Bu Blogda Ara

9 Temmuz 2013 Salı

Yıldıray Oğur, Yeşilçam ve arabesk…

Sormamız gereken soru Yıldıray Oğur gibi çok sevdiğimiz ve bunca yıl duruşuyla kendini demokrasi havarisi olarak kabul ettirmiş bir demokratın nasıl olur da Gezi olaylarında çuvalladığıdır. Bu süreçte beni en çok şaşırtan şey Oğur’da hayran olduğumuz o sinsi zekânın en beylik düzeye düşmesi oldu. Çünkü Gezi direnişini destekleyip desteklememek de en nihayetinde bir görüştür. Örneğin Tayyip Erdoğan’ın Gezi’yi eleştiren yorumlarını, onun zihniyetini de düşünerek “anlamak” mümkündür. Kendisi Türkiye tarihinde eşi benzeri olmayan böyle bir kalkışma karşısında apışıp kalmış, ne yapacağını karar verememiş, hatasını kabul etme yürekliliğini ‘geri adım atmak’ olarak görmüş, olayın nedenlerini ‘dış güçlerde’ aramıştır. Erdoğan’ın içinde bulunduğu durum, tarihsel geçmişi, taşıdığı ideoloji ve zihniyet incelendiğinde, kendisinin Gezi’ye verdiği cevabı son derece hatalı ve sorunlu görsek de onu yine de “anlarız.” Oysa Erdoğan’a tanıdığımız bu ‘toleransı’ Oğur’a (ve onun gibi demokratlara) tanıma şansımız elbette daha zordur. Üstelik Oğur, Gezi gibi eşi benzeri daha önce görülmemiş bir fenomeni akıl almaz bir sığlıkla karşılamış ve bu inanılmaz zengin sosyolojik dünyayı indirgemeci bir yoruma hapsetmekle akıllara ziyan bir duruş sergilemiştir. Kendisine gülüp geçtiğimiz Erdoğan’ın “bunlar” söylemi, adeta Oğur’un fikirlerinin en sadeleşmiş hali gibidir. Çünkü Oğur, dinamizmden çatlayacak kadar veri barındıran direnişe (Mahçupyan’ın analizleri şimdiden 7 yazıya ulaştı) altı üstü dikotomik açılardan yaklaşmış, nihayetinde “ya bizdensin ya onlardan” şiarına güle eğlene varmıştır. Nasıl bir araya geldiklerine inanamadığı ve bir araya geldikleri için de demokratları suçladığı bakış açısı, yine dikotomi içerdiğinden, sürekli elinde kalmaya mahkûmdur (bkz: demokratlar ırkçı faşistlerin yanına düştüyse, Oğur da –o halde- Hasan Karakaya ve İsmail Türüt’ün yanına düşmüştür; seç, beğen, al).

Demokratların ülkenin refahı için, hiç olmadık zamanlarda olmadık gruplarla yan yana gelişi hepimizin bildiği en sıradan durumlardan biridir. Bugünlerde artık kanıksandığı için çok dikkat çekmeyen fakat yıllardır demokratlara yöneltilen “AKP yandaşlığı” meselesi Oğur’un tezinin en naif şekilde çürüyebileceği nokta olabilir. Laik bir demokratın, İslami duyarlığa sahip muhafazakâr partiyle yan yana gelmesini tuhaf bulmayan Oğur; Gezi’de aynı demokratlar; TGB, Kemalistler, Ortodoks solcular ile yan yana gelince tuhaflık bulabilmektedir. Bu tespite Oğur; AKP ile TGB’yi aynı kefeye koyarak çok büyük hata yapıldığını iddia ederek karşı çıkacaktır. Bu yorum elbette doğrudur, ama o zaman Oğur tamamen farklı kimlik ve ideolojilerden oluşan gruplar yan yana geldiğinde bunu objektif bir veri olarak almamakta, bizzat o veriyi kendi algı dünyasının kodlarıyla doldurmaktadır. Bu yüzden bir muhafazakârla bir laik demokrat yan yana geldiğinde “bunlar nasıl yan yana gelebildiler” sorusu ortadan kalkar, çünkü bu “normaldir”. Bir kemalistle bir demokratın yan yana gelmesi ise normal değildir. Buradan ortaya çıkan sonuç, Oğur’un, ne kadar demokrat olursa olsun, kafasında bir öncülle hareket ettiğidir. O öncül ise artık bugün iyice gün yüzüne çıkan sol fobidir.

Oğur için hayat; kendi algıladığı, anlam verdiği, kabul ettiği, alıştığı şekilde ilerlediğinde hiçbir sorun yoktur; oysa onun dışında bir olay gerçekleştiğinde bu olayın analizi zorlaşmaktadır. Yıllar boyunca kemalizmin sol sanıldığı bir ülkede, kemalizmin bizzat sağ olduğunun deşifre edildiği bir düşünce dünyasının içinden gelen Oğur’un ülkedeki konumu, bu politik alt yapı oluşturulduktan sonra, tıkır tıkır işlemiştir. Ülkenin kalkınmasının/ demokratikleşmesinin muhafazakâr bir partiye düştüğü on yıllık süreçte, bu politik alt yapı, yanına bir güzel ego tatmini sağlayan, Türkiye’yi yakından anlayan birinin rahatlatıcı hınzırlığını da devşirivermiştir. Demokratlığının sol fobiyle koyun koyuna gittiği algı dünyasının rayları bir kez olsun değiştiğinde Oğur’u demokrat yapan itkinin ‘demokrat zihniyet’ olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun daha net anlaşılması için bir analoji kurmamız gerekirse…

Yıllar boyunca kendini dürüst ve namuslu olarak gösteren ev sahibinin, bir şekilde yalancının teki ve namussuz biri olduğunu öğrenen bir çocuk hayal edin (ve bu çocuğun hislerini paylaşan ve onu yakından tanıyan çok yakın bir arkadaşı olsun). Tam tersine sürekli dışlanan, çocuk taciz etmekle ve hırsızlıkla suçlanan ev sahibinin bir de kardeşi olduğunu düşünün. Tüm ev ahalisi ve tüm yöre ev sahibini “iyi” olarak bilirken, asıl iyi olan kardeşi herkes “kötü” olarak bilmektedir. Durumun farkında olan ve her şeyi bilen çocuğun adaletli olması, iyinin yanında olması, bir gün gerçekleri ortaya çıkarmak için çabalaması, tüm bunları kendine hedef olarak koyması ve içselleştirmesi; çocuğu bizatihi “demokrat” yapmaz. Sadece koşullar gereği, içine düştüğü tarafın onu demokratlığa ittiği anlamına gelir. Yıllar boyunca adaletin peşinden koşmuş bu çocuk, aslında adalet kavramını bir ilke ve belli bir zihniyet üzerine değil; onun geleceğini parselleyecek bir olgunun üzerine inşa etmiştir. Sonra bir gün mazlum olan ve iftiralarla hayatı kararan “iyi” kardeşin, ev ahalisinden birinin çocuğunu dövdüğü görülür. Bu çocuğun dövülmesine tüm ev ahalisiyle birlikte ev sahibi de karşı çıkar. Hep birlikte buluşup “iyi” kardeşin üzerine yüründüğünde, bizim çocuk tüm gerçekleri bilen ve bunca yıldır yanında olan dostunun da kalabalıkta olduğunu görünce beyninden vurulmuşa döner. Onun nasıl olur da yalancı ve çirkef ev sahibiyle, çıkarcı ve ikiyüzlü kızıyla, otoriter ve şiddet yanlısı oğluyla yan yana geldiğine inanamaz. Böylece tüm gerçekleri bilen ve hep yanında olan dostunu “onlar” gibi olmakla suçlarken, her zaman sevdiği ve ezilmiş olduğuna inandığı “iyi” kardeşin linç edilmek istendiğine karar verip, onu desteklemeye devam eder.

Görüldüğü gibi tarihsel açıdan ve konjonktürel yapı gereği içine düştüğümüz ideoloji, bizi kendiliğinden demokratmış gibi gösterse de öyle olmadığını ortaya çıkaracak bir yarılma elbet gün gelip bizi bulacaktır. İşin tuhafı, yukarıdaki analojide olduğu gibi, Oğur’un içinde yoğrulduğu düşünce dünyası açık bir arabesk dünyaya gönderme yapar. Tüm o iyinin ve kötünün net şekilde bölündüğü Yeşilçam filmleri, içinde hiçbir dinamizm barındırmadığı için, düşünce anlamında yıllar boyunca seyircisini pasif anlamda sömürmüş; ama hepimiz iyinin tarafını tuttuğumuz için de bizi duygusal anlamda bir güzel memnun edip, afyon havuzunda yüzdürmüştür. Oğur’un yarattığı bu “kötü adam” fobisi ve hayatı çok net olarak ikiye bölme hastalığı; onun iyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi olabileceği basit temel gerçeği bile görmesini engellemektedir. Gezi olaylarıyla ilgili yazdığı ilk yazısında, benim çok beğendiğim ve kendisinin zihniyetini en iyi özetlediğine inandığım bir cümlesini buraya yazıyorum: “Ben, Menderes’in idamını radyodan ağlayarak dinleyen büyükbabamın, yani sessiz çoğunluğun yanındayım.” Bu cümleye sinmiş buram buram Yeşilçam kokan o havayı alabiliyor musunuz? Sizce de bunca zaman sarkastik ve ironik üslubunun altında, aslında son derece yüzeysel, arabesk ve iyilerin kazanmasını isteyen naif bir çocukluk yatan, asıl Yıldıray Oğur’u deşifre etmenin zamanı gelmedi mi? 
 
@ismail_yaprak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder