dönemde, tabiri caizse durduk yere patlayan Gezi olayları, tarihin yönünün bilinemeyeceğine bir kanıt oluştururcasına bambaşka bir gündem yarattı. Hepimiz, düşünce dünyamız ve zihniyetimize göre bir tarafa savrulup, savunduğumuz görüşün içini; “sonradan” olan, reel bir olgunun gözlemlenmesinin rahatlığıyla, istediklerimizle doldurmaya başladık. Çevre duyarlığından başlayan bir kalkışmanın nesnesi (park), bu yüzden, öznenin algılamasına göre değişti ve daha sonra özneler farklılaştığı gibi nesne de farklılaştı. Başında sadece “çevreci” diye nitelediğimiz insanlar, bu kimliği genişletip Kemalist, Müslüman, vatandaş, eşcinsel, solcu vb. kimliklere evirildiler. Bu patlamanın ve farklı kimliklere ait kişilerin aynı ortamda buluşması, Türkiye gibi, özgürlük ve eşitlik kavramlarını ancak belli bir cemaatin içinde anlamlandıran bir ülkede hayli şaşırtıcıydı gerçekten. Başörtüsüne özgürlük için yürüyen gruplara laiklerin duyarsız kaldığı, alkol düzenlemesi konusunda Müslümanların; laiklerin hislerini anlamaya tenezzül etmediği, kısacası herkesin özgürlüğü kendine olduğundan, başkalarının özgürlüğü için pek de yan yana gelinmeyen bir ülke burası. Bu yüzden de birbirleriyle bin yıl geçse bir araya gelemeyecek kimliklerin Gezi vesilesiyle bir araya gelmesi, kim ne derse desin, direnişin en önemli kazanımıdır. Bu farklı kimliklerin bir araya gelmesinden sonra üretilecek her yorum bir bakıma kendi zihniyetimizin de dışa vurumu olacaktır, çünkü “nihai” anlamda elimizde olan ve Gezi’nin neden olduğu ampirik anlamda bir “sonuç” söz konusu değildir. Bu anlamda Gezi’ye bakan eski solcular gençliklerini hatırlayıp devrim nostaljisi yapmakta; Kemalistler başbakanın devrileceğini hayal etmekte; Müslümanlar yeni bir 28 Şubat’ın ve darbenin varlığından şüphelenmekte; demokratlar ise zaman zaman naif ve duygusal biçimde bu çok kimlikli ortamın keyfini çıkarıp bunun “Yeni Türkiye” olduğunu iddia etmektedir. Oysa bildiğimiz tek şey sadece çok kimlikli bir ortamın oluştuğu ve elbette tam bu çok kimliklilikten bekleneceği üzere, ortaya bir sürü uyuşmazlığın çıktığıdır. Sosyal hayatta, normalde zaten dışlanan türbanlılar, Gezi’de de, Gezi direnişinde yer alan bazı gruplar tarafından yine hakarete uğramışlardır. Günlük hayatımızdaki bu “sıradan” gerçekliğin Gezi olaylarıyla sıra dışı hale gelmesi hem şaşırtıcı hem de çok açıklayıcıdır. Çünkü Gezi’nin ayakta kalmasının ve meşruluğunun sağlanması için “saf ve temiz” bir hareket olduğunun kanıtlanması gerektiği sanılmaktadır. “Tüm farklı kimlikler kardeşçe omuz omuza” diye lanse edilen bu durum, gerçekliğin bir parçası olduğu gibi tamamı değildir elbette. Türbanlılardan nefret eden birinin Gezi’ye katıldığı anda arınması gerekiyormuş gibi davranılmakta, bu kişilerin birden türbanlılara sempati duyacağı varsayılmaktadır. Gezi, bir gerçekliğin merkezi, insanın benlik bütünlüğüne varacağı bir Hint tapınağı değildir. Herkes tüm kirliliği, tüm yanlışları, tüm kırmızıçizgileri ve dogmalarıyla orada buluşmuş ve kendi algılarına göre itirazlarda bulunmuştur. Dolayısıyla Gezi tarafından mağdur edilmiş biriyle, Gezi’yi temiz ve saf bir oluşum olarak gören biri, farklı taraflara savrulmalarına rağmen aynı merkezde buluşmaktadırlar. Bu gerçekliklerden biri ötekini götürmez, sadece yan yana var olurlar o kadar. Demek ki Gezi içinde darbe isteyenleri, şiddet yanlılarını, ırkçıları, islamofobikleri, homofobikleri, ulusalcıları vb. görmemek, sadece çocuksu bir şekilde “görmek istemediğimiz” anlamına geliyor. Bu durumu yarışırmış havasına sokup “türbanlılar, eşcinseller, Kürtler, solcular, liberaller, Müslümanlar, laikler de oradaydı” demek, bozuk paranın öbür yüzü olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor.

Olguların tarafsızca tespiti veya bizzat tarafsız olmak gibi istekler biz ne kadar istesek de çok da mümkün olmayan şeyler. O halde, Gezi’yi sadece olduğu gibi yorumlamak ve bu dinamik süreçten “istediğimizi çekip almamak” arzusuyla yola çıkıyorsak, kendimize şunu sormamız gerekiyor: Pratikte, herkes bir olayı, kendi zihniyetine göre okuyorsa, Gezi’den bu okumalara göre çıkacak anlam pozitif midir, negatif mi? Solcular iman tazelediler, darbecilerin umutları boşa çıktı, AKP’nin temel tabanı olan Müslüman kesim partisine olan bağlılığını konsolide etti ve liberallerin büyük çoğunluğu farklı kimliklerin birbirine değdiğini, birbirini tanıdığını gözlemledi, sevindi. Bu listeye, Gezi’den önce ve sonra diye bakarsak, radikal bir değişikliğin olduğunu iddia edebilir miyiz? Gezi olayları, sonuç olarak, bizi kendi varlığından önce ve sonra diye bölerse, önceki bir Türkiye’yi mi, yoksa sonrakini mi tercih edersiniz? Benim buna cevabım ikincisidir. Gezi sadece bir darbe teşebbüsüyse başarısız olmuştur, ama bunu iddia edenler bile Gezi’nin “sadece” bu olmadığında hem fikir. Her kimlik ve grup, kendi orgazmını yaşadıktan sonra (büyük resimde bir değişikliğin olmaması dışında) bir kazanım elde etmedik mi gerçekten? Gezi’nin kimsede “büyük bir aydınlanma ve demokratlaşmaya” neden olmadığını iddia edenler bir anlamda haklılar. Belki bu direnişin öznesi olan (çoğu laik) gençler, bu direnişten sonra birden demokrat olmayacak, birden Kürt barışını desteklemeyecek, türban özgürlüğünü savunmaya başlamayacak. Ama kim ne derse desin, bu direnişte bambaşka bir dünya, bambaşka bir gerçekliğin olduğunu görenler de oldu. Doğu’daki Kürt kardeşlerini şimdi daha iyi anladığını yazıp özür dileyenler, Lice’deki olaylar üzerine hayatında ilk kez omuz omuza daha önce adlarını bile anmaktan sakındığı Kürtler için yürüyüş yapanlar, yan çadırdaki daha önce tiksintiyle yaklaştığı eşcinsellere çay ikram edip onlarla tavla atanlar, daha önce sadece yobaz ve gerici olmakla itham ettiği türbanlı bir kızla dünyanın en güzel ülkelerinin nereleri olduğunu tartışanlar, hayatında ilk kez camiye girip bir iftar sofrasına oturanlar, alkol kullanan yan çadırdaki kişilerin namaz kılan kendisine öcü gibi davranmadığını görenler oldu… Tolstoy’un sahildeki denizyıldızlarını denize fırlatan kahramanı gibi biraz. Denizyıldızlarını fırlatan adama “sahilde yüzlerce denizyıldızı var, hepsini kurtaramazsın” dendiğinde, adam, elindeki bir tanesini fırlatıp “ama o kurtuldu” demiş ya… İşte benim için Gezi’nin anlamı budur.

@ismail_yaprak

9 Temmuz 2013 Salı

Yıldıray Oğur, Yeşilçam ve arabesk…

Sormamız gereken soru Yıldıray Oğur gibi çok sevdiğimiz ve bunca yıl duruşuyla kendini demokrasi havarisi olarak kabul ettirmiş bir demokratın nasıl olur da Gezi olaylarında çuvalladığıdır. Bu süreçte beni en çok şaşırtan şey Oğur’da hayran olduğumuz o sinsi zekânın en beylik düzeye düşmesi oldu. Çünkü Gezi direnişini destekleyip desteklememek de en nihayetinde bir görüştür. Örneğin Tayyip Erdoğan’ın Gezi’yi eleştiren yorumlarını, onun zihniyetini de düşünerek “anlamak” mümkündür. Kendisi Türkiye tarihinde eşi benzeri olmayan böyle bir kalkışma karşısında apışıp kalmış, ne yapacağını karar verememiş, hatasını kabul etme yürekliliğini ‘geri adım atmak’ olarak görmüş, olayın nedenlerini ‘dış güçlerde’ aramıştır. Erdoğan’ın içinde bulunduğu durum, tarihsel geçmişi, taşıdığı ideoloji ve zihniyet incelendiğinde, kendisinin Gezi’ye verdiği cevabı son derece hatalı ve sorunlu görsek de onu yine de “anlarız.” Oysa Erdoğan’a tanıdığımız bu ‘toleransı’ Oğur’a (ve onun gibi demokratlara) tanıma şansımız elbette daha zordur. Üstelik Oğur, Gezi gibi eşi benzeri daha önce görülmemiş bir fenomeni akıl almaz bir sığlıkla karşılamış ve bu inanılmaz zengin sosyolojik dünyayı indirgemeci bir yoruma hapsetmekle akıllara ziyan bir duruş sergilemiştir. Kendisine gülüp geçtiğimiz Erdoğan’ın “bunlar” söylemi, adeta Oğur’un fikirlerinin en sadeleşmiş hali gibidir. Çünkü Oğur, dinamizmden çatlayacak kadar veri barındıran direnişe (Mahçupyan’ın analizleri şimdiden 7 yazıya ulaştı) altı üstü dikotomik açılardan yaklaşmış, nihayetinde “ya bizdensin ya onlardan” şiarına güle eğlene varmıştır. Nasıl bir araya geldiklerine inanamadığı ve bir araya geldikleri için de demokratları suçladığı bakış açısı, yine dikotomi içerdiğinden, sürekli elinde kalmaya mahkûmdur (bkz: demokratlar ırkçı faşistlerin yanına düştüyse, Oğur da –o halde- Hasan Karakaya ve İsmail Türüt’ün yanına düşmüştür; seç, beğen, al).

Demokratların ülkenin refahı için, hiç olmadık zamanlarda olmadık gruplarla yan yana gelişi hepimizin bildiği en sıradan durumlardan biridir. Bugünlerde artık kanıksandığı için çok dikkat çekmeyen fakat yıllardır demokratlara yöneltilen “AKP yandaşlığı” meselesi Oğur’un tezinin en naif şekilde çürüyebileceği nokta olabilir. Laik bir demokratın, İslami duyarlığa sahip muhafazakâr partiyle yan yana gelmesini tuhaf bulmayan Oğur; Gezi’de aynı demokratlar; TGB, Kemalistler, Ortodoks solcular ile yan yana gelince tuhaflık bulabilmektedir. Bu tespite Oğur; AKP ile TGB’yi aynı kefeye koyarak çok büyük hata yapıldığını iddia ederek karşı çıkacaktır. Bu yorum elbette doğrudur, ama o zaman Oğur tamamen farklı kimlik ve ideolojilerden oluşan gruplar yan yana geldiğinde bunu objektif bir veri olarak almamakta, bizzat o veriyi kendi algı dünyasının kodlarıyla doldurmaktadır. Bu yüzden bir muhafazakârla bir laik demokrat yan yana geldiğinde “bunlar nasıl yan yana gelebildiler” sorusu ortadan kalkar, çünkü bu “normaldir”. Bir kemalistle bir demokratın yan yana gelmesi ise normal değildir. Buradan ortaya çıkan sonuç, Oğur’un, ne kadar demokrat olursa olsun, kafasında bir öncülle hareket ettiğidir. O öncül ise artık bugün iyice gün yüzüne çıkan sol fobidir.

Oğur için hayat; kendi algıladığı, anlam verdiği, kabul ettiği, alıştığı şekilde ilerlediğinde hiçbir sorun yoktur; oysa onun dışında bir olay gerçekleştiğinde bu olayın analizi zorlaşmaktadır. Yıllar boyunca kemalizmin sol sanıldığı bir ülkede, kemalizmin bizzat sağ olduğunun deşifre edildiği bir düşünce dünyasının içinden gelen Oğur’un ülkedeki konumu, bu politik alt yapı oluşturulduktan sonra, tıkır tıkır işlemiştir. Ülkenin kalkınmasının/ demokratikleşmesinin muhafazakâr bir partiye düştüğü on yıllık süreçte, bu politik alt yapı, yanına bir güzel ego tatmini sağlayan, Türkiye’yi yakından anlayan birinin rahatlatıcı hınzırlığını da devşirivermiştir. Demokratlığının sol fobiyle koyun koyuna gittiği algı dünyasının rayları bir kez olsun değiştiğinde Oğur’u demokrat yapan itkinin ‘demokrat zihniyet’ olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun daha net anlaşılması için bir analoji kurmamız gerekirse…

Yıllar boyunca kendini dürüst ve namuslu olarak gösteren ev sahibinin, bir şekilde yalancının teki ve namussuz biri olduğunu öğrenen bir çocuk hayal edin (ve bu çocuğun hislerini paylaşan ve onu yakından tanıyan çok yakın bir arkadaşı olsun). Tam tersine sürekli dışlanan, çocuk taciz etmekle ve hırsızlıkla suçlanan ev sahibinin bir de kardeşi olduğunu düşünün. Tüm ev ahalisi ve tüm yöre ev sahibini “iyi” olarak bilirken, asıl iyi olan kardeşi herkes “kötü” olarak bilmektedir. Durumun farkında olan ve her şeyi bilen çocuğun adaletli olması, iyinin yanında olması, bir gün gerçekleri ortaya çıkarmak için çabalaması, tüm bunları kendine hedef olarak koyması ve içselleştirmesi; çocuğu bizatihi “demokrat” yapmaz. Sadece koşullar gereği, içine düştüğü tarafın onu demokratlığa ittiği anlamına gelir. Yıllar boyunca adaletin peşinden koşmuş bu çocuk, aslında adalet kavramını bir ilke ve belli bir zihniyet üzerine değil; onun geleceğini parselleyecek bir olgunun üzerine inşa etmiştir. Sonra bir gün mazlum olan ve iftiralarla hayatı kararan “iyi” kardeşin, ev ahalisinden birinin çocuğunu dövdüğü görülür. Bu çocuğun dövülmesine tüm ev ahalisiyle birlikte ev sahibi de karşı çıkar. Hep birlikte buluşup “iyi” kardeşin üzerine yüründüğünde, bizim çocuk tüm gerçekleri bilen ve bunca yıldır yanında olan dostunun da kalabalıkta olduğunu görünce beyninden vurulmuşa döner. Onun nasıl olur da yalancı ve çirkef ev sahibiyle, çıkarcı ve ikiyüzlü kızıyla, otoriter ve şiddet yanlısı oğluyla yan yana geldiğine inanamaz. Böylece tüm gerçekleri bilen ve hep yanında olan dostunu “onlar” gibi olmakla suçlarken, her zaman sevdiği ve ezilmiş olduğuna inandığı “iyi” kardeşin linç edilmek istendiğine karar verip, onu desteklemeye devam eder.

Görüldüğü gibi tarihsel açıdan ve konjonktürel yapı gereği içine düştüğümüz ideoloji, bizi kendiliğinden demokratmış gibi gösterse de öyle olmadığını ortaya çıkaracak bir yarılma elbet gün gelip bizi bulacaktır. İşin tuhafı, yukarıdaki analojide olduğu gibi, Oğur’un içinde yoğrulduğu düşünce dünyası açık bir arabesk dünyaya gönderme yapar. Tüm o iyinin ve kötünün net şekilde bölündüğü Yeşilçam filmleri, içinde hiçbir dinamizm barındırmadığı için, düşünce anlamında yıllar boyunca seyircisini pasif anlamda sömürmüş; ama hepimiz iyinin tarafını tuttuğumuz için de bizi duygusal anlamda bir güzel memnun edip, afyon havuzunda yüzdürmüştür. Oğur’un yarattığı bu “kötü adam” fobisi ve hayatı çok net olarak ikiye bölme hastalığı; onun iyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi olabileceği basit temel gerçeği bile görmesini engellemektedir. Gezi olaylarıyla ilgili yazdığı ilk yazısında, benim çok beğendiğim ve kendisinin zihniyetini en iyi özetlediğine inandığım bir cümlesini buraya yazıyorum: “Ben, Menderes’in idamını radyodan ağlayarak dinleyen büyükbabamın, yani sessiz çoğunluğun yanındayım.” Bu cümleye sinmiş buram buram Yeşilçam kokan o havayı alabiliyor musunuz? Sizce de bunca zaman sarkastik ve ironik üslubunun altında, aslında son derece yüzeysel, arabesk ve iyilerin kazanmasını isteyen naif bir çocukluk yatan, asıl Yıldıray Oğur’u deşifre etmenin zamanı gelmedi mi? 
 
@ismail_yaprak

Varolşçuluk

Bana şöyle bir olay anlattığında arkadaşım, çoğu zaman ona yalandan hak verirdim. İş yerinde her zaman görevini yapan, eli yüzü düzgün biri olarak çalışmasına rağmen, patron tarafından sevilmeyen de yine o oluyormuş. Çünkü patron aslında yapılan işe değil de, çevresinin kendisiyle olan ilişkisine bakıyormuş. Bunun farkında olan diğer çalışanlar işlerindeki performansa nazaran patronu kafalamaya kafa yoruyor ve onu çeşitli yönetmelerle tavlamayı başarıyorlarmış. Şu durumda arkadaşım en fazla dürüstlüğünün ve çalışkan olmasının diyetini ödüyor ve sürekli kötü koşullar altında çalışmak zorunda kalıyormuş.

Buradan bizim çıkarmamız gereken sonuç, Kantçı ahlakın bizzat ahlaksızlık olduğudur. İş yerinde dürüst ve çalışkan biri olman, ikiyüzlü ve tembel kişilere oranla daha az önemseniyorsa eğer, “suç” o insanlarda mı yoksa sende mi? Bize empoze edilen ve uymamız gerektiği söylenen ahlak yasalarını anlamak mümkündür, ama bu ahlak yasaları herkesin zihniyetine göre algılanacağından, herkes kendine göre bir dünya yaratacak demektir. Bize düşen içinde bulunduğumuz bağlama göre bunu gözlemlemek ve ona göre hareket etmektir. Hiç değişmeyen, sabit bir ahlak kavramına takılıp kalmak, dinamik ve diyalektik şekilde sürekli hareket halinde olan hayata saplanıp kalmak anlamına gelecektir. Dolayısıyla büyük bir hararetle ahlakı ve dürüstlüğü savunan kişiler bu konuda politik doğrucu anlamda sonuna kadar haklı olsalar da, hayatın önümüze sunduğu bağlamlar göz önüne alındığında kendilerinin sadece tembel oldukları ortaya çıkmaktadır. Bir merkez ilan etmek ve çevrenin bu merkeze göre hareket etmesini sağlamak son derece rasyonel bir tutumdur, ama hayat bizim istediğimiz şekilde hareket etmez ve hareket etmediğinde kızacağımız son şey hayatın bizzat kendisi ve merkeze yapışmak istemeyen diğer unsurlar olmalıdır.

Bu gibi nedenlerden dolayı her şeyin var olduğu için var olduğu bir görüşe, varoluşçuluğa ulaşılır. Bizim istemediğimizin dışında bir şey mevcut değildir hayatta. Biz, kafamızda yarattığımız ve normatif kıldığımız dünyanın gerçekleşmesinin meşru olduğuna inanırız. Dindarlar bunun burada olmayacağını keşfettikleri için öbür dünyayı yaratmış, öldüğümüzde bunun gerçekleşme şansının olup olmadığı bilinemeyeceği için de son derece rasyonel bir dünya görüşüne ulaşmışlardır. Haksızlıklar, yolsuzluklar, ölümler ve işkenceler vardır; olmaması gerektiği halde vardır ve öbür tarafta bunların karşılığı verilecektir. Oysa neden olmaması gerektiğinin açıklaması yapılamamaktadır. Silahı bir insanın beynine dayayıp sorun: “seni neden öldürmeyeyim?” Şimdi bunu gerçekten, ciddi ciddi düşünmenizi istiyorum. Neden ölüm olmamalı? İnsan olduğumuz için mi? Tanrı yasakladığı için mi? Yasalarca yasaklandığı için mi? Ahlaka, merhamete, sevgiye inanıyorsak mı? Neden? Bunun cevabı yoktur. Verilecek tüm cevaplar insanın vereceği cevaplar olacaktır, dolayısıyla bu cevapların “yapısal/ kurgusal” olması farzdır. İnsan kendi kendini oluşturan, kendisi dışında rehberi olmayan, dünyaya atılmış, özgür bir varlıktır. Ona yol gösterecek hiç kimse olmamıştır, hiçbir zaman da olmayacaktır. İnsanlığa rehber olarak ortaya çıkmış kişiler sadece insanlığa rehber olmuşlardır; ama sonuçta bir insanlık retoriğinin içinden konuşmuşlardır. Çalma, tecavüz etme, öldürme gibi salıklarda bulunmuşlardır, ama bu salıkların meşruiyeti nerede aranmalıdır? Tam tersine ölüm, tecavüz ve hırsızlığın bizzat kendisini meşru kılmaktır onları yasaklamak. Zizek’in, Musa’nın 10 emri hakkında yaptığı yorum bu açıdan mantıklıdır: yapılmaması gerektiği söylenen bu emirler, tam tersine bizzat bu emirlere karşı gelmeyi meşrulaştırmaktadır. Hayatta var olduğumuz anda, artık yok olmamız mümkün değildir. Söz söylendiği anda, artık vardır. Atom bombasının varlığı, var olduğu anda milyonların ölmesine neden olmuştur. Bize verilen emirler, verildiği anda artık tersinin varlığını da kanıtlamış olurlar. "Bu emirlere uyun", denir; uyulmadığında cezasını çekeceğimiz söylenir. Ama zaten hep öyle olmamış mıdır? "Onu öldürme". Neden? "Çünkü bunun bedelini ödersin". Aslında modern dünyada oluşturduğumuz medeniyet tüm bu emirlerin olduğu dünyayı bir perdenin altına gizlemeyi istemiştir. Orta çağda, belki, hiyerarşinin tepesinde bir insan olduğunuz için, size tüküren yoksul bir tezgahtarı kılıcınızı çıkarıp oracıkta öldürebiliyordunuz ve başınıza bir şey de gelmiyordu. Bugün aynısının geçerli olmadığını kim iddia edebilir? Bir bakanın oğluyla bir olduğunuzu iddia edebilir misiniz? Hayata ölüm penceresinden baktığımızda kafamız bulanıyor. Belki bir aristokrat, sırf canı istediği için, bir demir işçisini öldürebiliyordu. Bu o döneme göre “normal” karşılanıyordu. Ölüm, siz hiçbir şey yapmasanız bile gelip böyle salak nedenlerle sizi bulabiliyordu. Peki Tuzla’daki işçilerin, öylesine ölen bu demir işçisinden ne farkı var? 600 yılda öve öve bitiremediğimiz insanlık, keyfiyetten adam öldürmeyi engellemiş, ama onu bile engellediği söylenemez. Burdur’da adam cinnet geçirdi ve 6 kişiyi öldürdü. Antalya’da bir minibüs şoförü sinirlendi ve müşterisini bıçakladı. Ölüm yasaktı hani? Hani emir vardı “öldürme” diye? Cehennemde yanacak olmak, hapiste çürüyecek olmak değiştirdi mi bu durumu? Hayır. İnsan, insanlığını yapmaya devam etti.

Öyleyse bir şey oluyorsa, olduğu anda artık oluyor demektir. O olan şeye insani kavramlarla yorumlar yapmanın alemi yoktur. Bunu en güzel anlatanlardan biri Coen kardeşler… Filmlerinde insanoğlunun kafasında yarattığı merkezin dışında, kontrol edemediğimiz olaylar meydana gelir, hiçbir şey istediğimiz gibi gitmez vb. Ama Coenlerin dünyasında koyu bir sinizim, zaman zaman sonu belirsizliğe varmak zorunda kalan bir nihilizmin varlığı hissedilir. Hayatın durdurulamazlığını kabul eden Coenler, bundan hayatın kafasına göre aktığı, insanın da onun kölesi olduğu, yönünü belirleyemeyeceği bir dünya görüşüne varırlar. Biz, onlara göre havada uçuşan bir tüyüzdür sadece. Hayatın ne olduğunun keşfi, onları bunu kabullenmeye, içselleştirmeye ve olacak olan her şeyin kabulüne yönlendirmiştir. Oysa hayatın ne olduğunun keşfi sadece bir olgudur, bir bilgidir. Bu bilginin keşfinden sonra yapılacak olanlar da yine bizim zihniyetimize göre şekillenecektir. Her şeyin sebepsizce var olması, bizim sebepsizce bu dünyada var olmamız, bu hayatta boş yere var olduğumuz anlamına gelmez. Öylesine var olduğumuz gerçeğine “boş yere” diye yorumda bulunan yine bizizdir neticede. Sonuçta bunun da bilinmezliği aşikardır. Ortaya çıkan sonuç dünyanın içine atıldığımız ve onun içinde yaşamaya zorlandığımızdır. Zorlandığımız diyorum, çünkü doğmayı isteyen biz değilizdir, ama artık doğduktan sonra da doğmuşuzdur. O halde içinde bulunduğumuz koşullar gereğince seçim yapmamız gerekir. Mısır’da doğmuş bir kölenin, Afrika’da doğmuş yiyecek hiçbir şeyi olmayan bir bedevinin, Türkiye’de köyleri yakılan bir Kürt’ün seçmekten başka hiçbir şansı yoktur. Bu insanların eşit olmadıkları kesindir ama zaten eşit olmak da insanın tahayyül ettiği, olması için dua edip durduğu normatif bir hayaldir sadece. Benim ders çalışıp üniversiteye gidip gitmeme şansım varken, bir kölenin efendisine iyi davranıp bir adet fazla ekmek alıp almama şansı vardır belki. Hitler Almanya’sında doğmuş bir Yahudi’nin seçme şansının olmadığını söyleyebilirsiniz elbette, ama bu beni sizinle kavga etmeye çağırmanızdan başka anlam taşımaz. Hayatta var olmanın zorunlu olduğu ve özgürlüğe mahkum olduğumuz kabul edilirse, birilerinin çıkıp “ama Afrika’da çocuklar ölüyor, ama orada doğmayı onlar seçmedi” haykırmalarına ters düşmüşüz gibi düşünülebilir. Burada kimseye bir şey kanıtlanmak istenmiyor. Sonuçta kim ister durduk yere insanların ölmesini? Ama insanlar maalesef ölüyorlar. Çünkü biz insanoğlu bize verilen seçme şansını iyi kullanamamışız demek ki. Bir oyun havuzunda düzgün bir şekilde oyun oynamaktansa birbirlerinin gözünü kör eden çocuklar varsa ne yapılabilir? Ne yapalım? Neden birbirlerine yardım etmiyorlar da birbirlerini kör ediyorlar? Bunun nedeni hayat mıdır? Şeytan mıdır? Nedir? Ama başka bir yerde başka çocuklar birbirlerini kör etmiyorlar. Bardağın dolu tarafını görmek demek değildir bu. Sadece bardağın var olması meselesidir. Bardak vardır ve onun dolu ya da boş olmasının pek de bir önemi yoktur. Vardır elbette, ama bardağın varlığı, dolu veya boş olmanın önüne geçer. Çünkü dolu veya boş olması onun varlığının garantisidir. Bardak olmasaydı doluluk veya boşluğun bir mantığı olur muydu?

İşte varoluşçuluk sadece var olduğuna inanmak ve bundan garantici veya nihilist bir yorum çıkarmamaktır. Ama tam da var oluş bu yorumların çıkmasının da nedenidir. Var olduğumuz için kimimiz bunu hiççiliğe yoracaktır, kimimiz de bunun bir anlamı olduğuna… Bunlardan ikisi de saçmadır, hayat sadece akar, demek, yine bir görüşü parsellemek demektir; ben bu görüşü savunurum elbette, ama bu görüşün de sadece benim beynimden çıkmış, benim algımla yoğrulmuş bir görüş olduğunun da farkındayımdır. Buradan da herkesin kendine ait bir görüşü var gibi bir anlam çıkarmam, çünkü zaten öyledir, bunu benim söylememe gerek yoktur; buradaki mesele, var olduğum ve bu dünyada yaşadığım sürece kendi varlığımı sürekli aşmak ve sürekli seçmek zorunda oluşumdur. Buna karar veren de insanın bizzat kendisidir ama bu insan zaman zaman üst-insan olma hatasına düşmektedir. Bir arada yaşama ve refah seviyesini arttırma adına bir kurallar bütünü oluştururum, bunu kendi sağlığım için yaparım ama bunun yapılmasının da koşullara bağlı olduğunu hatırlamam gerekir. Koyduğum bir kural sadece koyduğum bir kuraldır aslında. Ona uymam gerektiğini bilirim, ama ona uymamam gerektiğinin de farkındayımdır. İşte insan bu gel gitlerin, bu söylendiği anda var olan cümlelerinin, yorumlarının esiridir bir bakıma. Ne yaparsa yapsın bundan kaçamaz. Örneğin Gorgias 2500 yıl önce hiçbir şeyin var olmadığını, olsa bile bilemeyeceğimizi, bilsek bile başkalarına anlatamayacağımızı iddia etmişti. Varmak istediği yer her şeyden şüphe etmemiz gerektiğiydi. Kesin olan hiçbir şey yoktu ona göre. Oysa kesin olan hiçbir şeyin olmadığından şüphe edebilmek için şüphe ettiğinden de emin olmak gerekir. Bir şüpheci, şüphe ettiğinden emin olmazsa nasıl şüphe edebilir ki? Aynı şeyi Albert Camus yaşam adına çözmüştü. Eğer hayat iddia edildiği gibi anlamsızsa, hayatta hiçbir anlam yoksa belki intihar etmek doğru bir seçimdir. Ne var ki “hayatta hiçbir anlam yoktur” cümlesi bizzat hayatın anlamı olduğu anlamına gelir. Çünkü hayatın hiçbir anlamının olmadığı anlamlıdır. Demek ki insan var oluşundan ne yaparsa yapsın kaçamıyor. Hep var olmak ve seçmek zorunda kalıyor. Sadece ve sadece kendini aşmak ve ilerlemek istiyor. İstese seçmez, istese ilerlemez; ama seçmediği anda bile bir şey seçmiş olur insan. Taraf tutmadığı anda bir tarafı tutuyor demektir. İnsanoğlu özgürlüğünden kaçamaz, özgürlüğüne tutsak olmuştur, tüm derdi bu özgürlüğüdür zaten. Bu özgürlüğünün başına açtığı belalardır onu hayata karşı bileyen. İçten içe özgür olmamayı, içten içe prangaya vurulmayı ister. Kafka zincire vurulmanın rahatlığını yaşayan ve huzur içinde var olan kişileri örnek verirken bunu anlatmaya çalışmaktadır.

O halde rüşvet vererek işini halleden adam da, hayatını kazanmak için hırsızlık yapan hırsız da sadece var olmaktadırlar. Bunun aksi olmuyorsa eğer sadece aksi olmuyor olduğundandır. İnsanoğlu sadece seçtiği şeydir, tasarladığı şeydir. Tasarladığı şey olmak için çabalar, bunu başarmak için kullandığı yöntemlerin her biri, hepsi bilete dahildir. Ev arkadaşımız kirasını ödemez, sifonu çekmez; patronumuz sigortamızı yatırmaz; erkek arkadaşımız bize dayak atar; sonra bu insanlar gelip size dertlerini anlatırlar. Anlattıklarında hepsi haklıdır, ev arkadaşı tam bir çıkarcıdır, patron tam bir çirkeftir, erkek arkadaş tam bir otoriterdir; ama onların “kötü” olması, bizim haklı olmamız, hayatın o an durduğu anlamına gelmez. Bir güç Woody Allen’ın filmindeki gibi durduk yere ortaya çıkıp onlara cezalarını vermez. Biz öyle olsun isteriz, bir şeyler kötüye gittiğinde, hele bir de masum ve iyi biriysek, hayata bok atarız, ona kızarız, adaletten dem vururuz. Halbuki iyilik, kötülük, merhamet, adalet kavramlarını uyduran biz olmuşuzdur hep. Tek yaptığımız şey var olmak olduğu için, onu anlamlı hale getirecek terimler uydurmuşuzdur. Şunu unutmamak gerekir: insan başkalarıyla insandır. Toplum olmadan ölürüz. Bizi yaşama bağlayan şey Tanrı, anayasa, 10 emir filan değildir, biz birbirimize insanlar sayesinde bağlıyız. Evine eşyasını taşıyan birine yardım edip etmemek bizim elimizdedir. Hiç tanımadığımız biriyse yardım etmeyiz belki, çünkü ettiğimiz yardımın bir karşılığının olmayacağını düşünürüz; ama o eşyayı komşumuz taşıyorsa bu komşumuza bir mesaj vermek anlamına gelecektir. Kim bilir belki işimiz düşer ona, komşumuz da o iyiliği hatırlayıp bize yardım eder. Çıkarcılık mıdır bu, içten pazarlık mıdır, bilemeyiz. İsimler koyarız bunlara. Kategorilere böleriz, terimler uydururuz. Önemli olan ilişkilerdir halbuki. Birlikte yaşamak isteriz, zorunludur çünkü bu. Birlikte var olamazsak zorlanırız, hayatımızı istediğimiz gibi yönlendiremeyiz. Komşumla aramın iyi olmasını hiçbir dış kuvvet, hiçbir kutsal kitap, hiçbir üst kimlik belirleyemez. Sadece var olurken bunun yöntemlerini seçerim, bunun için çabalarım.

Ağzımdan çıkan her bir cümle çıktığı anda kendi kendini yok eder bu yüzden. Çünkü hayatta tam olarak kurulabilecek hiçbir cümle yoktur. Cümleler kendi kendilerini eritmek zorunda kalırlar. “Kimseyi suçlayamayız” dediğimiz anda doğrudur bu cümle belki, ama aynı anda suçlayabiliriz de karşımızdakini. “Hayat boştur” dediğimizde bu cümlede haklılık payı vardır elbette, ama bu cümlenin ne anlama geldiğini bilip ona hak da veririz. “Hayat hakkında cümle kurulamaz”, dediğimde bile kendi ayağıma kurşun sıkmış olurum, çünkü bu cümle bizzat hayat hakkında kurulmuş bir cümledir. “Hayat ne iyi ne kötüdür, hayat olduğu gibidir” diye toparlamaya çalışsam, hayatın olduğu gibi olmadığına da kendimi ikna edemem. O halde bu hayat bana şunu söyler: var olan ve hayata atılmış bir insan olarak haddimi bilmem gerekir. Hayatı anlamak ve onu bir çırpıda değiştirebilecek bir gücüm yok. Onun karşısında aşırı zavallı bir konumda, kendi halimde var olmaktan başka bir şey yapamıyorum. Bilgi edinme yöntemlerim ve anlama yeteneğim son derece sınırlı. Demek ki kendimin farkında olmalıyım. Mütevazi olmalıyım. Kurduğum bir cümlenin daha kurulur kurulmaz kendini yok ettiğini bilmeliyim. Tüm cümlelerimi üzeri çarpılı söylemeliyim. Aslında tüm sözlerimi bu şekilde yazmalıyım. Çünkü ben dediğimin hemen ardından artık onu demeyen oluyorum. Ben sürekli var oluyorum, sürekli değişiyorum. Bu, şüphesiz, tutarlı olmadığım, sorumluluk almak istemediğim anlamına gelmiyor. Bugün “seni seviyorum” derken ertesi gün sana olan sevgimde bir değişiklik olmayacak. Bugün sana güvenirken yarın sana olan güvenimde bir azalma olmayacak. Bugün durduk yere sana maaş ödemekten vazgeçmeyeceğim. Aksi takdirde “zaten her sözüm kendi kendini yok ediyor” diye diye, hayatta bir tutarlılık, bir istikrar bırakmazdık. Zaten bu da kendi kendini yok ediyor. “Söylediğim söz hemen sonra kendini yalanlıyor” demem bile, bu cümlenin de yalanlanması anlamına geliyor. Bu söyle sürüyor, erteleniyor. Bunun sonucu insanın haddini bilmesi ve mütevazi olmayı kendine şiar edinmesidir. Hiç kimse cennete veya cehenneme gitmeyecek. Çünkü bunları kuran da bizzat biz olduk. Cüzdanımız çalındığında onu çalanın cezalandırılması gerektiğini düşündük. Bunun adalet olduğunu iddia ettik. Oysa sadece biz istiyoruz diye dünya dönmesini sona erdirmeyecek. Biz her zaman bir şeyler isteyebiliriz ve isteyeceğiz de; ama hayatı isteme şansımız yok. O zaten biz var olduğumuz sürece var ve bizim yapmamız gereken sadece bunu kabul etmek.

Merkez'e yapışmak ve dikotomi yaratma hastalığı

Bugün düşünce dünyamızı etkileyen en büyük unsurlardan birinin bir merkez bulma merakı olduğunu biliyoruz. Ne demek bu “merkez” peki? Felsefe tarihi boyunca düşünürlerin peşinde koştukları töz denilen kavram buna bir örnek olarak verilebilir. Bu düşünürler, hayatta bir gerçekliğin var olduğunu varsayıp bunun ne olduğunu araştırdılar. Her biri gerçekliğin ne olduğu sorusuna kendi meşrebine göre bir cevap verdi. Felsefe sistemi, diyalektik şekilde, düşünürlerin birbirlerinin verdiği cevapları çürüte çürüte ve yeni sentezlere ulaşa ulaşa ilerledi. Oysa bizzat töz arama merakının ne olduğu üzerine düşünülmeyince, felsefenin yıllar boyunca aldığı yolun bir arpa boyuna eşit olduğu iddia edildi. Nietzsche bunu ilk sorgulayanlardan biriydi ve onun takipçileri, bu inanılmaz keşfin peşinden gidip bunu derinleştirdiler. Bugün post modern dediğimiz düşünce sisteminin ve bu sisteme ait düşünürlerin ufkumuzu açarken sorguladıkları şey töz’ün ne olduğu değil, neden bir töz felsefesi kurmamız gerektiği oldu. Kısaca buna bugün verdiğimiz cevap hemen hemen insanın töz anlayışı olmadan elinin kolunun bağlandığı ve hareket dahi edemediğidir.

Dikkat edin, kendinizi bir yoklayın. Beynimiz yılların verdiği koşullanmışlıkla derhal bir töz, daha doğrusu bir merkez yaratarak düşünmeye eğilimlidir. Zihniyetimize göre bu tözler ya ruh/ tindir, ya maddedir, ya Tanrı’dır; ama adına ne dersek diyelim karşımızda illa bir merkez kuvvet bulunmaktadır. Eğer bu merkez olmazsa düşünce dilsizleşir, hareket yeteneğini yitirir. Batı felsefesinin bir merkeze dayalı kurduğu felsefi sistemin, doğununkinden çok farklı olduğu, bu düşünce sisteminin bir çeşit alışkanlık olduğunun da kanıtı gibidir. Çünkü Aristo’dan beri Batı A’nın asla B olamayacağına inanmış ve sistemini bunun üzerine kurmuştur. Oysa Doğu öğretileri ilginç bir şekilde, özellikle de Budizm, bu merkeze dayalı sistemin içine düşmeden, dikotomiden uzak bir sistem kurmayı başarmıştır. Bir Budist için –bu yüzden- A aynı zamanda B de olabilmektedir. Özellikle zihnin daha iyi çalışması ve daha rasyonel olabilmesi için dışlanan bazı (paradoks, oksimoron gibi) kavramlar Batı’nın lügatinden silinmiştir. Bu katı mantık kurallarına göre, ulaşmak istediğimiz kavramlar asla çelişkili olmamalıdır; bir şey eğer çelişkiliyse onda kesin bir hata var demektir, o düşünceden derhal uzaklaşmak gerekir. Budistler ise tam tersine, düşüncenin bir merkeze çekilmesinin düşünmeyi engellediğini fark edip çelişkilere, oksimoronlara, irrasyonel düşünceye büyük önem vermişlerdir. Nietzsche başta olmak üzere birçok post modern filozofun Doğu öğretilerine ilgi duymasının temel nedeni budur.

Peki bu merkez/ töz dediğimiz şey nasıl bir alışkanlık yaratır düşünce sistemimizde? Derrida başımıza bu belayı açanın uydurulan ilk merkez düşünce olduğunu iddia eder. Neydi bu? İyi mi? Tanrı mı? Kutsal güç mü? Sadece güç mü? İnsanoğlu eğer Tanrı’yı yarattıysa veya İyiliği veya Güc’ü veya Aydınlık’ı; hemen sonrasında onlara karşıt olan bir şeyi daha yaratmak zorunda kalmıştır. Gündüzün varlığına inandığımız anda gece de var olmaktadır. Güç varsa eğer birden zayıflık da var olmaktadır. Tanrı varsa hemen sonra şeytan meydana çıkmaktadır. Derrida’ya göre, tarihin bir noktasında, ilk çiti çekip, ilk çiviyi çakan ve diğer insanlara “burası benim” diyen kişi bunun sorumlusu olmuştur. Çünkü “burası” denildiği anda bu “orası” denilen diğer bir kavramı farz kılar. “Ben” dediğim zaman, bu diğer bir kavramı, “sen”i ortaya çıkarır. Bu inanılmaz dikotomik kavramlar birden insanoğlunu esir alır ve onları kendi dil hapishanesine mahkum eder. İnsanoğlu artık birbirine zıt kavramların var olduğuna, bunlardan birinin de diğerine üstünlük kurduğuna inanmaktadır.

Bu ezberlenmiş, alışılmış ve kanıksanmış düşünce sistemi bir taraftan insanın işine gelmiştir, çünkü onun derin düşünmesini ve sorumluluk almasını engellemiştir. İyilik ve kötülük kavramları karşımda duruyorsa benim yapmam gereken tek şey iyiliğin tarafında durmaktır. Ama gerçek düşünürler bu kavramları bizim yarattığımızı, onlara anlamları verenin bizzat biz olduğumuzu bildiklerinden, bu iyi ve kötünün her vakit sorgulanmasına kapı aralamışlardır. Kierkegaard Tanrı’nın İbrahim’e seslenmesini düşündüğünde bu sesin gerçekten Tanrı’ya ait olup olmadığını nasıl bilebileceğini sorgulamıştır: ya o ses Tanrı kılığına girmiş şeytansa? Ya Tanrı kendisini deniyorsa? Tanrı’nın “yap” dediği şey aslında onu denemek için kurgulanmış bir oyunsa? Kierkegaard’ın dikotomi hastalığına kapılmamasının en büyük nedeni bizzat paket halinde kendisine verilen merkez tözleri de sorgulamayı başarmasından geçer.

Edebiyatta da kendisini yüzyıllar boyunca sürdüren töz hastalığının bu kadar tutulması, dediğim gibi, bir bakıma düşünmeyi hazıra alıştırmasından ve dondurmasından kaynaklanmaktadır. Yüzyıllar boyunca edebi yapıtlar iyinin ve kötünün mücadelesini anlatmış, zaferi iyiliğe vererek de insanın göğsünü kabartmayı kendine borç bilmiştir. On yıllar sonra bu iyiliğin karşısında çıkan kötülüğe daha bir sempatiyle yaklaşmak, zaman zaman kötülüğün iyiliğin karşısında zafer kazanmasını sağlamak da pek bir şeyi değiştirmemiştir. Çünkü kurulan dikotomi sabit kalmakta, sadece taraflar meşreplerine göre yer değiştirmektedirler o kadar. Dolayısıyla insanlığın yüz karası olarak anılan dogmatik orta çağ biter ve onun yerine kurduğumuz aydınlanma ve modern dönem, onun karşıtı olmasına rağmen yine “o” olup çıkar. İnsanoğlu Tanrı’ya inandığında da başı derttedir, inanmadığında da… yasal olanın yasak olandan, dindarın ateistten, çıplak olanın kapalı olandan farklı olmadığı, tam tersine birbirinin aynı olan bu dünya, bir mıknatısa yapışan demir parçacıkları gibi, kendi yarattığı bir merkezin etrafında, ona taparak hayatını sürdürür.

Örneğin Gezi olaylarında insanlar ikiye ayrıldılar. Gezi’yi destekleyenler ve desteklemeyenler… Desteklemeyen grup, Gezi eylemcileri arasında türbanlılara zarar verenleri ifşa etme derdine düştüler. Yılların verdiği merkeze yaslanma hastalığı/ alışkanlığı yüzünden, Gezi direnişçilerinin bir türbanlıyı dövme haberi çıktığında, direnişçilerin ilk tepkisi iki türlü oldu: 1) Öyle bir şey olmaz. 2) Olsa bile o direnişten değildir. Siz hangi tarafta yer alırsanız alın, insanların düşünce dünyalarına bu iğrenç alışkanlık bir kene gibi yapıştığından, her iki tarafın buna kapıldığını görüp aklınızı oynatırsınız. Hükümet yanlıları ısrarla dayak yiyen türbanlı kadını öne sürüp Gezi gençliğini bunun üzerinden suçlamıştır. Gezi gençleri ise ısrarla türbanlı kadına zarar verilmediğini, bu haberlerin yalan olduğunu, doğru olsa bile bunu Gezicilerin yapmadığında ısrar etmişlerdir. Nedense insanlar dogmatik bir şekilde bu merkeze yapışmakta, “öyle bir şey olduysa yapanları kınıyoruz ve özür diliyoruz” diyememektedirler. Aynı şekilde eski Taraf liberalleri ısrarla Gezi hareketini darbeyle eşleştirmek için ellerinden geleni yapmış ve gördükleri her olayı paratoner gibi kendi algı dünyalarına çekmiş ve ona göre konuşlanmışlardır. Yarattıkları “demokrasi merkezi” öylesine katı ve değişmez, öylesine dogmatik hale gelmiştir ki, o merkeze yapışmaktan hayatın içinde akmakta olan dinamizmi ve diyalektiği gözden kaçırmışlardır. Ak Parti merkez binasını ateşe verenler, devlet malına zarar verenler ve türbanlı insanları darp edenler bu insanların merkezi etrafında anlamlanmış ve dikotominin rahatlıkla öbür tarafına atılmıştır.

Aynı mantıktan gidildiğinde, Suriye’deki Esad rejimine karşı savaşan muhaliflerden biri, Esad’ın askerlerinden birini öldürüp onun kalbini söküp yediğinde; muhaliflerin yanında olanlar bir anda korkunç bir bocalama yaşamış, daha sonra çareyi Esad’ın halkına uyguladığı zulümleri sıralayan korkunç bir video hazırlamakta bulmuşlardır. Yarattığımız dikotomilerde baş gösteren gedikler bizi düşünmeye sevk edeceğine, tam tersine iyice bocalayıp yarattığımız merkeze daha çok yapışmamıza neden olmaktadır. Bu dikotomi mantığı metnin basit olması için onu evcilleştiren bir çeşit mekanizmaya dönüşür. Örneğin iyi kalpli bir Nazi’nin var olmadığına inanmak böyle bir mantıktır. Lal Gece filminde, küçücük çocuğun bir adama “satılması”, çocuğun bu adamla evlendirilmesi durumu, çocukla evlenen adamın son derece iyi kalpli, tatlı mı tatlı bir adam olması nedeniyle birçok insanı sinirden delirtmiştir. Çünkü yaratılan dikotomide, kendisine satılan çocukla evlenen adamın “iyi kalpli” çıkması merkezi boğar. Bizim istediğimiz şey, merkezin hep sağlam kalması, dikotomilerin de asla kendi rollerinin dışında alanlara hareket etmemesidir. Bu yüzden en kötü filmler/ diziler, en sağlam dikotomileri anlattıkları ölçüde merkezi sıkı sıkı tekrar inşa ederler. Bu kurgularda kötüler dibine kadar kötü, iyiler dibine kadar iyidir ki, alışkanlığımız bozulmasın, düşünce sistemimizde gedikler oluşmasın. Tayyip Erdoğan ısrarla camide içki içildiğini söylediğinde, içki içilmediğini savunanlar, farkında olmadan Erdoğan’ın yarattığı dikotominin içinde, kendi merkezlerine yapışmış bulurlar kendilerini. Aslında onlar da tıpkı başbakan gibi sadece olmak istenen duruma inanmaktadır, ama camide içki içilip içilmemesi, altı üstü üç beş kişinin cahilliğine veya o anki zor durumda kalma haline verilebilecekken, içki içilmediğinin bu kadar net savunulması herkesin kendi merkezini savunduğunun en iyi örneğidir.

Ünlü düşünür Mustafa Sandal’ın “onun arabası var, güzel mi güzel ama ruhu yok” vecizesinin altında yatan gizli anlam da burada aranmalıdır. Bu kurguya göre fakir ama gururlu biri vardır. Onun karşısında da zengin ama gurursuz biri. Hemen hiçbir zaman filmlerde dikotomiyi zorlayacak durumlar mevcut değildir. Eğer onun arabası varsa, o zaman büyük ihtimalle ruhu yoktur. Arabası olan ve ruhu da olan birine karşın, arabası olmayan ve ruhu da olmayan birini kim ne yapsın? Dikotomiler bir ur gibi beynimizde yaşıyorlar ve büyük bir şehvetle taptığımız merkezimiz bizi esir almaya devam ediyor. Post modern düşünürlerden bazıları bu yüzden kurtuluşu “weak thinking” denilen düşünce sisteminde buldular. Merkezin etrafında salınarak dolaşır ve çeperlerde de gezinmeyi başarırsak, bize verilen dikotomilerin birden eriyiverdiğini ve kendilerini hızla yapı sökümüne uğrattığını fark edeceğiz. Bunu yapanların ise demokrat zihniyete sahip olması işin en zorlu ve trajik yanı...