Bu Blogda Ara

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Gezi'yi anlamanın zorluğu


Yine kabaca ikiye ayrılmış durumdayız. Bir tarafta Gezi’yi başbakanı devirmek için bir araya gelmiş bir kalkışma olarak görenler; diğer tarafta Gezi’nin, çok kültürlü, farklı seslerin bir araya geldiği, kalıplara sığmayan, bir kitle hareketi olduğunu düşünenler. Üstelik insanlar bu ayrım gereği tartışma programlarında karşı karşıya, birer rakip olarak da geçebiliyorlar. Gezi’yi öve öve bitiremeyenler karşı taraftan Gezi’nin olumsuzlukları sayılarak; Gezi’yi bir çırpıda darbeci ilan edenler de karşı taraftan olumlu yönleri karşılanarak bertaraf edilmek isteniyor. Örneğin dünkü Haber Türk programında, Koray Çalışkan, Gezi’nin temelde bir çevre duyarlığı ile başladığını söylediği anda Kurtuluş Tayiz araya girip “başkanlık binasını yakanlar mı çevreci?” diye son derece yanlış bir soru soruyor. Hayko Bağdat’a “peki siz hükümet olsaydınız, bu kalabalıkla nasıl baş ederdiniz?” diye sorulduğunda, “ne baş etmesi, halka karışmazdım, istediği protestoyu yapardı” diyebiliyor. Kurtuluş Tayiz daha 2007 yılında darbe planlarının yapıldığının unutulmaması gerektiğini söylediğinde Bağdat “yahu bu kadar millet darbeden acı çekmedi mi, biz hepimiz darbe mağduru değil miyiz? Gezi’de yer alan Kürtler, eşcinseller, solcular, Müslümanlar darbe mağduru değil mi? Biz neden darbe isteyelim?” gibi inanılmaz duygusal ve içi son derece boş yorumlar yapılabiliyor. İşin daha da tuhafı Bağdat “tam beş kişi öldü bu olaylarda, bunun bir kıymeti yok mu? Yarın ben polis kurşunuyla ölsem ne yapacaksınız, bunun sıradan bir Gezi kazası olduğunu mu söyleyeceksiniz?” diye sorduğunda, Tayiz tarafından “bu yaptığın iğrenç bir popülizm, ölüler üzerinden siyaset yapılmaz, ona bakarsan Kürt savaşında 30 bin insan öldü” gibi, cidden trajik anlara varan, şaka gibi ayar çekmeler de vuku bulabiliyor.

Kimsenin kendi inandığı ve inandığı ölçüde müridine dönüştüğü gerçekliği tüm yönleriyle ele alma ve yorumlama yeteneği yok. Sanki Taksim Dayanışması Gezi’yi bütünüyle temsil ediyormuş gibi, Gezi’nin savunulmasına zarar vermemek adına Taksim Dayanışması’nın komik olmaktan öteye gidemeyen istekleri savunulmak zorunda kalınıyor! Yarattığımız ve savunduğumuz gerçeklik, hızla kendini merkeze koyuyor ve biz o merkezden uzaklaşmayı kendi görüşümüze ihanet etmek olarak görüyoruz. Gezi direnişinin laik gençlerin bir itirazı olduğunu kabul etmek bile sorun… Tayiz, duran adam eyleminin Kürtler tarafından irite edici, çünkü son derece ulusalcı bir nüve taşıdığını söylediğinde (Duran Adam’ın Atatürk ve Türk bayrağına karşı durduğunu anımsayın), Koray Çalışkan bu gerçekliği bile reddedip “yapma Allah aşkına” diye çıkışırken Bağdat akıl tutulmasından mustarip iyice saçmalamanın dibine vurarak şöyle diyor: “o bayrakları oraya başbakan astırdı bu arada.” Ne oluyoruz? Bir taraf tutmak, temel gerçekleri yok etmede bu kadar mı başarılı? Eğer öyleyse, öve öve bitiremediğimiz avuç içi kadar liberal ve demokrattan da umudumuzu keselim o zaman.

Kürt barışının sağlanması ve yeni anayasanın yapılması gibi çok önemli bir virajın alınacağı bir dönemde, tabiri caizse durduk yere patlayan Gezi olayları, tarihin yönünün bilinemeyeceğine bir kanıt oluştururcasına bambaşka bir gündem yarattı. Hepimiz, düşünce dünyamız ve zihniyetimize göre bir tarafa savrulup, savunduğumuz görüşün içini; “sonradan” olan, reel bir olgunun gözlemlenmesinin rahatlığıyla, istediklerimizle doldurmaya başladık. Çevre duyarlığından başlayan bir kalkışmanın nesnesi (park), bu yüzden, öznenin algılamasına göre değişti ve daha sonra özneler farklılaştığı gibi nesne de farklılaştı. Başında sadece “çevreci” diye nitelediğimiz insanlar, bu kimliği genişletip Kemalist, Müslüman, vatandaş, eşcinsel, solcu vb. kimliklere evirildiler. Bu patlamanın ve farklı kimliklere ait kişilerin aynı ortamda buluşması, Türkiye gibi, özgürlük ve eşitlik kavramlarını ancak belli bir cemaatin içinde anlamlandıran bir ülkede hayli şaşırtıcıydı gerçekten. Başörtüsüne özgürlük için yürüyen gruplara laiklerin duyarsız kaldığı, alkol düzenlemesi konusunda Müslümanların; laiklerin hislerini anlamaya tenezzül etmediği, kısacası herkesin özgürlüğü kendine olduğundan, başkalarının özgürlüğü için pek de yan yana gelinmeyen bir ülke burası. Bu yüzden de birbirleriyle bin yıl geçse bir araya gelemeyecek kimliklerin Gezi vesilesiyle bir araya gelmesi, kim ne derse desin, direnişin en önemli kazanımıdır. Bu farklı kimliklerin bir araya gelmesinden sonra üretilecek her yorum bir bakıma kendi zihniyetimizin de dışa vurumu olacaktır, çünkü “nihai” anlamda elimizde olan ve Gezi’nin neden olduğu ampirik anlamda bir “sonuç” söz konusu değildir. Bu anlamda Gezi’ye bakan eski solcular gençliklerini hatırlayıp devrim nostaljisi yapmakta; Kemalistler başbakanın devrileceğini hayal etmekte; Müslümanlar yeni bir 28 Şubat’ın ve darbenin varlığından şüphelenmekte; demokratlar ise zaman zaman naif ve duygusal biçimde bu çok kimlikli ortamın keyfini çıkarıp bunun “Yeni Türkiye” olduğunu iddia etmektedir. Oysa bildiğimiz tek şey sadece çok kimlikli bir ortamın oluştuğu ve elbette tam bu çok kimliklilikten bekleneceği üzere, ortaya bir sürü uyuşmazlığın çıktığıdır. Sosyal hayatta, normalde zaten dışlanan türbanlılar, Gezi’de de, Gezi direnişinde yer alan bazı gruplar tarafından yine hakarete uğramışlardır. Günlük hayatımızdaki bu “sıradan” gerçekliğin Gezi olaylarıyla sıra dışı hale gelmesi hem şaşırtıcı hem de çok açıklayıcıdır. Çünkü Gezi’nin ayakta kalmasının ve meşruluğunun sağlanması için “saf ve temiz” bir hareket olduğunun kanıtlanması gerektiği sanılmaktadır. “Tüm farklı kimlikler kardeşçe omuz omuza” diye lanse edilen bu durum, gerçekliğin bir parçası olduğu gibi tamamı değildir elbette. Türbanlılardan nefret eden birinin Gezi’ye katıldığı anda arınması gerekiyormuş gibi davranılmakta, bu kişilerin birden türbanlılara sempati duyacağı varsayılmaktadır. Gezi, bir gerçekliğin merkezi, insanın benlik bütünlüğüne varacağı bir Hint tapınağı değildir. Herkes tüm kirliliği, tüm yanlışları, tüm kırmızıçizgileri ve dogmalarıyla orada buluşmuş ve kendi algılarına göre itirazlarda bulunmuştur. Dolayısıyla Gezi tarafından mağdur edilmiş biriyle, Gezi’yi temiz ve saf bir oluşum olarak gören biri, farklı taraflara savrulmalarına rağmen aynı merkezde buluşmaktadırlar. Bu gerçekliklerden biri ötekini götürmez, sadece yan yana var olurlar o kadar. Demek ki Gezi içinde darbe isteyenleri, şiddet yanlılarını, ırkçıları, islamofobikleri, homofobikleri, ulusalcıları vb. görmemek, sadece çocuksu bir şekilde “görmek istemediğimiz” anlamına geliyor. Bu durumu yarışırmış havasına sokup “türbanlılar, eşcinseller, Kürtler, solcular, liberaller, Müslümanlar, laikler de oradaydı” demek, bozuk paranın öbür yüzü olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor.

Olguların tarafsızca tespiti veya bizzat tarafsız olmak gibi istekler biz ne kadar istesek de çok da mümkün olmayan şeyler. O halde, Gezi’yi sadece olduğu gibi yorumlamak ve bu dinamik süreçten “istediğimizi çekip almamak” arzusuyla yola çıkıyorsak, kendimize şunu sormamız gerekiyor: Pratikte, herkes bir olayı, kendi zihniyetine göre okuyorsa, Gezi’den bu okumalara göre çıkacak anlam pozitif midir, negatif mi? Solcular iman tazelediler, darbecilerin umutları boşa çıktı, AKP’nin temel tabanı olan Müslüman kesim partisine olan bağlılığını konsolide etti ve liberallerin büyük çoğunluğu farklı kimliklerin birbirine değdiğini, birbirini tanıdığını gözlemledi, sevindi. Bu listeye, Gezi’den önce ve sonra diye bakarsak, radikal bir değişikliğin olduğunu iddia edebilir miyiz? Gezi olayları, sonuç olarak, bizi kendi varlığından önce ve sonra diye bölerse, önceki bir Türkiye’yi mi, yoksa sonrakini mi tercih edersiniz? Benim buna cevabım ikincisidir. Gezi sadece bir darbe teşebbüsüyse başarısız olmuştur, ama bunu iddia edenler bile Gezi’nin “sadece” bu olmadığında hem fikir. Her kimlik ve grup, kendi orgazmını yaşadıktan sonra (büyük resimde bir değişikliğin olmaması dışında) bir kazanım elde etmedik mi gerçekten? Gezi’nin kimsede “büyük bir aydınlanma ve demokratlaşmaya” neden olmadığını iddia edenler bir anlamda haklılar. Belki bu direnişin öznesi olan (çoğu laik) gençler, bu direnişten sonra birden demokrat olmayacak, birden Kürt barışını desteklemeyecek, türban özgürlüğünü savunmaya başlamayacak. Ama kim ne derse desin, bu direnişte bambaşka bir dünya, bambaşka bir gerçekliğin olduğunu görenler de oldu. Doğu’daki Kürt kardeşlerini şimdi daha iyi anladığını yazıp özür dileyenler, Lice’deki olaylar üzerine hayatında ilk kez omuz omuza daha önce adlarını bile anmaktan sakındığı Kürtler için yürüyüş yapanlar, yan çadırdaki daha önce tiksintiyle yaklaştığı eşcinsellere çay ikram edip onlarla tavla atanlar, daha önce sadece yobaz ve gerici olmakla itham ettiği türbanlı bir kızla dünyanın en güzel ülkelerinin nereleri olduğunu tartışanlar, hayatında ilk kez camiye girip bir iftar sofrasına oturanlar, alkol kullanan yan çadırdaki kişilerin namaz kılan kendisine öcü gibi davranmadığını görenler oldu… Tolstoy’un sahildeki denizyıldızlarını denize fırlatan kahramanı gibi biraz. Denizyıldızlarını fırlatan adama “sahilde yüzlerce denizyıldızı var, hepsini kurtaramazsın” dendiğinde, adam, elindeki bir tanesini fırlatıp “ama o kurtuldu” demiş ya… İşte benim için Gezi’nin anlamı budur.

@ismail_yaprak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder