Gezi olaylarıyla ilgili Etyen Mahçupyan’ın 10 tane yazısı var. Bunlar içinde, okuyup da katılmadığım hiçbir nokta yok. Kendisine hayran olma nedenini yansıtacak şekilde, analizler yapan diğer yazarlara nazaran, “durduğu” bir yer de olmadı Mahçupyan’ın. Evetli hayırlı soruların onun dünyasında bir anlamının olmadığı bir kez daha anlaşıldı. Bir yazısını Gezi’deki olumsuzluklara, bir yazısını olumluluklara ayırdığı ve bunu ayrı ayrı yazılarda yaptığı için, borsa gibi, bir an Geziciler tarafından, bir an da hükümet yanlıları tarafından aynı anda ve değişik zamanlarda sevilip yerildi. Yazılarının genel argümanı, bu kalkışmanın sıradan bir kalkışma olmadığı, bunun özellikle hükümet ve herkes tarafından ciddiye alınması gerektiği, kalkışmanın nedeninin şimdiye kadar temsil edilememekten bunalan Laik gençlerin bir kırılması/ boşalması olduğu ve bu boşalmanın sonuçlarının ne olacağı üzerineydi. Laik kesimin seslerini belki ilk kez, gizli bir ajanda için değil de, basit bir öfke nöbeti olarak duyurduğu bu olayda, diğer öfkesini kusan kesimler, ister istemez marjinalize olmak durumunda kaldılar. Ben elbette sosyal medyada ve arkadaşlarım arasında, Gezi içinde bir araya gelen farklı kimlikleri, demokrat bir misyonerlikle çok fazla vurgulayıp savundum; ama topluluğun laik bir cemaatin dışavurumu olduğunu da hep gördüm. Mahçupyan’ın, Gezi’nin hem olumlu hem olumsuz taraflarını göstermeye çalıştığı yazılarında, olgusal analizlerinin dışında, Gezi’nin “peki bundan sonra ne olur?” tarafına hiç de olumlu yaklaşmadığını biliyoruz. Evet, bu gençler arasında demokratlar da var, evet, türbanlı kadına yapılan zulmü Gezi’de kınayanlar ve yürüyüş yapanlar da oldu, evet, Lice için Lice’nin yanında olan Geziciler de oldu. Peki genelde bakıldığında, gençlerin talepleri, siyaset yapma istekleri ne durumdaydı? Gezi’nin rahatlıkla “patlama” ile kendini zaten yansıttığını, patlama bittikten sonra da kendiliğinden eridiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla bu kendiliğindenlik arasında, dönüp etrafı yıkan bir tornado arasında gençler siyaset yapamadılar, seslerini duyuramadılar; seslerini bizzat zaten “ses” olan Gezi tornadosu bastırdı. Mahçupyan “bakalım gençler ne yapacak?” diye sormuştu. Ben de bloğa koyduğum ilk yazıda, “bu şu an kendiliğinden var olan bir oluşum, ne olduğu belli değil, bir çeşit kusmuk gibi, olaylar durulduğunda, bakalım gençler siyaset yapabilecekler mi?” diye sormuştum. Elbette ne Mahçupyan buna inandı ne ben inandım. Geziciler bir kimliğin peşinden koştular. Çevreye duyarlı, farklı kimliklere saygılı, doğayı koruyan, kitap okuyan, eğitimli gençler olmanın, bu kimliğin taşıyıcısı olmanın kendilerini bizatihi demokrat yaptığını sandılar. Laik gençlerin anne babalarından farklı davrandıkları kesindi, ama siyaseti ve ideolojiyi o kadar bilmiyorlardı ki, “temiz gençler” olmanın yettiğini düşündüler. Hem Mahçupyan, hem Perihan Mağden’in gençlerin zekalarının ve mizahlarının çok abartıldığını söylemeleri bir bakıma şaşırtmadı beni. Bunun nedenini ise Mağden, röportajında açıkça belli etti: “ben mizah yeteneği, zekası yüksek gençler aramıyorum kardeşim, ben demokrat gençler arıyorum.” İçten içe gençlerin zekalarının ve mizahlarının yüceltilmesi de, yine aslında siyaset yapamayan bu çocukların, modern tasavvurla içlerinin dolması demekti. Bir bakıma ortaya çıkan resim şu oluyordu:
Hani üniversitelerin tanıtım videoları olur. Rektör temel bilgileri verdikten sonra üniversiteyi tanıtmak amacıyla etrafta gezinen bir kamerayla karşılaşırız. Bu kamera kampüsleri, laboratuvarları, oyun sahalarını, kütüphaneleri, sınıfları bir güzel dolaşırken dünyanın en steril görüntüleri verilmeye çalışılır. Çimenlerin üzerine oturup eğlenen, kütüphanelerde ders çalışılırken görülen bu öğrenciler adeta parlamaktadır. Bu pür-u pak görüntülerin, izlerken ne kadar sahte ve yapay olduğunu biz izleyenler biliriz. Bir bakıma Gezi’den verilen mesaj da (mesajı verenler de demokrat olmadığı için) bu düzeyde yansıdı bizlere. Eksi solcu babanın, şimdi kendi oğlunu dış dünyaya tanıtırken “o gün Gezi’deki tüm çöpleri topladılar” diyerek mutluluktan ağlaması gibi… Zizek’in de uzun zamandır vurguladığı bir şey bu. Çevre ve hayvan duyarlığının dokunulmaz kılınıp, steril kılınıp, bizzat kirlenmek olan asıl siyasetin dışında kalmaya çabalamak. Ağacı savunmak, yaralı hayvanları savunmak; ama Kürtlere yapılan zulümlere ses çıkarmamak. Gezi’deki gençlerin zekasından, oraya kurulan kütüphaneden, diktikleri bitkilerden bahsetmek… Ortaya çıkan bütün: çevreci/ duyarlı/ eğitimli/ zeki/ eli yüzü düzgün gençler… Bunca kimliğin bir arada bulunduğu bu inanılmaz hengameden, siyaset yapmadan, eğilip bükülerek çıkmak büyük maharet… Mahçupyan’ın, bu yüzden bu gençlerde tam tersine “zeka eksikliği” görmesi de çok anlaşılır. Gençlere açıkça “ergenler” demesini anlamamak ve katılmamak mümkün değil.
Ama işte ben tam da bu noktada, Mahçupyan’dan ayrılıyorum. Burada da gizli bir teleolojik bir duruş, hatta bir tuzağa düşüş görüyorum. Buraya kadar anlattıklarımın hepsine katılıp da nasıl ayrı fikirde olabilirim? Bu adamların yorumlarında ve analizlerinde bir sorun görmüyorum. Gezi’ye yöneltilen bu eleştirilere bazılarının Gezi destekçiliğini abartıp müride dönüşmesi gibi sırtımı çevirecek değilim. Benim meselem gençlerden beklenen siyasette veya onların bu süreçte ne yaptıklarında/ nasıl yaptıklarında değil. Bizim hatamız, herkese eşit muamele yapmakta yatıyor. Eğer modern öncesi biri, (ataerkil biri) bir eylemde bulunduğunda ondan siyaset çıkmıyorsa hemen “hangi hakla bu kişiden siyaset yapmasını bekliyoruz? Kendisinden demokrat olmasını bekliyoruz? Bu fırsatı bulmuş mu ki kendisi? Bu devlet, bu politik yapı kendisine bunun için izin vermiş mi?” diyoruz. Bu pozitif ayrımcılığı muhafazakarlara da Kürtlere de yıllar boyunca uyguladık. Kürtlerden bunca ezilmişliğine rağmen demokrat bir siyaset talep ettik, Kürtlerin koşullarından, buna hazır olmamalarından dem vurdular hemen. Sorun analizlerde değil kısacası. Analizlerin hepsi doğru… Gezi’den demokratik talepler ve siyaset beklemek de doğru… Ama doğru olması işlevsel olduğu anlamına gelmiyor. Şırnak’ta doğmuş çocuktan, üniversite sınavına hazırlanırken başarı beklemek “haklı” bir davranış; ama kimse köyde yaşayan bu genç için (üstün bir) başarı beklemiyor. Çünkü gencin yetişme koşulları, içinde bulunduğu durumun vahameti, bu istekten önce dikkate alınıyor. Bu iyi bir şey… Aynı şeyi, Mersin’de, şehirde büyüyen ve yaşayan, maddi durumu iyi olan bir genç için yapmıyoruz. Onun koşullarının Şırnak’takine göre iyi olduğunu biliyoruz. Böylece biz duyarlı liberaller ve demokratlar, Zizek’in iddia ettiği gibi, gizli gizli fakirleri, dışlanmışları, ezilmişleri, öteki kimlikleri daha çok sahipleniyor ve onları daha çok kolluyoruz. Belki bu keşfin şaşırtıcı bir yanı da yok. Anne babası devlet tarafından katledilmiş ve öksüz kalmış bir çocuğu, Nişantaşı’nda özel okula gidip tenis oynarken ayağını burkmuş bir çocuğa göre daha fazla sevmemiz ve sahiplenmemiz gayet normal. Oysa bu koşullar edebiyatı, farkında olmadan kafamızda kategorik doğrular inşa ediyor. Böylece Doğu’daki devlet terörüne maruz kalmış öksüz gençlerden demokrasi ve siyaset beklemeden önce “şöyle bir” duruyoruz. Ama Batı’daki Nişantaşılı gençlerden demokrasi ve siyaset beklemeden önce durmuyoruz. Onlar, kategorik olarak bu taleplere daha açıklarmış gibi davranıyoruz. “Bunca zaman dırdır edip durdun ama gel bakalım, seninle bir diyalog kuralım, ne istiyorsun söyle?” dendiğinde laik gencin bir çırpıda gelip siyaset yapması gerektiğine dair kafalarımızda oluşmuş bir önsel kategori mevcut. Halbuki yetişme şartları ne olursa olsun, demokratlık her şekilde karşındakine uysal yaklaşılmasını gerektiren bir durum. Kolejde okuyan bir zengin evladının, köyde kıçını kömürle silen bir çocuğa göre daha “ileride” olduğu kesin; ama ne olursa olsun bu ondan ilk elde demokrat davranış beklememizi meşru kılmaz. Demokrat olmak (veya herhangi bir ideolojik duruş) kendi içinde paradoks taşıyor. Bir kişi demokrat olduğunda demokrat olmuştur, demokrat olmayan birinden demokrat olmasını beklemek de saçmadır (daha doğrusu makuldür ama irrasyoneldir). Bir kişiden özür dilemesini beklemenin saçma olması gibi. Kişiden özür dilemesini beklemek en doğal hakkımızdır ama bu kişinin kendi elinde olan bir şeydir. Sizin isteğinize bağımlı değildir bu durum. Siz isteyin istemeyin, buna karar verecek olan kişi, bizzat kişinin kendisi olmak durumundadır.Mahçupyan Tayyip’ten demokrat olmasını ve demokrat bir siyaset yapmasını beklemiyor, “istersem beklerim, ama gerek yok” diyor. “Benim istememle adam demokrat olacak değil.” Ama aynı şeyi Gezi’den bekliyor. Neden? Çünkü onun da kafasında pozitif ayrımcılıktan mustarip ötekini kollama hastalığı var. Bunu Mahçupyan’ın gizli saklı yaptığını da düşünmeyin, bu latent bir ayrımcılık değil. Mahçupyan’ın akademik donanımı buradan geliyor zaten. Kendisi bunu “savunuyor”, bunun tarafında yer aldığını söylüyor. Gezi analizlerinde bir noktada bunu açıkça ifşa etti: “laik gençler, hükümetin cemaatsel duruşunu toplumsal duruşa evirilmesini sağlayabilirler, ama bu olmazsa eğer kızmaya hakları da yok: çünkü başta toplum olmayı istemeyen onlardı” dedi. Dolayısıyla Mahçupyan bu yazımı görse bana şu cevabı verirdi: “evet, aynen öyle. Ne olmuş?” Laik ve modern gençlere, Kürtler ve muhafazakarlara göre daha az tolerans gösterilmesi elbette bir tercih; hatta şöyle söyleyerek sizi şaşırtayım: buna ben de katılıyorum. Yüzde yüz bir eşitliğe inandığım da yok, yanlış anlaşılmasın. Ama bunu Gezi’de yapmanın yanlış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Gezi’deki gençlerden dalga geçermiş gibi demokrat olmalarını beklemek, siyaset yapmalarını beklemek bana pek iç açıcı gelmiyor. Ben öyle olmadıklarını, yukarıda saydığım bir sürü saçma salak özelliklerini bilmeme rağmen bu direnişi destekledim/ destekliyorum. Çünkü bir taraftan bu gençlerin apolitik olmasının çok önemli bir durum olduğuna inanıyorum. Bir ülkücüyle bu gençler arasında benzerlik kurmanız mümkün mü? Gezi gençliğinden mi yoksa ülkücülerden mi demokrat çıkma olasılığı daha fazla? Bu soru bile Gezi’yi desteklemem için yeter bana.
Bir örnek vereyim: Devrimci Müslümanların başı çektiği Gezi grubu, Ramazan’ın ilk günü İstiklal’i boydan boya saran bir iftar sofrası hazırladı. Bu iftar sofrasına hayatı boyunca ramazan/ iftar/ oruç/ namaz vb. kavramlarla daha önce hiç karşılaşmamış laik kesimden gençler katıldı. Bazıları oruç bile tuttu. Sonra Taksim’de Ak Parti’nin düzenlediği iftara bok atmaya başladılar. Orada oruçlarını açanla İstiklal’de oruçlarını açanları hemen ayrıştırdılar. Kimileri, yine sırf Gezi’yi övmek adına, Taksim’deki iftarın yapay ve kuru, İstiklal’deki iftarın canlı ve candan olduğunu söylediler. Taksim’de papyonlu görevliler yemek dağıtırken, İstiklal’de ‘dağıtan’ kimse yoktu, herkes halktandı. Taksim’de yemekler üzerinde reklam olan plastik kaplarda geldi, İstiklal’de herkes yemeğini evinden kendi getirmişti vb. Yine aynı hataya düştük. Yine demokrat olamadık. Yine siyaset yapamadık. Taraflarımızı belli edip karşı tarafa bok attık. Gezi gençliği, iftarı bile AKP iftarı, non-AKP iftarı diye ikiye ayırarak, AKP’ye bir kez daha hayran olduğunu ve o olmazsa yaşayamayacağını kanıtladı. Tamam. Buraya kadar hepsi doğru. Güzel analizler. İyi ama, biz analiz yapacağız diye, her hareketin, her davranışın, her eylemin, her duruşun bir sonuca bağlanması gerekir mi gerçekten? Yapılan herhangi bir davranıştan, eylemden demokrasi çıkmaması bizim nihai sonucumuz olmalı mı? Sırf bu çocukların, bu ayrımcı ve dışlayıcı yorumlarıyla, iftarın demokratik mesajını yok etmeleri, iftarın kendisinin önemini (en azından naif çabayı ve ardında yatan niyeti) azaltır mı? Ben, Gezi’nin İstiklal’de yaptığı bu yeryüzü sofrasıyla, siyaseten vermeyi beceremediği sınavı ayrı tutma taraftarıyım. İki hafta önce Gezi’ye “artık siyaset yapalım, kendimizi dışarıya kanıtlamamız lazım, yoksa sıradan ergenler olarak kalacağız” demiştim. Şu an bu yorumun çok uzağından, sadece sosyal hayata dair, bir sivil toplum oluşumundan bahsediyorum. İnsanların forum yapmaları, birlikte iftar sofralarına oturmaları bile, benim için çok değerli ve anlamlı şeyler. Evet bu forumlarda gençleri kuşatan ve buram buram kokan modernizmi, çağdaşlığın getirdiği ego şişmesini, bizzat laik olunduğu için kendilerini ‘demokrat’ sanmalarını da, içim kıyıla kıyıla, rahatsız ola ola izliyor ve takip ediyorum; ama tam da başka kimliklerin bir araya geldiği böyle ortamları sapına kadar desteklemek gerektiğini düşünüyorum. Çalıştığım dershanedeki öğretmenler toplantılarında, öğretmenlerin ne kadar çözümden uzak, analitik düşünemeyen, sorun odaklı kararlar veremeyen kişiler olduklarını gördükçe aklımı kaçırıyorum. Toplantılar, var olan problemlerin hiçbiri çözülemeden ve hocaların sadece içini döküp tüm sorunları anlattıkları, korkunç boşalmalardan sonra bitiyor. İşte bunu eleştirebilirim, bu kişilerden siyaset bekleyebilirim. Ama farklı kimliklerin, hayatında birbirine dokunamayan kişilerin bir araya geldiği böyle sıra dışı oluşumlarda, bu gruplardan bunu beklesem bile o kadar da ciddiye almadan beklerim. Çünkü Gezi’deki farklı kimliklerin çadırlarından bile öte, o kurulan iftar sofrası benim hayalimin, benim ütopyamın bir geceliğine de olsa gerçekleşmesi demekti bu. O mini şortlu kızların yoga yapmaktan aşina oldukları bağdaşı kurup, iftar sofrasında, Müslümanlarla oruç açmasından daha değerli bir an yoktur benim için. Bu ülkede yaşayan bu ülkede büyümüş ve 30’una yaklaşmakta olan biri olarak, kurduğum en ütopik hayalin bir günlüğüne de olsa gerçekleşmesini sağlayan şeydi Gezi. Ahmet Hakan, milli görüş zamanından tanıdığı bir arkadaşını İstiklal’deki iftar sofrasında gördüğünde arkadaşı “böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal verir miydin Ahmet?” diye sorunca Ahmet Hakan; “vermezdim, vermezdim, vermezdim” demiş. Aynen de üç kere söylenecek bir durum bu. Evet, o çocuklardan demokrat çıkmayacak, evet, o sofraya oturan gençlerden bazıları belki de Kürtlere ayrımcılık uygulayacak, ilk kez oruç açan o kız belki de türbanlı birini görünce ondan nefret edecek, darbe isteyecek, darbe olursa sevinecek... Bilmiyorum. Ama Gezi’nin, kim derse desin, yüzde bir de olsa, okyanusta damla da olsa bir algı oluşturduğu kesin. Benim mantığım bu açıdan artık Pascal Kanunu’na göre şekilleniyor.
Gezi olup bitti. Gezi’nin varlığının, yokluğundan ne olursa olsun bir gram daha değerli olduğunu düşündüğüm için Gezi’yi destekliyorum. Gezi’den demokratik talep, siyaset yapmasını bekledik, olmadı. Peki olmaması, hiç olmamasından daha işlevsel miydi? Gezi’den beklediğimiz şeylerin karşılanmaması bile, onların varlığına bağımlı. Dolayısıyla Gezi’nin %51 kanunundan desteklenmesi bana kalırsa elzemdir.
@ismail_yaprak