Bana şöyle bir olay anlattığında arkadaşım, çoğu zaman ona yalandan hak verirdim. İş yerinde her zaman görevini yapan, eli yüzü düzgün biri olarak çalışmasına rağmen, patron tarafından sevilmeyen de yine o oluyormuş. Çünkü patron aslında yapılan işe değil de, çevresinin kendisiyle olan ilişkisine bakıyormuş. Bunun farkında olan diğer çalışanlar işlerindeki performansa nazaran patronu kafalamaya kafa yoruyor ve onu çeşitli yönetmelerle tavlamayı başarıyorlarmış. Şu durumda arkadaşım en fazla dürüstlüğünün ve çalışkan olmasının diyetini ödüyor ve sürekli kötü koşullar altında çalışmak zorunda kalıyormuş.
Buradan bizim çıkarmamız gereken sonuç, Kantçı ahlakın bizzat ahlaksızlık olduğudur. İş yerinde dürüst ve çalışkan biri olman, ikiyüzlü ve tembel kişilere oranla daha az önemseniyorsa eğer, “suç” o insanlarda mı yoksa sende mi? Bize empoze edilen ve uymamız gerektiği söylenen ahlak yasalarını anlamak mümkündür, ama bu ahlak yasaları herkesin zihniyetine göre algılanacağından, herkes kendine göre bir dünya yaratacak demektir. Bize düşen içinde bulunduğumuz bağlama göre bunu gözlemlemek ve ona göre hareket etmektir. Hiç değişmeyen, sabit bir ahlak kavramına takılıp kalmak, dinamik ve diyalektik şekilde sürekli hareket halinde olan hayata saplanıp kalmak anlamına gelecektir. Dolayısıyla büyük bir hararetle ahlakı ve dürüstlüğü savunan kişiler bu konuda politik doğrucu anlamda sonuna kadar haklı olsalar da, hayatın önümüze sunduğu bağlamlar göz önüne alındığında kendilerinin sadece tembel oldukları ortaya çıkmaktadır. Bir merkez ilan etmek ve çevrenin bu merkeze göre hareket etmesini sağlamak son derece rasyonel bir tutumdur, ama hayat bizim istediğimiz şekilde hareket etmez ve hareket etmediğinde kızacağımız son şey hayatın bizzat kendisi ve merkeze yapışmak istemeyen diğer unsurlar olmalıdır.
Bu gibi nedenlerden dolayı her şeyin var olduğu için var olduğu bir görüşe, varoluşçuluğa ulaşılır. Bizim istemediğimizin dışında bir şey mevcut değildir hayatta. Biz, kafamızda yarattığımız ve normatif kıldığımız dünyanın gerçekleşmesinin meşru olduğuna inanırız. Dindarlar bunun burada olmayacağını keşfettikleri için öbür dünyayı yaratmış, öldüğümüzde bunun gerçekleşme şansının olup olmadığı bilinemeyeceği için de son derece rasyonel bir dünya görüşüne ulaşmışlardır. Haksızlıklar, yolsuzluklar, ölümler ve işkenceler vardır; olmaması gerektiği halde vardır ve öbür tarafta bunların karşılığı verilecektir. Oysa neden olmaması gerektiğinin açıklaması yapılamamaktadır. Silahı bir insanın beynine dayayıp sorun: “seni neden öldürmeyeyim?” Şimdi bunu gerçekten, ciddi ciddi düşünmenizi istiyorum. Neden ölüm olmamalı? İnsan olduğumuz için mi? Tanrı yasakladığı için mi? Yasalarca yasaklandığı için mi? Ahlaka, merhamete, sevgiye inanıyorsak mı? Neden? Bunun cevabı yoktur. Verilecek tüm cevaplar insanın vereceği cevaplar olacaktır, dolayısıyla bu cevapların “yapısal/ kurgusal” olması farzdır. İnsan kendi kendini oluşturan, kendisi dışında rehberi olmayan, dünyaya atılmış, özgür bir varlıktır. Ona yol gösterecek hiç kimse olmamıştır, hiçbir zaman da olmayacaktır. İnsanlığa rehber olarak ortaya çıkmış kişiler sadece insanlığa rehber olmuşlardır; ama sonuçta bir insanlık retoriğinin içinden konuşmuşlardır. Çalma, tecavüz etme, öldürme gibi salıklarda bulunmuşlardır, ama bu salıkların meşruiyeti nerede aranmalıdır? Tam tersine ölüm, tecavüz ve hırsızlığın bizzat kendisini meşru kılmaktır onları yasaklamak. Zizek’in, Musa’nın 10 emri hakkında yaptığı yorum bu açıdan mantıklıdır: yapılmaması gerektiği söylenen bu emirler, tam tersine bizzat bu emirlere karşı gelmeyi meşrulaştırmaktadır. Hayatta var olduğumuz anda, artık yok olmamız mümkün değildir. Söz söylendiği anda, artık vardır. Atom bombasının varlığı, var olduğu anda milyonların ölmesine neden olmuştur. Bize verilen emirler, verildiği anda artık tersinin varlığını da kanıtlamış olurlar. "Bu emirlere uyun", denir; uyulmadığında cezasını çekeceğimiz söylenir. Ama zaten hep öyle olmamış mıdır? "Onu öldürme". Neden? "Çünkü bunun bedelini ödersin". Aslında modern dünyada oluşturduğumuz medeniyet tüm bu emirlerin olduğu dünyayı bir perdenin altına gizlemeyi istemiştir. Orta çağda, belki, hiyerarşinin tepesinde bir insan olduğunuz için, size tüküren yoksul bir tezgahtarı kılıcınızı çıkarıp oracıkta öldürebiliyordunuz ve başınıza bir şey de gelmiyordu. Bugün aynısının geçerli olmadığını kim iddia edebilir? Bir bakanın oğluyla bir olduğunuzu iddia edebilir misiniz? Hayata ölüm penceresinden baktığımızda kafamız bulanıyor. Belki bir aristokrat, sırf canı istediği için, bir demir işçisini öldürebiliyordu. Bu o döneme göre “normal” karşılanıyordu. Ölüm, siz hiçbir şey yapmasanız bile gelip böyle salak nedenlerle sizi bulabiliyordu. Peki Tuzla’daki işçilerin, öylesine ölen bu demir işçisinden ne farkı var? 600 yılda öve öve bitiremediğimiz insanlık, keyfiyetten adam öldürmeyi engellemiş, ama onu bile engellediği söylenemez. Burdur’da adam cinnet geçirdi ve 6 kişiyi öldürdü. Antalya’da bir minibüs şoförü sinirlendi ve müşterisini bıçakladı. Ölüm yasaktı hani? Hani emir vardı “öldürme” diye? Cehennemde yanacak olmak, hapiste çürüyecek olmak değiştirdi mi bu durumu? Hayır. İnsan, insanlığını yapmaya devam etti.
Öyleyse bir şey oluyorsa, olduğu anda artık oluyor demektir. O olan şeye insani kavramlarla yorumlar yapmanın alemi yoktur. Bunu en güzel anlatanlardan biri Coen kardeşler… Filmlerinde insanoğlunun kafasında yarattığı merkezin dışında, kontrol edemediğimiz olaylar meydana gelir, hiçbir şey istediğimiz gibi gitmez vb. Ama Coenlerin dünyasında koyu bir sinizim, zaman zaman sonu belirsizliğe varmak zorunda kalan bir nihilizmin varlığı hissedilir. Hayatın durdurulamazlığını kabul eden Coenler, bundan hayatın kafasına göre aktığı, insanın da onun kölesi olduğu, yönünü belirleyemeyeceği bir dünya görüşüne varırlar. Biz, onlara göre havada uçuşan bir tüyüzdür sadece. Hayatın ne olduğunun keşfi, onları bunu kabullenmeye, içselleştirmeye ve olacak olan her şeyin kabulüne yönlendirmiştir. Oysa hayatın ne olduğunun keşfi sadece bir olgudur, bir bilgidir. Bu bilginin keşfinden sonra yapılacak olanlar da yine bizim zihniyetimize göre şekillenecektir. Her şeyin sebepsizce var olması, bizim sebepsizce bu dünyada var olmamız, bu hayatta boş yere var olduğumuz anlamına gelmez. Öylesine var olduğumuz gerçeğine “boş yere” diye yorumda bulunan yine bizizdir neticede. Sonuçta bunun da bilinmezliği aşikardır. Ortaya çıkan sonuç dünyanın içine atıldığımız ve onun içinde yaşamaya zorlandığımızdır. Zorlandığımız diyorum, çünkü doğmayı isteyen biz değilizdir, ama artık doğduktan sonra da doğmuşuzdur. O halde içinde bulunduğumuz koşullar gereğince seçim yapmamız gerekir. Mısır’da doğmuş bir kölenin, Afrika’da doğmuş yiyecek hiçbir şeyi olmayan bir bedevinin, Türkiye’de köyleri yakılan bir Kürt’ün seçmekten başka hiçbir şansı yoktur. Bu insanların eşit olmadıkları kesindir ama zaten eşit olmak da insanın tahayyül ettiği, olması için dua edip durduğu normatif bir hayaldir sadece. Benim ders çalışıp üniversiteye gidip gitmeme şansım varken, bir kölenin efendisine iyi davranıp bir adet fazla ekmek alıp almama şansı vardır belki. Hitler Almanya’sında doğmuş bir Yahudi’nin seçme şansının olmadığını söyleyebilirsiniz elbette, ama bu beni sizinle kavga etmeye çağırmanızdan başka anlam taşımaz. Hayatta var olmanın zorunlu olduğu ve özgürlüğe mahkum olduğumuz kabul edilirse, birilerinin çıkıp “ama Afrika’da çocuklar ölüyor, ama orada doğmayı onlar seçmedi” haykırmalarına ters düşmüşüz gibi düşünülebilir. Burada kimseye bir şey kanıtlanmak istenmiyor. Sonuçta kim ister durduk yere insanların ölmesini? Ama insanlar maalesef ölüyorlar. Çünkü biz insanoğlu bize verilen seçme şansını iyi kullanamamışız demek ki. Bir oyun havuzunda düzgün bir şekilde oyun oynamaktansa birbirlerinin gözünü kör eden çocuklar varsa ne yapılabilir? Ne yapalım? Neden birbirlerine yardım etmiyorlar da birbirlerini kör ediyorlar? Bunun nedeni hayat mıdır? Şeytan mıdır? Nedir? Ama başka bir yerde başka çocuklar birbirlerini kör etmiyorlar. Bardağın dolu tarafını görmek demek değildir bu. Sadece bardağın var olması meselesidir. Bardak vardır ve onun dolu ya da boş olmasının pek de bir önemi yoktur. Vardır elbette, ama bardağın varlığı, dolu veya boş olmanın önüne geçer. Çünkü dolu veya boş olması onun varlığının garantisidir. Bardak olmasaydı doluluk veya boşluğun bir mantığı olur muydu?
İşte varoluşçuluk sadece var olduğuna inanmak ve bundan garantici veya nihilist bir yorum çıkarmamaktır. Ama tam da var oluş bu yorumların çıkmasının da nedenidir. Var olduğumuz için kimimiz bunu hiççiliğe yoracaktır, kimimiz de bunun bir anlamı olduğuna… Bunlardan ikisi de saçmadır, hayat sadece akar, demek, yine bir görüşü parsellemek demektir; ben bu görüşü savunurum elbette, ama bu görüşün de sadece benim beynimden çıkmış, benim algımla yoğrulmuş bir görüş olduğunun da farkındayımdır. Buradan da herkesin kendine ait bir görüşü var gibi bir anlam çıkarmam, çünkü zaten öyledir, bunu benim söylememe gerek yoktur; buradaki mesele, var olduğum ve bu dünyada yaşadığım sürece kendi varlığımı sürekli aşmak ve sürekli seçmek zorunda oluşumdur. Buna karar veren de insanın bizzat kendisidir ama bu insan zaman zaman üst-insan olma hatasına düşmektedir. Bir arada yaşama ve refah seviyesini arttırma adına bir kurallar bütünü oluştururum, bunu kendi sağlığım için yaparım ama bunun yapılmasının da koşullara bağlı olduğunu hatırlamam gerekir. Koyduğum bir kural sadece koyduğum bir kuraldır aslında. Ona uymam gerektiğini bilirim, ama ona uymamam gerektiğinin de farkındayımdır. İşte insan bu gel gitlerin, bu söylendiği anda var olan cümlelerinin, yorumlarının esiridir bir bakıma. Ne yaparsa yapsın bundan kaçamaz. Örneğin Gorgias 2500 yıl önce hiçbir şeyin var olmadığını, olsa bile bilemeyeceğimizi, bilsek bile başkalarına anlatamayacağımızı iddia etmişti. Varmak istediği yer her şeyden şüphe etmemiz gerektiğiydi. Kesin olan hiçbir şey yoktu ona göre. Oysa kesin olan hiçbir şeyin olmadığından şüphe edebilmek için şüphe ettiğinden de emin olmak gerekir. Bir şüpheci, şüphe ettiğinden emin olmazsa nasıl şüphe edebilir ki? Aynı şeyi Albert Camus yaşam adına çözmüştü. Eğer hayat iddia edildiği gibi anlamsızsa, hayatta hiçbir anlam yoksa belki intihar etmek doğru bir seçimdir. Ne var ki “hayatta hiçbir anlam yoktur” cümlesi bizzat hayatın anlamı olduğu anlamına gelir. Çünkü hayatın hiçbir anlamının olmadığı anlamlıdır. Demek ki insan var oluşundan ne yaparsa yapsın kaçamıyor. Hep var olmak ve seçmek zorunda kalıyor. Sadece ve sadece kendini aşmak ve ilerlemek istiyor. İstese seçmez, istese ilerlemez; ama seçmediği anda bile bir şey seçmiş olur insan. Taraf tutmadığı anda bir tarafı tutuyor demektir. İnsanoğlu özgürlüğünden kaçamaz, özgürlüğüne tutsak olmuştur, tüm derdi bu özgürlüğüdür zaten. Bu özgürlüğünün başına açtığı belalardır onu hayata karşı bileyen. İçten içe özgür olmamayı, içten içe prangaya vurulmayı ister. Kafka zincire vurulmanın rahatlığını yaşayan ve huzur içinde var olan kişileri örnek verirken bunu anlatmaya çalışmaktadır.
O halde rüşvet vererek işini halleden adam da, hayatını kazanmak için hırsızlık yapan hırsız da sadece var olmaktadırlar. Bunun aksi olmuyorsa eğer sadece aksi olmuyor olduğundandır. İnsanoğlu sadece seçtiği şeydir, tasarladığı şeydir. Tasarladığı şey olmak için çabalar, bunu başarmak için kullandığı yöntemlerin her biri, hepsi bilete dahildir. Ev arkadaşımız kirasını ödemez, sifonu çekmez; patronumuz sigortamızı yatırmaz; erkek arkadaşımız bize dayak atar; sonra bu insanlar gelip size dertlerini anlatırlar. Anlattıklarında hepsi haklıdır, ev arkadaşı tam bir çıkarcıdır, patron tam bir çirkeftir, erkek arkadaş tam bir otoriterdir; ama onların “kötü” olması, bizim haklı olmamız, hayatın o an durduğu anlamına gelmez. Bir güç Woody Allen’ın filmindeki gibi durduk yere ortaya çıkıp onlara cezalarını vermez. Biz öyle olsun isteriz, bir şeyler kötüye gittiğinde, hele bir de masum ve iyi biriysek, hayata bok atarız, ona kızarız, adaletten dem vururuz. Halbuki iyilik, kötülük, merhamet, adalet kavramlarını uyduran biz olmuşuzdur hep. Tek yaptığımız şey var olmak olduğu için, onu anlamlı hale getirecek terimler uydurmuşuzdur. Şunu unutmamak gerekir: insan başkalarıyla insandır. Toplum olmadan ölürüz. Bizi yaşama bağlayan şey Tanrı, anayasa, 10 emir filan değildir, biz birbirimize insanlar sayesinde bağlıyız. Evine eşyasını taşıyan birine yardım edip etmemek bizim elimizdedir. Hiç tanımadığımız biriyse yardım etmeyiz belki, çünkü ettiğimiz yardımın bir karşılığının olmayacağını düşünürüz; ama o eşyayı komşumuz taşıyorsa bu komşumuza bir mesaj vermek anlamına gelecektir. Kim bilir belki işimiz düşer ona, komşumuz da o iyiliği hatırlayıp bize yardım eder. Çıkarcılık mıdır bu, içten pazarlık mıdır, bilemeyiz. İsimler koyarız bunlara. Kategorilere böleriz, terimler uydururuz. Önemli olan ilişkilerdir halbuki. Birlikte yaşamak isteriz, zorunludur çünkü bu. Birlikte var olamazsak zorlanırız, hayatımızı istediğimiz gibi yönlendiremeyiz. Komşumla aramın iyi olmasını hiçbir dış kuvvet, hiçbir kutsal kitap, hiçbir üst kimlik belirleyemez. Sadece var olurken bunun yöntemlerini seçerim, bunun için çabalarım.
Ağzımdan çıkan her bir cümle çıktığı anda kendi kendini yok eder bu yüzden. Çünkü hayatta tam olarak kurulabilecek hiçbir cümle yoktur. Cümleler kendi kendilerini eritmek zorunda kalırlar. “Kimseyi suçlayamayız” dediğimiz anda doğrudur bu cümle belki, ama aynı anda suçlayabiliriz de karşımızdakini. “Hayat boştur” dediğimizde bu cümlede haklılık payı vardır elbette, ama bu cümlenin ne anlama geldiğini bilip ona hak da veririz. “Hayat hakkında cümle kurulamaz”, dediğimde bile kendi ayağıma kurşun sıkmış olurum, çünkü bu cümle bizzat hayat hakkında kurulmuş bir cümledir. “Hayat ne iyi ne kötüdür, hayat olduğu gibidir” diye toparlamaya çalışsam, hayatın olduğu gibi olmadığına da kendimi ikna edemem. O halde bu hayat bana şunu söyler: var olan ve hayata atılmış bir insan olarak haddimi bilmem gerekir. Hayatı anlamak ve onu bir çırpıda değiştirebilecek bir gücüm yok. Onun karşısında aşırı zavallı bir konumda, kendi halimde var olmaktan başka bir şey yapamıyorum. Bilgi edinme yöntemlerim ve anlama yeteneğim son derece sınırlı. Demek ki kendimin farkında olmalıyım. Mütevazi olmalıyım. Kurduğum bir cümlenin daha kurulur kurulmaz kendini yok ettiğini bilmeliyim. Tüm cümlelerimi üzeri çarpılı söylemeliyim.Aslında tüm sözlerimi bu şekilde yazmalıyım. Çünkü ben dediğimin hemen ardından artık onu demeyen oluyorum. Ben sürekli var oluyorum, sürekli değişiyorum. Bu, şüphesiz, tutarlı olmadığım, sorumluluk almak istemediğim anlamına gelmiyor. Bugün “seni seviyorum” derken ertesi gün sana olan sevgimde bir değişiklik olmayacak. Bugün sana güvenirken yarın sana olan güvenimde bir azalma olmayacak. Bugün durduk yere sana maaş ödemekten vazgeçmeyeceğim. Aksi takdirde “zaten her sözüm kendi kendini yok ediyor” diye diye, hayatta bir tutarlılık, bir istikrar bırakmazdık. Zaten bu da kendi kendini yok ediyor. “Söylediğim söz hemen sonra kendini yalanlıyor” demem bile, bu cümlenin de yalanlanması anlamına geliyor. Bu söyle sürüyor, erteleniyor. Bunun sonucu insanın haddini bilmesi ve mütevazi olmayı kendine şiar edinmesidir. Hiç kimse cennete veya cehenneme gitmeyecek. Çünkü bunları kuran da bizzat biz olduk. Cüzdanımız çalındığında onu çalanın cezalandırılması gerektiğini düşündük. Bunun adalet olduğunu iddia ettik. Oysa sadece biz istiyoruz diye dünya dönmesini sona erdirmeyecek. Biz her zaman bir şeyler isteyebiliriz ve isteyeceğiz de; ama hayatı isteme şansımız yok. O zaten biz var olduğumuz sürece var ve bizim yapmamız gereken sadece bunu kabul etmek.
Buradan bizim çıkarmamız gereken sonuç, Kantçı ahlakın bizzat ahlaksızlık olduğudur. İş yerinde dürüst ve çalışkan biri olman, ikiyüzlü ve tembel kişilere oranla daha az önemseniyorsa eğer, “suç” o insanlarda mı yoksa sende mi? Bize empoze edilen ve uymamız gerektiği söylenen ahlak yasalarını anlamak mümkündür, ama bu ahlak yasaları herkesin zihniyetine göre algılanacağından, herkes kendine göre bir dünya yaratacak demektir. Bize düşen içinde bulunduğumuz bağlama göre bunu gözlemlemek ve ona göre hareket etmektir. Hiç değişmeyen, sabit bir ahlak kavramına takılıp kalmak, dinamik ve diyalektik şekilde sürekli hareket halinde olan hayata saplanıp kalmak anlamına gelecektir. Dolayısıyla büyük bir hararetle ahlakı ve dürüstlüğü savunan kişiler bu konuda politik doğrucu anlamda sonuna kadar haklı olsalar da, hayatın önümüze sunduğu bağlamlar göz önüne alındığında kendilerinin sadece tembel oldukları ortaya çıkmaktadır. Bir merkez ilan etmek ve çevrenin bu merkeze göre hareket etmesini sağlamak son derece rasyonel bir tutumdur, ama hayat bizim istediğimiz şekilde hareket etmez ve hareket etmediğinde kızacağımız son şey hayatın bizzat kendisi ve merkeze yapışmak istemeyen diğer unsurlar olmalıdır.
Bu gibi nedenlerden dolayı her şeyin var olduğu için var olduğu bir görüşe, varoluşçuluğa ulaşılır. Bizim istemediğimizin dışında bir şey mevcut değildir hayatta. Biz, kafamızda yarattığımız ve normatif kıldığımız dünyanın gerçekleşmesinin meşru olduğuna inanırız. Dindarlar bunun burada olmayacağını keşfettikleri için öbür dünyayı yaratmış, öldüğümüzde bunun gerçekleşme şansının olup olmadığı bilinemeyeceği için de son derece rasyonel bir dünya görüşüne ulaşmışlardır. Haksızlıklar, yolsuzluklar, ölümler ve işkenceler vardır; olmaması gerektiği halde vardır ve öbür tarafta bunların karşılığı verilecektir. Oysa neden olmaması gerektiğinin açıklaması yapılamamaktadır. Silahı bir insanın beynine dayayıp sorun: “seni neden öldürmeyeyim?” Şimdi bunu gerçekten, ciddi ciddi düşünmenizi istiyorum. Neden ölüm olmamalı? İnsan olduğumuz için mi? Tanrı yasakladığı için mi? Yasalarca yasaklandığı için mi? Ahlaka, merhamete, sevgiye inanıyorsak mı? Neden? Bunun cevabı yoktur. Verilecek tüm cevaplar insanın vereceği cevaplar olacaktır, dolayısıyla bu cevapların “yapısal/ kurgusal” olması farzdır. İnsan kendi kendini oluşturan, kendisi dışında rehberi olmayan, dünyaya atılmış, özgür bir varlıktır. Ona yol gösterecek hiç kimse olmamıştır, hiçbir zaman da olmayacaktır. İnsanlığa rehber olarak ortaya çıkmış kişiler sadece insanlığa rehber olmuşlardır; ama sonuçta bir insanlık retoriğinin içinden konuşmuşlardır. Çalma, tecavüz etme, öldürme gibi salıklarda bulunmuşlardır, ama bu salıkların meşruiyeti nerede aranmalıdır? Tam tersine ölüm, tecavüz ve hırsızlığın bizzat kendisini meşru kılmaktır onları yasaklamak. Zizek’in, Musa’nın 10 emri hakkında yaptığı yorum bu açıdan mantıklıdır: yapılmaması gerektiği söylenen bu emirler, tam tersine bizzat bu emirlere karşı gelmeyi meşrulaştırmaktadır. Hayatta var olduğumuz anda, artık yok olmamız mümkün değildir. Söz söylendiği anda, artık vardır. Atom bombasının varlığı, var olduğu anda milyonların ölmesine neden olmuştur. Bize verilen emirler, verildiği anda artık tersinin varlığını da kanıtlamış olurlar. "Bu emirlere uyun", denir; uyulmadığında cezasını çekeceğimiz söylenir. Ama zaten hep öyle olmamış mıdır? "Onu öldürme". Neden? "Çünkü bunun bedelini ödersin". Aslında modern dünyada oluşturduğumuz medeniyet tüm bu emirlerin olduğu dünyayı bir perdenin altına gizlemeyi istemiştir. Orta çağda, belki, hiyerarşinin tepesinde bir insan olduğunuz için, size tüküren yoksul bir tezgahtarı kılıcınızı çıkarıp oracıkta öldürebiliyordunuz ve başınıza bir şey de gelmiyordu. Bugün aynısının geçerli olmadığını kim iddia edebilir? Bir bakanın oğluyla bir olduğunuzu iddia edebilir misiniz? Hayata ölüm penceresinden baktığımızda kafamız bulanıyor. Belki bir aristokrat, sırf canı istediği için, bir demir işçisini öldürebiliyordu. Bu o döneme göre “normal” karşılanıyordu. Ölüm, siz hiçbir şey yapmasanız bile gelip böyle salak nedenlerle sizi bulabiliyordu. Peki Tuzla’daki işçilerin, öylesine ölen bu demir işçisinden ne farkı var? 600 yılda öve öve bitiremediğimiz insanlık, keyfiyetten adam öldürmeyi engellemiş, ama onu bile engellediği söylenemez. Burdur’da adam cinnet geçirdi ve 6 kişiyi öldürdü. Antalya’da bir minibüs şoförü sinirlendi ve müşterisini bıçakladı. Ölüm yasaktı hani? Hani emir vardı “öldürme” diye? Cehennemde yanacak olmak, hapiste çürüyecek olmak değiştirdi mi bu durumu? Hayır. İnsan, insanlığını yapmaya devam etti.
Öyleyse bir şey oluyorsa, olduğu anda artık oluyor demektir. O olan şeye insani kavramlarla yorumlar yapmanın alemi yoktur. Bunu en güzel anlatanlardan biri Coen kardeşler… Filmlerinde insanoğlunun kafasında yarattığı merkezin dışında, kontrol edemediğimiz olaylar meydana gelir, hiçbir şey istediğimiz gibi gitmez vb. Ama Coenlerin dünyasında koyu bir sinizim, zaman zaman sonu belirsizliğe varmak zorunda kalan bir nihilizmin varlığı hissedilir. Hayatın durdurulamazlığını kabul eden Coenler, bundan hayatın kafasına göre aktığı, insanın da onun kölesi olduğu, yönünü belirleyemeyeceği bir dünya görüşüne varırlar. Biz, onlara göre havada uçuşan bir tüyüzdür sadece. Hayatın ne olduğunun keşfi, onları bunu kabullenmeye, içselleştirmeye ve olacak olan her şeyin kabulüne yönlendirmiştir. Oysa hayatın ne olduğunun keşfi sadece bir olgudur, bir bilgidir. Bu bilginin keşfinden sonra yapılacak olanlar da yine bizim zihniyetimize göre şekillenecektir. Her şeyin sebepsizce var olması, bizim sebepsizce bu dünyada var olmamız, bu hayatta boş yere var olduğumuz anlamına gelmez. Öylesine var olduğumuz gerçeğine “boş yere” diye yorumda bulunan yine bizizdir neticede. Sonuçta bunun da bilinmezliği aşikardır. Ortaya çıkan sonuç dünyanın içine atıldığımız ve onun içinde yaşamaya zorlandığımızdır. Zorlandığımız diyorum, çünkü doğmayı isteyen biz değilizdir, ama artık doğduktan sonra da doğmuşuzdur. O halde içinde bulunduğumuz koşullar gereğince seçim yapmamız gerekir. Mısır’da doğmuş bir kölenin, Afrika’da doğmuş yiyecek hiçbir şeyi olmayan bir bedevinin, Türkiye’de köyleri yakılan bir Kürt’ün seçmekten başka hiçbir şansı yoktur. Bu insanların eşit olmadıkları kesindir ama zaten eşit olmak da insanın tahayyül ettiği, olması için dua edip durduğu normatif bir hayaldir sadece. Benim ders çalışıp üniversiteye gidip gitmeme şansım varken, bir kölenin efendisine iyi davranıp bir adet fazla ekmek alıp almama şansı vardır belki. Hitler Almanya’sında doğmuş bir Yahudi’nin seçme şansının olmadığını söyleyebilirsiniz elbette, ama bu beni sizinle kavga etmeye çağırmanızdan başka anlam taşımaz. Hayatta var olmanın zorunlu olduğu ve özgürlüğe mahkum olduğumuz kabul edilirse, birilerinin çıkıp “ama Afrika’da çocuklar ölüyor, ama orada doğmayı onlar seçmedi” haykırmalarına ters düşmüşüz gibi düşünülebilir. Burada kimseye bir şey kanıtlanmak istenmiyor. Sonuçta kim ister durduk yere insanların ölmesini? Ama insanlar maalesef ölüyorlar. Çünkü biz insanoğlu bize verilen seçme şansını iyi kullanamamışız demek ki. Bir oyun havuzunda düzgün bir şekilde oyun oynamaktansa birbirlerinin gözünü kör eden çocuklar varsa ne yapılabilir? Ne yapalım? Neden birbirlerine yardım etmiyorlar da birbirlerini kör ediyorlar? Bunun nedeni hayat mıdır? Şeytan mıdır? Nedir? Ama başka bir yerde başka çocuklar birbirlerini kör etmiyorlar. Bardağın dolu tarafını görmek demek değildir bu. Sadece bardağın var olması meselesidir. Bardak vardır ve onun dolu ya da boş olmasının pek de bir önemi yoktur. Vardır elbette, ama bardağın varlığı, dolu veya boş olmanın önüne geçer. Çünkü dolu veya boş olması onun varlığının garantisidir. Bardak olmasaydı doluluk veya boşluğun bir mantığı olur muydu?
İşte varoluşçuluk sadece var olduğuna inanmak ve bundan garantici veya nihilist bir yorum çıkarmamaktır. Ama tam da var oluş bu yorumların çıkmasının da nedenidir. Var olduğumuz için kimimiz bunu hiççiliğe yoracaktır, kimimiz de bunun bir anlamı olduğuna… Bunlardan ikisi de saçmadır, hayat sadece akar, demek, yine bir görüşü parsellemek demektir; ben bu görüşü savunurum elbette, ama bu görüşün de sadece benim beynimden çıkmış, benim algımla yoğrulmuş bir görüş olduğunun da farkındayımdır. Buradan da herkesin kendine ait bir görüşü var gibi bir anlam çıkarmam, çünkü zaten öyledir, bunu benim söylememe gerek yoktur; buradaki mesele, var olduğum ve bu dünyada yaşadığım sürece kendi varlığımı sürekli aşmak ve sürekli seçmek zorunda oluşumdur. Buna karar veren de insanın bizzat kendisidir ama bu insan zaman zaman üst-insan olma hatasına düşmektedir. Bir arada yaşama ve refah seviyesini arttırma adına bir kurallar bütünü oluştururum, bunu kendi sağlığım için yaparım ama bunun yapılmasının da koşullara bağlı olduğunu hatırlamam gerekir. Koyduğum bir kural sadece koyduğum bir kuraldır aslında. Ona uymam gerektiğini bilirim, ama ona uymamam gerektiğinin de farkındayımdır. İşte insan bu gel gitlerin, bu söylendiği anda var olan cümlelerinin, yorumlarının esiridir bir bakıma. Ne yaparsa yapsın bundan kaçamaz. Örneğin Gorgias 2500 yıl önce hiçbir şeyin var olmadığını, olsa bile bilemeyeceğimizi, bilsek bile başkalarına anlatamayacağımızı iddia etmişti. Varmak istediği yer her şeyden şüphe etmemiz gerektiğiydi. Kesin olan hiçbir şey yoktu ona göre. Oysa kesin olan hiçbir şeyin olmadığından şüphe edebilmek için şüphe ettiğinden de emin olmak gerekir. Bir şüpheci, şüphe ettiğinden emin olmazsa nasıl şüphe edebilir ki? Aynı şeyi Albert Camus yaşam adına çözmüştü. Eğer hayat iddia edildiği gibi anlamsızsa, hayatta hiçbir anlam yoksa belki intihar etmek doğru bir seçimdir. Ne var ki “hayatta hiçbir anlam yoktur” cümlesi bizzat hayatın anlamı olduğu anlamına gelir. Çünkü hayatın hiçbir anlamının olmadığı anlamlıdır. Demek ki insan var oluşundan ne yaparsa yapsın kaçamıyor. Hep var olmak ve seçmek zorunda kalıyor. Sadece ve sadece kendini aşmak ve ilerlemek istiyor. İstese seçmez, istese ilerlemez; ama seçmediği anda bile bir şey seçmiş olur insan. Taraf tutmadığı anda bir tarafı tutuyor demektir. İnsanoğlu özgürlüğünden kaçamaz, özgürlüğüne tutsak olmuştur, tüm derdi bu özgürlüğüdür zaten. Bu özgürlüğünün başına açtığı belalardır onu hayata karşı bileyen. İçten içe özgür olmamayı, içten içe prangaya vurulmayı ister. Kafka zincire vurulmanın rahatlığını yaşayan ve huzur içinde var olan kişileri örnek verirken bunu anlatmaya çalışmaktadır.
O halde rüşvet vererek işini halleden adam da, hayatını kazanmak için hırsızlık yapan hırsız da sadece var olmaktadırlar. Bunun aksi olmuyorsa eğer sadece aksi olmuyor olduğundandır. İnsanoğlu sadece seçtiği şeydir, tasarladığı şeydir. Tasarladığı şey olmak için çabalar, bunu başarmak için kullandığı yöntemlerin her biri, hepsi bilete dahildir. Ev arkadaşımız kirasını ödemez, sifonu çekmez; patronumuz sigortamızı yatırmaz; erkek arkadaşımız bize dayak atar; sonra bu insanlar gelip size dertlerini anlatırlar. Anlattıklarında hepsi haklıdır, ev arkadaşı tam bir çıkarcıdır, patron tam bir çirkeftir, erkek arkadaş tam bir otoriterdir; ama onların “kötü” olması, bizim haklı olmamız, hayatın o an durduğu anlamına gelmez. Bir güç Woody Allen’ın filmindeki gibi durduk yere ortaya çıkıp onlara cezalarını vermez. Biz öyle olsun isteriz, bir şeyler kötüye gittiğinde, hele bir de masum ve iyi biriysek, hayata bok atarız, ona kızarız, adaletten dem vururuz. Halbuki iyilik, kötülük, merhamet, adalet kavramlarını uyduran biz olmuşuzdur hep. Tek yaptığımız şey var olmak olduğu için, onu anlamlı hale getirecek terimler uydurmuşuzdur. Şunu unutmamak gerekir: insan başkalarıyla insandır. Toplum olmadan ölürüz. Bizi yaşama bağlayan şey Tanrı, anayasa, 10 emir filan değildir, biz birbirimize insanlar sayesinde bağlıyız. Evine eşyasını taşıyan birine yardım edip etmemek bizim elimizdedir. Hiç tanımadığımız biriyse yardım etmeyiz belki, çünkü ettiğimiz yardımın bir karşılığının olmayacağını düşünürüz; ama o eşyayı komşumuz taşıyorsa bu komşumuza bir mesaj vermek anlamına gelecektir. Kim bilir belki işimiz düşer ona, komşumuz da o iyiliği hatırlayıp bize yardım eder. Çıkarcılık mıdır bu, içten pazarlık mıdır, bilemeyiz. İsimler koyarız bunlara. Kategorilere böleriz, terimler uydururuz. Önemli olan ilişkilerdir halbuki. Birlikte yaşamak isteriz, zorunludur çünkü bu. Birlikte var olamazsak zorlanırız, hayatımızı istediğimiz gibi yönlendiremeyiz. Komşumla aramın iyi olmasını hiçbir dış kuvvet, hiçbir kutsal kitap, hiçbir üst kimlik belirleyemez. Sadece var olurken bunun yöntemlerini seçerim, bunun için çabalarım.
Ağzımdan çıkan her bir cümle çıktığı anda kendi kendini yok eder bu yüzden. Çünkü hayatta tam olarak kurulabilecek hiçbir cümle yoktur. Cümleler kendi kendilerini eritmek zorunda kalırlar. “Kimseyi suçlayamayız” dediğimiz anda doğrudur bu cümle belki, ama aynı anda suçlayabiliriz de karşımızdakini. “Hayat boştur” dediğimizde bu cümlede haklılık payı vardır elbette, ama bu cümlenin ne anlama geldiğini bilip ona hak da veririz. “Hayat hakkında cümle kurulamaz”, dediğimde bile kendi ayağıma kurşun sıkmış olurum, çünkü bu cümle bizzat hayat hakkında kurulmuş bir cümledir. “Hayat ne iyi ne kötüdür, hayat olduğu gibidir” diye toparlamaya çalışsam, hayatın olduğu gibi olmadığına da kendimi ikna edemem. O halde bu hayat bana şunu söyler: var olan ve hayata atılmış bir insan olarak haddimi bilmem gerekir. Hayatı anlamak ve onu bir çırpıda değiştirebilecek bir gücüm yok. Onun karşısında aşırı zavallı bir konumda, kendi halimde var olmaktan başka bir şey yapamıyorum. Bilgi edinme yöntemlerim ve anlama yeteneğim son derece sınırlı. Demek ki kendimin farkında olmalıyım. Mütevazi olmalıyım. Kurduğum bir cümlenin daha kurulur kurulmaz kendini yok ettiğini bilmeliyim. Tüm cümlelerimi üzeri çarpılı söylemeliyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder