Bu Blogda Ara

9 Temmuz 2013 Salı

Merkez'e yapışmak ve dikotomi yaratma hastalığı

Bugün düşünce dünyamızı etkileyen en büyük unsurlardan birinin bir merkez bulma merakı olduğunu biliyoruz. Ne demek bu “merkez” peki? Felsefe tarihi boyunca düşünürlerin peşinde koştukları töz denilen kavram buna bir örnek olarak verilebilir. Bu düşünürler, hayatta bir gerçekliğin var olduğunu varsayıp bunun ne olduğunu araştırdılar. Her biri gerçekliğin ne olduğu sorusuna kendi meşrebine göre bir cevap verdi. Felsefe sistemi, diyalektik şekilde, düşünürlerin birbirlerinin verdiği cevapları çürüte çürüte ve yeni sentezlere ulaşa ulaşa ilerledi. Oysa bizzat töz arama merakının ne olduğu üzerine düşünülmeyince, felsefenin yıllar boyunca aldığı yolun bir arpa boyuna eşit olduğu iddia edildi. Nietzsche bunu ilk sorgulayanlardan biriydi ve onun takipçileri, bu inanılmaz keşfin peşinden gidip bunu derinleştirdiler. Bugün post modern dediğimiz düşünce sisteminin ve bu sisteme ait düşünürlerin ufkumuzu açarken sorguladıkları şey töz’ün ne olduğu değil, neden bir töz felsefesi kurmamız gerektiği oldu. Kısaca buna bugün verdiğimiz cevap hemen hemen insanın töz anlayışı olmadan elinin kolunun bağlandığı ve hareket dahi edemediğidir.

Dikkat edin, kendinizi bir yoklayın. Beynimiz yılların verdiği koşullanmışlıkla derhal bir töz, daha doğrusu bir merkez yaratarak düşünmeye eğilimlidir. Zihniyetimize göre bu tözler ya ruh/ tindir, ya maddedir, ya Tanrı’dır; ama adına ne dersek diyelim karşımızda illa bir merkez kuvvet bulunmaktadır. Eğer bu merkez olmazsa düşünce dilsizleşir, hareket yeteneğini yitirir. Batı felsefesinin bir merkeze dayalı kurduğu felsefi sistemin, doğununkinden çok farklı olduğu, bu düşünce sisteminin bir çeşit alışkanlık olduğunun da kanıtı gibidir. Çünkü Aristo’dan beri Batı A’nın asla B olamayacağına inanmış ve sistemini bunun üzerine kurmuştur. Oysa Doğu öğretileri ilginç bir şekilde, özellikle de Budizm, bu merkeze dayalı sistemin içine düşmeden, dikotomiden uzak bir sistem kurmayı başarmıştır. Bir Budist için –bu yüzden- A aynı zamanda B de olabilmektedir. Özellikle zihnin daha iyi çalışması ve daha rasyonel olabilmesi için dışlanan bazı (paradoks, oksimoron gibi) kavramlar Batı’nın lügatinden silinmiştir. Bu katı mantık kurallarına göre, ulaşmak istediğimiz kavramlar asla çelişkili olmamalıdır; bir şey eğer çelişkiliyse onda kesin bir hata var demektir, o düşünceden derhal uzaklaşmak gerekir. Budistler ise tam tersine, düşüncenin bir merkeze çekilmesinin düşünmeyi engellediğini fark edip çelişkilere, oksimoronlara, irrasyonel düşünceye büyük önem vermişlerdir. Nietzsche başta olmak üzere birçok post modern filozofun Doğu öğretilerine ilgi duymasının temel nedeni budur.

Peki bu merkez/ töz dediğimiz şey nasıl bir alışkanlık yaratır düşünce sistemimizde? Derrida başımıza bu belayı açanın uydurulan ilk merkez düşünce olduğunu iddia eder. Neydi bu? İyi mi? Tanrı mı? Kutsal güç mü? Sadece güç mü? İnsanoğlu eğer Tanrı’yı yarattıysa veya İyiliği veya Güc’ü veya Aydınlık’ı; hemen sonrasında onlara karşıt olan bir şeyi daha yaratmak zorunda kalmıştır. Gündüzün varlığına inandığımız anda gece de var olmaktadır. Güç varsa eğer birden zayıflık da var olmaktadır. Tanrı varsa hemen sonra şeytan meydana çıkmaktadır. Derrida’ya göre, tarihin bir noktasında, ilk çiti çekip, ilk çiviyi çakan ve diğer insanlara “burası benim” diyen kişi bunun sorumlusu olmuştur. Çünkü “burası” denildiği anda bu “orası” denilen diğer bir kavramı farz kılar. “Ben” dediğim zaman, bu diğer bir kavramı, “sen”i ortaya çıkarır. Bu inanılmaz dikotomik kavramlar birden insanoğlunu esir alır ve onları kendi dil hapishanesine mahkum eder. İnsanoğlu artık birbirine zıt kavramların var olduğuna, bunlardan birinin de diğerine üstünlük kurduğuna inanmaktadır.

Bu ezberlenmiş, alışılmış ve kanıksanmış düşünce sistemi bir taraftan insanın işine gelmiştir, çünkü onun derin düşünmesini ve sorumluluk almasını engellemiştir. İyilik ve kötülük kavramları karşımda duruyorsa benim yapmam gereken tek şey iyiliğin tarafında durmaktır. Ama gerçek düşünürler bu kavramları bizim yarattığımızı, onlara anlamları verenin bizzat biz olduğumuzu bildiklerinden, bu iyi ve kötünün her vakit sorgulanmasına kapı aralamışlardır. Kierkegaard Tanrı’nın İbrahim’e seslenmesini düşündüğünde bu sesin gerçekten Tanrı’ya ait olup olmadığını nasıl bilebileceğini sorgulamıştır: ya o ses Tanrı kılığına girmiş şeytansa? Ya Tanrı kendisini deniyorsa? Tanrı’nın “yap” dediği şey aslında onu denemek için kurgulanmış bir oyunsa? Kierkegaard’ın dikotomi hastalığına kapılmamasının en büyük nedeni bizzat paket halinde kendisine verilen merkez tözleri de sorgulamayı başarmasından geçer.

Edebiyatta da kendisini yüzyıllar boyunca sürdüren töz hastalığının bu kadar tutulması, dediğim gibi, bir bakıma düşünmeyi hazıra alıştırmasından ve dondurmasından kaynaklanmaktadır. Yüzyıllar boyunca edebi yapıtlar iyinin ve kötünün mücadelesini anlatmış, zaferi iyiliğe vererek de insanın göğsünü kabartmayı kendine borç bilmiştir. On yıllar sonra bu iyiliğin karşısında çıkan kötülüğe daha bir sempatiyle yaklaşmak, zaman zaman kötülüğün iyiliğin karşısında zafer kazanmasını sağlamak da pek bir şeyi değiştirmemiştir. Çünkü kurulan dikotomi sabit kalmakta, sadece taraflar meşreplerine göre yer değiştirmektedirler o kadar. Dolayısıyla insanlığın yüz karası olarak anılan dogmatik orta çağ biter ve onun yerine kurduğumuz aydınlanma ve modern dönem, onun karşıtı olmasına rağmen yine “o” olup çıkar. İnsanoğlu Tanrı’ya inandığında da başı derttedir, inanmadığında da… yasal olanın yasak olandan, dindarın ateistten, çıplak olanın kapalı olandan farklı olmadığı, tam tersine birbirinin aynı olan bu dünya, bir mıknatısa yapışan demir parçacıkları gibi, kendi yarattığı bir merkezin etrafında, ona taparak hayatını sürdürür.

Örneğin Gezi olaylarında insanlar ikiye ayrıldılar. Gezi’yi destekleyenler ve desteklemeyenler… Desteklemeyen grup, Gezi eylemcileri arasında türbanlılara zarar verenleri ifşa etme derdine düştüler. Yılların verdiği merkeze yaslanma hastalığı/ alışkanlığı yüzünden, Gezi direnişçilerinin bir türbanlıyı dövme haberi çıktığında, direnişçilerin ilk tepkisi iki türlü oldu: 1) Öyle bir şey olmaz. 2) Olsa bile o direnişten değildir. Siz hangi tarafta yer alırsanız alın, insanların düşünce dünyalarına bu iğrenç alışkanlık bir kene gibi yapıştığından, her iki tarafın buna kapıldığını görüp aklınızı oynatırsınız. Hükümet yanlıları ısrarla dayak yiyen türbanlı kadını öne sürüp Gezi gençliğini bunun üzerinden suçlamıştır. Gezi gençleri ise ısrarla türbanlı kadına zarar verilmediğini, bu haberlerin yalan olduğunu, doğru olsa bile bunu Gezicilerin yapmadığında ısrar etmişlerdir. Nedense insanlar dogmatik bir şekilde bu merkeze yapışmakta, “öyle bir şey olduysa yapanları kınıyoruz ve özür diliyoruz” diyememektedirler. Aynı şekilde eski Taraf liberalleri ısrarla Gezi hareketini darbeyle eşleştirmek için ellerinden geleni yapmış ve gördükleri her olayı paratoner gibi kendi algı dünyalarına çekmiş ve ona göre konuşlanmışlardır. Yarattıkları “demokrasi merkezi” öylesine katı ve değişmez, öylesine dogmatik hale gelmiştir ki, o merkeze yapışmaktan hayatın içinde akmakta olan dinamizmi ve diyalektiği gözden kaçırmışlardır. Ak Parti merkez binasını ateşe verenler, devlet malına zarar verenler ve türbanlı insanları darp edenler bu insanların merkezi etrafında anlamlanmış ve dikotominin rahatlıkla öbür tarafına atılmıştır.

Aynı mantıktan gidildiğinde, Suriye’deki Esad rejimine karşı savaşan muhaliflerden biri, Esad’ın askerlerinden birini öldürüp onun kalbini söküp yediğinde; muhaliflerin yanında olanlar bir anda korkunç bir bocalama yaşamış, daha sonra çareyi Esad’ın halkına uyguladığı zulümleri sıralayan korkunç bir video hazırlamakta bulmuşlardır. Yarattığımız dikotomilerde baş gösteren gedikler bizi düşünmeye sevk edeceğine, tam tersine iyice bocalayıp yarattığımız merkeze daha çok yapışmamıza neden olmaktadır. Bu dikotomi mantığı metnin basit olması için onu evcilleştiren bir çeşit mekanizmaya dönüşür. Örneğin iyi kalpli bir Nazi’nin var olmadığına inanmak böyle bir mantıktır. Lal Gece filminde, küçücük çocuğun bir adama “satılması”, çocuğun bu adamla evlendirilmesi durumu, çocukla evlenen adamın son derece iyi kalpli, tatlı mı tatlı bir adam olması nedeniyle birçok insanı sinirden delirtmiştir. Çünkü yaratılan dikotomide, kendisine satılan çocukla evlenen adamın “iyi kalpli” çıkması merkezi boğar. Bizim istediğimiz şey, merkezin hep sağlam kalması, dikotomilerin de asla kendi rollerinin dışında alanlara hareket etmemesidir. Bu yüzden en kötü filmler/ diziler, en sağlam dikotomileri anlattıkları ölçüde merkezi sıkı sıkı tekrar inşa ederler. Bu kurgularda kötüler dibine kadar kötü, iyiler dibine kadar iyidir ki, alışkanlığımız bozulmasın, düşünce sistemimizde gedikler oluşmasın. Tayyip Erdoğan ısrarla camide içki içildiğini söylediğinde, içki içilmediğini savunanlar, farkında olmadan Erdoğan’ın yarattığı dikotominin içinde, kendi merkezlerine yapışmış bulurlar kendilerini. Aslında onlar da tıpkı başbakan gibi sadece olmak istenen duruma inanmaktadır, ama camide içki içilip içilmemesi, altı üstü üç beş kişinin cahilliğine veya o anki zor durumda kalma haline verilebilecekken, içki içilmediğinin bu kadar net savunulması herkesin kendi merkezini savunduğunun en iyi örneğidir.

Ünlü düşünür Mustafa Sandal’ın “onun arabası var, güzel mi güzel ama ruhu yok” vecizesinin altında yatan gizli anlam da burada aranmalıdır. Bu kurguya göre fakir ama gururlu biri vardır. Onun karşısında da zengin ama gurursuz biri. Hemen hiçbir zaman filmlerde dikotomiyi zorlayacak durumlar mevcut değildir. Eğer onun arabası varsa, o zaman büyük ihtimalle ruhu yoktur. Arabası olan ve ruhu da olan birine karşın, arabası olmayan ve ruhu da olmayan birini kim ne yapsın? Dikotomiler bir ur gibi beynimizde yaşıyorlar ve büyük bir şehvetle taptığımız merkezimiz bizi esir almaya devam ediyor. Post modern düşünürlerden bazıları bu yüzden kurtuluşu “weak thinking” denilen düşünce sisteminde buldular. Merkezin etrafında salınarak dolaşır ve çeperlerde de gezinmeyi başarırsak, bize verilen dikotomilerin birden eriyiverdiğini ve kendilerini hızla yapı sökümüne uğrattığını fark edeceğiz. Bunu yapanların ise demokrat zihniyete sahip olması işin en zorlu ve trajik yanı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder