Alain de Botton gibi kişilerin, nihayet Batı'ya, tatlı dille doğru düzgün şeyler anlattığını düşünüyorum. Kendisinin 15'er dakikalık iki videosunu izledim ve fikirlerini çok değerli bulduğumu söylemeliyim. Örneğin ilk konuşmada dinlerin biz laikler için tukaka edilecek o kadar basit kavramlar olmadıklarını ve biz dinsiz/ ateistlerin dinlerden çok şey öğrenebileceğimizi söyledi. Din dendiği anda şeytan çarpmışa dönen, 'bilimsel' kelimesine obsesyonal şekilde tapan ve olur olmadık her yerde pozitivist konuşmalar yapan bu gibi insanları Alain de Botton gibi insanlar belki yumuşatabilir. Zeitgeist korosu, Dawkins, Hithchens gibi tiplerin yanlış ata oynadıklarını düşünüyorum. Tanrı'nın ve dinlerin bilimsel olarak olmadığını kanıtlamaya çalışmanın benim dünyamdaki karşılığı, Halil Berktay'ın bizim sosyalistlere sosyalizmin öldüğünü bilimsel deneylerle açıklamaya çalışmasıdır. Bir şeyin görüngüler dünyasında yok olup olmamasıyla neden bu kadar uğraştığımızı da inanın bir türlü anlayamıyorum ve bu yüzden asıl hasta olanın, bir kıza, babasının öldüğünü kabul etmesini isteyen o doktor olduğunu düşünüyorum. Görüyorsunuz, bilimsel olarak Atatürk'ün öldüğünü bir Kemalist'e anlatmaya çalışmanın en beylik tabirle ahmaklık olduğu ortada. Demek ki asıl hasta olanlar, Tanrı'nın ölümünden sonra, bu gerçekliğe delicesine bağlanan bilimselciler! Tanrı'nın ölümünün ardından göbek atan Dawkins, bir karakterin tanrı yerine bir rock yıldızına tapmaya başlamasıyla çılgına dönecektir heralde. Oysa hayatın tam da bilimin ilgi alanının çok dışında aktığı çok belli.
Politika, sinema, popüler kültür vb. konular hakkındaki fikirlerimin bulunduğu bir blog sitesidir.
Bu Blogda Ara
26 Mayıs 2013 Pazar
"Girls" dizisi ve liberal ayrımcılık
Şimdi bakın, şu olaya açıklık getirelim:
İnsanların soyunmaları (kimlikleri ne olursa olsun) bir sorunun varlığına işarettir. Kimileri çıplaklığın doğallık olduğuna inanıp, gelenekselliğe, toplumsal değerlere karşı olmak adına giyinmeyi reddeder. Kimileri, tam tersine, bedenin alenen ifşa edilmesinin büyük bir ahlaksızlık ve toplumun göreneklerini bozan bir çeşit 'terbiyesizlik' olduğunu düşünür. Bugün çok iyi biliyoruz ki bir nudist ile bir çarşaflı kadın arasında hiçbir fark yoktur. Bu iki kişi de insan bedeni ile olan sorununu halledememiş ve tercihleriyle ayrı uçta bile olsalar aynı noktada buluşmuşlardır.
İnsanların soyunmaları (kimlikleri ne olursa olsun) bir sorunun varlığına işarettir. Kimileri çıplaklığın doğallık olduğuna inanıp, gelenekselliğe, toplumsal değerlere karşı olmak adına giyinmeyi reddeder. Kimileri, tam tersine, bedenin alenen ifşa edilmesinin büyük bir ahlaksızlık ve toplumun göreneklerini bozan bir çeşit 'terbiyesizlik' olduğunu düşünür. Bugün çok iyi biliyoruz ki bir nudist ile bir çarşaflı kadın arasında hiçbir fark yoktur. Bu iki kişi de insan bedeni ile olan sorununu halledememiş ve tercihleriyle ayrı uçta bile olsalar aynı noktada buluşmuşlardır.
Fazıl Say ve liberalizm çıkmazı
Toplumun bir kesimi bir özgürlüğü kullanırken, bunu başkalarının aynı özgürlüğe sahip olmasının engellenmesi pahasına yapamaz. Bu, her özgürlük için geçerlidir. Başkalarının dinî, ideolojik, sosyal, ekonomik pozisyonlarını ve davranışlarını eleştirmeye can atanlar, aynı şeyin kendilerine de yapılmasına hazır olmaya mecburdur. Aksi takdirde, iki kesim arasındaki ilişki tahakküm- kölelik ilişkisine dönüşür. Ne yazık ki, böyle bir kavrayış toplumun çeşitli kesimlerinde mevcut. Etrafa şiddetli eleştiriler yöneltenlerin kimileri kendilerinin eleştiriye tabi tutulmasına tahammülsüz.
+
Say’ın münasebetsiz ifadelerini başka münasebetsiz birileri “Allahçı” yerine “Atatürkçü”kelimesini koyarak kullansaydı bugün ifade özgürlüğünden dem vuran Kemalist çevreler ne söyler, ne yapardı acaba?
*
Size çok güzel bir liberalizm örneği veriyorum. Bu yazı, Fazıl Say hakkında Atilla Yayla tarafından kaleme alınmış bir makalenin parçası. Yayla, Mahçupyan'la zamanında demokratlık/ liberalizm tartışmasını yapmış kişi. Kendisi tam bir liberal. Zaten kendini de öyle tanımlıyor. Yukarıda altını çizdiğim yer meselenin özü.
Şunu demeye çalışıyor: eğer siz başkalarının kutsalına saldırıyorsanız, o başkalarının da sizin kutsalınıza saldırmasına kızamazsınız. Kulağa çok hoş geliyor değil mi? Güzel bir mantık sanki.
Oysa şöyle soralım: Say'ın cümlesinde "nerede şerefsiz varsa hepsi Allahçı" yerine "hepsi Atatürkçü" desek, Kemalistler buna ne derdi... diye soruyoruz ya; peki ya Kemalistler "yoo, biz bir şey demeyiz, ne isterseler desinler" derse ne olacak? o zaman Say'ın yaptığı davranış meşru mu olacak? O zaman özgürlükler meselesi karşımızdaki kişinin ruhsal durumuna mı denk düşecek? Liberallerin bittiği nokta burası, çünkü Yayla bu soruyu sorarken Kemalistlerin delireceğini ve empati yapacağını varsayıyor. Haa, diyecekler, Allahçı yerine Atatürkçü dediğinizde biz bozuluyoruz, o zaman haklısınız. Fazıl Say haksızmış. Peki ya bozulmazlarsa?
Madem ölçüt bu, "sen dindarlara 'şerefsiz' dedin, ben de senin anana 'şerefsiz' desem ne yapardın, kızmaz mıydın?" Trey Parker cevap veriyor: "yoo, kızmazdım, istediğini diyebilirsin benim hakkımda, zerre alınmam."
Şimdi ne olacak? Trey Parker hiçbir şeyden alınmıyor diye, tüm dinlere, tüm kutsal kişilere, tüm değerlere saldırmaya hak mı kazandı? Bunun ölçütü bu mu? Bunun ölçütü empati mi?
Muhatabımıza diyoruz ki: ya tamam, adam altı üstü fikir söyledi, şaka yaptı, belki birilerini gıcıklığına kızdırmak istedi; ama birilerinin alınacağı, değer verdiği şeyler var; kutsallar var, şu var bu var; bunu bu kadar böyle ulu orta söyleyemezsin. Başkalarının ne düşüneceğini (ister istemez) hesaba katmak durumundasın.
Tipik bir liberal cevap örneği: Ben onun peygamberine bok atabiliyorsam, onun da benim Atatürk'üme bok atma hakkı var ama. O da o hakkı kullansın.
Görüyor musunuz? Özgürlükçülük dediğimiz şey ancak çareyi birbirine bok atmakta buluyor. Yahu adam neden öyle bir hakkım var ve senle eşitim diye sana bok atmak zorunda? Atmıyor işte! Terbiyeli bir adam. Niye zorla adama küfür ettiriyorsun kardeşim? Tam tersine sen neden bok atmaktan vazgeçmiyorsun? Aksi takdirde sırf özgürlüklerimiz var diye etraf birbirinin açığını kollayan, birbirinin anasını bacısını, tüm değerlerini işin içine katan bir ortama dönüşüyor.
Hep verdiğim örnektir:
Arkadaşınız limondan hoşlanmıyor. Limon gördüğünde deliriyor. Tiki var. Ağlıyor. Kendi kendine suratına vurmaya başlıyor filan. Sen de gidiyorsun, gıcıklığına adamın önünde limon yiyorsun. Adam delirdikçe daha da yiyorsun. Daha da yiyorsun. Sonra adam bundan hayli muzdarip ve rahatsız olduğu için seni mahkemeye veriyor. Mahkemenin kararı şu:
a) herkes limon yeme özgürlüğüne sahiptir.b) arkadaşın farelerden hoşlanmıyormuş. o zaman sen de ona fare göster ki, o da sana bir daha limon göstermesin.
Böyle bir manyaklık olabilir mi? İlla birbirimizin kutsalına ana avrat sövmemiz mi lazım? O yüzden adına bizim koyduğumuz, bizim yarattığımız, yasa haline getirdiğimiz, tanrıymış gibi taptığımız hukuk bu işin içinden çıkamıyor. Bu bir insanoğlu sorunu. Bizim sorunumuz yani. Bunun cevabı kağıtların arasında değil.
Cevap şu: sen limon yeme, ben de fare getirmeyeyim. Bu değil cevap. Hem hiç pratik değil, hem karlı değil, hem de karşıdaki kişinin boşluğuna muhtaç. Kaldı ki, karşıdakinin hiç boşluğu yoksa ne olacak?
Sadece o limonun o kişi karşısında yenmemesi gerekiyor. İstediğin yerde ye, ne yiyorsan ye ama o adamın karşısında onu yeme. Bu kişi bu duyarlılığa sahip değilse, bundan anlamıyorsa ve karşıdaki kişinin mutluluğu umurunda değilse, o zaman ne yapılabilir? Çünkü bu inadına toplumsal refahın bozulduğu anlamına gelir. O zaman ne yapılacağıyla ilgili bir sürü cevap var tabii ama şimdi oraya girmeyelim.
+
Say’ın münasebetsiz ifadelerini başka münasebetsiz birileri “Allahçı” yerine “Atatürkçü”kelimesini koyarak kullansaydı bugün ifade özgürlüğünden dem vuran Kemalist çevreler ne söyler, ne yapardı acaba?
*
Size çok güzel bir liberalizm örneği veriyorum. Bu yazı, Fazıl Say hakkında Atilla Yayla tarafından kaleme alınmış bir makalenin parçası. Yayla, Mahçupyan'la zamanında demokratlık/ liberalizm tartışmasını yapmış kişi. Kendisi tam bir liberal. Zaten kendini de öyle tanımlıyor. Yukarıda altını çizdiğim yer meselenin özü.
Şunu demeye çalışıyor: eğer siz başkalarının kutsalına saldırıyorsanız, o başkalarının da sizin kutsalınıza saldırmasına kızamazsınız. Kulağa çok hoş geliyor değil mi? Güzel bir mantık sanki.
Oysa şöyle soralım: Say'ın cümlesinde "nerede şerefsiz varsa hepsi Allahçı" yerine "hepsi Atatürkçü" desek, Kemalistler buna ne derdi... diye soruyoruz ya; peki ya Kemalistler "yoo, biz bir şey demeyiz, ne isterseler desinler" derse ne olacak? o zaman Say'ın yaptığı davranış meşru mu olacak? O zaman özgürlükler meselesi karşımızdaki kişinin ruhsal durumuna mı denk düşecek? Liberallerin bittiği nokta burası, çünkü Yayla bu soruyu sorarken Kemalistlerin delireceğini ve empati yapacağını varsayıyor. Haa, diyecekler, Allahçı yerine Atatürkçü dediğinizde biz bozuluyoruz, o zaman haklısınız. Fazıl Say haksızmış. Peki ya bozulmazlarsa?
Madem ölçüt bu, "sen dindarlara 'şerefsiz' dedin, ben de senin anana 'şerefsiz' desem ne yapardın, kızmaz mıydın?" Trey Parker cevap veriyor: "yoo, kızmazdım, istediğini diyebilirsin benim hakkımda, zerre alınmam."
Şimdi ne olacak? Trey Parker hiçbir şeyden alınmıyor diye, tüm dinlere, tüm kutsal kişilere, tüm değerlere saldırmaya hak mı kazandı? Bunun ölçütü bu mu? Bunun ölçütü empati mi?
Muhatabımıza diyoruz ki: ya tamam, adam altı üstü fikir söyledi, şaka yaptı, belki birilerini gıcıklığına kızdırmak istedi; ama birilerinin alınacağı, değer verdiği şeyler var; kutsallar var, şu var bu var; bunu bu kadar böyle ulu orta söyleyemezsin. Başkalarının ne düşüneceğini (ister istemez) hesaba katmak durumundasın.
Tipik bir liberal cevap örneği: Ben onun peygamberine bok atabiliyorsam, onun da benim Atatürk'üme bok atma hakkı var ama. O da o hakkı kullansın.
Görüyor musunuz? Özgürlükçülük dediğimiz şey ancak çareyi birbirine bok atmakta buluyor. Yahu adam neden öyle bir hakkım var ve senle eşitim diye sana bok atmak zorunda? Atmıyor işte! Terbiyeli bir adam. Niye zorla adama küfür ettiriyorsun kardeşim? Tam tersine sen neden bok atmaktan vazgeçmiyorsun? Aksi takdirde sırf özgürlüklerimiz var diye etraf birbirinin açığını kollayan, birbirinin anasını bacısını, tüm değerlerini işin içine katan bir ortama dönüşüyor.
Hep verdiğim örnektir:
Arkadaşınız limondan hoşlanmıyor. Limon gördüğünde deliriyor. Tiki var. Ağlıyor. Kendi kendine suratına vurmaya başlıyor filan. Sen de gidiyorsun, gıcıklığına adamın önünde limon yiyorsun. Adam delirdikçe daha da yiyorsun. Daha da yiyorsun. Sonra adam bundan hayli muzdarip ve rahatsız olduğu için seni mahkemeye veriyor. Mahkemenin kararı şu:
a) herkes limon yeme özgürlüğüne sahiptir.b) arkadaşın farelerden hoşlanmıyormuş. o zaman sen de ona fare göster ki, o da sana bir daha limon göstermesin.
Böyle bir manyaklık olabilir mi? İlla birbirimizin kutsalına ana avrat sövmemiz mi lazım? O yüzden adına bizim koyduğumuz, bizim yarattığımız, yasa haline getirdiğimiz, tanrıymış gibi taptığımız hukuk bu işin içinden çıkamıyor. Bu bir insanoğlu sorunu. Bizim sorunumuz yani. Bunun cevabı kağıtların arasında değil.
Cevap şu: sen limon yeme, ben de fare getirmeyeyim. Bu değil cevap. Hem hiç pratik değil, hem karlı değil, hem de karşıdaki kişinin boşluğuna muhtaç. Kaldı ki, karşıdakinin hiç boşluğu yoksa ne olacak?
Sadece o limonun o kişi karşısında yenmemesi gerekiyor. İstediğin yerde ye, ne yiyorsan ye ama o adamın karşısında onu yeme. Bu kişi bu duyarlılığa sahip değilse, bundan anlamıyorsa ve karşıdaki kişinin mutluluğu umurunda değilse, o zaman ne yapılabilir? Çünkü bu inadına toplumsal refahın bozulduğu anlamına gelir. O zaman ne yapılacağıyla ilgili bir sürü cevap var tabii ama şimdi oraya girmeyelim.
Kantçı ve Nietzscheci ahlak...
Hayat felsefemi geliştirirken, son 3-4 yıldır en nefret ettiğim kelimelerden biri "kategorik" kelimesi oldu. Bir sürü yazımda bizzat Kantçı anlamda ahlaklı olmanın insanı ahlaksız yaptığını savundum.
İnsanların kategorik olarak ahlaklı olmasından da bu açıdan hep tiksindim. Çünkü kategorik olarak ahlaklı olmak, bir insanın varacağı en son yer olamaz. Ahlak, namus, dürüstlük filan muazzam şeylerdir, ama tıpkı Nietzsche'nin fark ettiği gibi aşılması gereken şeylerdir de. Kantçı olmak, tıpkı Descartes'ın sorgulama yöntemini işine gelene kadar kullanması gibi, bir yere kadar gereklidir.
Hatta Marksist tabirle söylersek, kapitalizm çekilmesi gereken bir "çile" değil, komünizme giden bir süreçtir sadece. Zorunluluktur yani. Dürüstlük de, ahlak da zorunluluktur. Çünkü ahlaklı olmayan biri asla zamanı geldiğinde ahlaksız olmayı beceremez. Kant'ın hatası ahlakı evrenselleştirip, onu tanrısal bir müzeye yerleştirmesidir. Hiç değişmez ve sabit kılmasıdır.
Oysa biz bugün şunun farkındayız: Ahlak elbette gereklidir, ama ahlaksızlık için gereklidir. İnsanın varacağı en son nokta, aşmış bir Mevlana, aşmış bir İsa, aşmış bir Buda olmak demek değildir.
Felsefedeki bu kategorik hata, birçok günümüzdeki Zizek gibi adamlar tarafından sökülüp atıldı allahtan. Varılan nokta da müthiş ahlaklı olan o insandan sonraki insandır. Ki o inanılmaz ahlak seviyesine ulaşan insan, artık ahlaksızdır, ama ahlaksızlığının farkında olan bir ahlaktır bu. Kant o kadar ahlaklıdır ki, o ahlakta boğulur ve ahlak tarafından yutulur, adeta ahlak tarafından "rape" edilir. Yani baştaki ahlaksız ilk insan sonra aşarak ahlaklı insana dönüşmüş, ama evrimini tamamladım sanmıştır. Oysa o ahlaklı insan tekrar ahlaksız insana dönmelidir, fakat bu dönüş "aynı" dönüş değildir. Ahlakı tanımış birinin ahlaksızlığıyla, ahlakı hiç tanımamış birinin ahlaksızlığı bir olur mu? İşte bu gibi nedenlerden dolayı, yüzlerce insanın ölümüne eden olan kişiler, Kantçı ahlak anlayışı yüzünden hemen "cani" ilan edilirler, ama Zizek gibiler bu insanları bu kadar çabuk harcamak istemezler. Çünkü o caniliğin ardında tam da Kantçı bir ahlak bulmak mümkün olabilir.
İnsanların kategorik olarak ahlaklı olmasından da bu açıdan hep tiksindim. Çünkü kategorik olarak ahlaklı olmak, bir insanın varacağı en son yer olamaz. Ahlak, namus, dürüstlük filan muazzam şeylerdir, ama tıpkı Nietzsche'nin fark ettiği gibi aşılması gereken şeylerdir de. Kantçı olmak, tıpkı Descartes'ın sorgulama yöntemini işine gelene kadar kullanması gibi, bir yere kadar gereklidir.
Hatta Marksist tabirle söylersek, kapitalizm çekilmesi gereken bir "çile" değil, komünizme giden bir süreçtir sadece. Zorunluluktur yani. Dürüstlük de, ahlak da zorunluluktur. Çünkü ahlaklı olmayan biri asla zamanı geldiğinde ahlaksız olmayı beceremez. Kant'ın hatası ahlakı evrenselleştirip, onu tanrısal bir müzeye yerleştirmesidir. Hiç değişmez ve sabit kılmasıdır.
Oysa biz bugün şunun farkındayız: Ahlak elbette gereklidir, ama ahlaksızlık için gereklidir. İnsanın varacağı en son nokta, aşmış bir Mevlana, aşmış bir İsa, aşmış bir Buda olmak demek değildir.
Felsefedeki bu kategorik hata, birçok günümüzdeki Zizek gibi adamlar tarafından sökülüp atıldı allahtan. Varılan nokta da müthiş ahlaklı olan o insandan sonraki insandır. Ki o inanılmaz ahlak seviyesine ulaşan insan, artık ahlaksızdır, ama ahlaksızlığının farkında olan bir ahlaktır bu. Kant o kadar ahlaklıdır ki, o ahlakta boğulur ve ahlak tarafından yutulur, adeta ahlak tarafından "rape" edilir. Yani baştaki ahlaksız ilk insan sonra aşarak ahlaklı insana dönüşmüş, ama evrimini tamamladım sanmıştır. Oysa o ahlaklı insan tekrar ahlaksız insana dönmelidir, fakat bu dönüş "aynı" dönüş değildir. Ahlakı tanımış birinin ahlaksızlığıyla, ahlakı hiç tanımamış birinin ahlaksızlığı bir olur mu? İşte bu gibi nedenlerden dolayı, yüzlerce insanın ölümüne eden olan kişiler, Kantçı ahlak anlayışı yüzünden hemen "cani" ilan edilirler, ama Zizek gibiler bu insanları bu kadar çabuk harcamak istemezler. Çünkü o caniliğin ardında tam da Kantçı bir ahlak bulmak mümkün olabilir.
Zizek ve sosyalizm sorunu
Zizek, Fukuyama'nın çığır açan iddiasına cevap vermek üzerine kurdu felsefesini. Fukuyama artık tarihin sona erdiğini, ideoloji çağının bittiğini ve er geç tüm dünya düzeninin gelip liberalizmle sonlanacağını iddia etti. Hegel'in tarihin ruhu diye 150 yıl önce bahsettiği o kavramın liberalizm olduğuna inanmak istemedi tabii kimse. Çıka çıka yumurtadan bu çıkmış olamazdı, çünkü liberalizm baya baya sorunlu, boktan bir ideolojiydi.
Liberalizmi öldürmesi kolay geldi millete ama sosyalizm dağ gibi durmayı sürdürdü. Aralıksız konuşan ve 3 saatte bir kitap yazan Zizek tekrar komünizmin çıkış yolu olacağını iddia etti. Tarih bitmemişti, daha alacağı virajlar vardı. Ve tüm manyak post modernler, o kadar tuhaf ve uçucu yüzlerce fikir arasında bunu ısrarla savunmaya devam ettiler. Terry Eagleton, Fredric Jameson, Antonio Negri, Alain Bodiou gibi sürüyle taptığım adam yattılar kalktılar komünizm demekten vazgeçmediler. Bir tek Laclau ve Mouffe ikilisi sosyalizmi reddedip "radikal demokrasi" kavramıyla yollarına devam ettiler, ama onlarınki de bir çeşit sentezleme işleminden başka bir şey değildi.
Post modern anlamda inanılmaz ufkumu açmalarına rağmen bu çılgın adamların komünizme abanmalarını da anladım tabii bir taraftan. Çünkü zor metinin eğlenceli olması anlayışına bire bir uyuyordu bu. Örneğin Zizek'in tüm derdi gerçekliğin sıkıcılığına yakalanmamaktı. Fukuya'manın dediğinin doğru olduğunu bilse bile gerçekliğin kendisini kabul etmek ona aptalca ve sıkıcı geliyordu. "Reel olarak, Tanrı tarafından sosyalizmin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği ilan edilse bile yine de onu desteklemek gerekir" diyordu. Ne yani, yine bir güç, bir Tanrı, 60 yıl taptığınız İsa'nın aslında var olmadığını söylese, "aa ne güzel deyip geneleve mi koşarsınız?" Bir nevi Zizek'in inandığı şey Memento'da Leonard Shelby'nin inandığı şeyin aynısı... Gerçeklik sıkıcı. Karını sen öldürdün. Gerçeklik bu. Hadi al bunu ve hayatına devam et. Ama Leonard bunu kabul etmeyip hayatını hep peşinden koşacağı bir karnavala, bir eğlenceye, hiç bitmeyecek bir kovalamacaya çeviriyor. Zizek'in örneklerinden biri: Spartacus isyanı başlattığında ne yapacaktı? Esirlerle birlikte denizi yarıp kurtulacak mıydı koskoca Roma'dan? Hayır, isyan etti, esirleri kaçırdı, onları bir süreliğine özgür kıldı, sonunun ne olacağını bile bile yaptı bunu. Sırf sıkıcı gerçeklikten kurtulup eğlenceye gitmek için. Burası sıkıcıdır, ölüm eğlencelidir. Zizek'in ölüme, cinayetlere, idamlara ve bombalamalara bu kadar yakın durmasının nedeni de budur.
Oysa Zizek'in ne komünizmle ne Marksizmle alakası var. Herkes bunu biliyor ve kabul ediyor. Zizek çoktan köyün delisi olmuş. Adamın sosyalizmi "zaten hiç gerçekleşmeyeceği için destekliyorum" argümanı sosyalistleri resmen delirtiyor. Adamı çiğ çiğ yemek istiyorlar adeta. "Dünyanın sonunun bugün gelebileceğine inanıyoruz. Süper kahramanlara, uzaylılara, cinlere-perilere-öbür dünyaya, masallara inanıyoruz; ama sosyalizme inanmıyoruz. O halde dini/ ritülelimsi bir Sosyalizm kuralım, olsun bitsin."
Liberalizmi öldürmesi kolay geldi millete ama sosyalizm dağ gibi durmayı sürdürdü. Aralıksız konuşan ve 3 saatte bir kitap yazan Zizek tekrar komünizmin çıkış yolu olacağını iddia etti. Tarih bitmemişti, daha alacağı virajlar vardı. Ve tüm manyak post modernler, o kadar tuhaf ve uçucu yüzlerce fikir arasında bunu ısrarla savunmaya devam ettiler. Terry Eagleton, Fredric Jameson, Antonio Negri, Alain Bodiou gibi sürüyle taptığım adam yattılar kalktılar komünizm demekten vazgeçmediler. Bir tek Laclau ve Mouffe ikilisi sosyalizmi reddedip "radikal demokrasi" kavramıyla yollarına devam ettiler, ama onlarınki de bir çeşit sentezleme işleminden başka bir şey değildi.
Post modern anlamda inanılmaz ufkumu açmalarına rağmen bu çılgın adamların komünizme abanmalarını da anladım tabii bir taraftan. Çünkü zor metinin eğlenceli olması anlayışına bire bir uyuyordu bu. Örneğin Zizek'in tüm derdi gerçekliğin sıkıcılığına yakalanmamaktı. Fukuya'manın dediğinin doğru olduğunu bilse bile gerçekliğin kendisini kabul etmek ona aptalca ve sıkıcı geliyordu. "Reel olarak, Tanrı tarafından sosyalizmin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği ilan edilse bile yine de onu desteklemek gerekir" diyordu. Ne yani, yine bir güç, bir Tanrı, 60 yıl taptığınız İsa'nın aslında var olmadığını söylese, "aa ne güzel deyip geneleve mi koşarsınız?" Bir nevi Zizek'in inandığı şey Memento'da Leonard Shelby'nin inandığı şeyin aynısı... Gerçeklik sıkıcı. Karını sen öldürdün. Gerçeklik bu. Hadi al bunu ve hayatına devam et. Ama Leonard bunu kabul etmeyip hayatını hep peşinden koşacağı bir karnavala, bir eğlenceye, hiç bitmeyecek bir kovalamacaya çeviriyor. Zizek'in örneklerinden biri: Spartacus isyanı başlattığında ne yapacaktı? Esirlerle birlikte denizi yarıp kurtulacak mıydı koskoca Roma'dan? Hayır, isyan etti, esirleri kaçırdı, onları bir süreliğine özgür kıldı, sonunun ne olacağını bile bile yaptı bunu. Sırf sıkıcı gerçeklikten kurtulup eğlenceye gitmek için. Burası sıkıcıdır, ölüm eğlencelidir. Zizek'in ölüme, cinayetlere, idamlara ve bombalamalara bu kadar yakın durmasının nedeni de budur.
Oysa Zizek'in ne komünizmle ne Marksizmle alakası var. Herkes bunu biliyor ve kabul ediyor. Zizek çoktan köyün delisi olmuş. Adamın sosyalizmi "zaten hiç gerçekleşmeyeceği için destekliyorum" argümanı sosyalistleri resmen delirtiyor. Adamı çiğ çiğ yemek istiyorlar adeta. "Dünyanın sonunun bugün gelebileceğine inanıyoruz. Süper kahramanlara, uzaylılara, cinlere-perilere-öbür dünyaya, masallara inanıyoruz; ama sosyalizme inanmıyoruz. O halde dini/ ritülelimsi bir Sosyalizm kuralım, olsun bitsin."
Zizek'in tüm külliyatı kısaca budur.
alkol yasağındaki kötü argümanlar...
İsmet Berkan kafa yormayı seven, düşünen, taşınan, gayet zeki bir adam. Fakat çoğu zaman belli başlı yasaklamaları savunmaya karşı sunduğu argümanlar pek de sağlam temeller üzerine oturmuyor. Bunun en büyük nedeni Berkan’ın yola çıktığı sabit noktanın “kendi gibi” olan bir soyut özneyi içermesi. Bu da tipik bir “olması gereken özgür insan” idealini yansıtan meşhur bir liberal yorum…
Örneğin, yıllar önceki bir türban yorumunu hatırlıyorum, hemen hemen şöyle bir şeydi: “türbanlı biri türban takarak aslında bana hakaret etmiş oluyor, benim nefsime söz geçiremeyip, ona yan gözle bakacağımı en başından kabul edip o şekilde yola çıkıyor. Yani bunu başından bir kural olarak kurup, sonra da bu kurala inanıyor.” Oysa Berkan kendisi için peşin hüküm veren bu görüşü ‘adaletsiz’ buluyor, çünkü bu peşin hükümlülüğün kendisini ‘yetişkin olmayan’, ‘sapık’ gibi sözcüklerle yaftalamasından rahatsız.
Bu görüşe, Berkan gibi hayata bu gözle ve bu dünya görüşüyle bakan, olgun kişiler hak verecektir. Oysa Berkan’ın bu yorumu, daha yapar yapmaz kendi kendini yapı sökümüne uğratıyor. Çünkü kendisinin sabit bir temel olarak ele aldığı o özne (yetişkin insan), ortaya çıkar çıkmaz hemen başka tür bir öznenin de var olduğunu kanıtlamış oluyor. Yani Berkan’ın yorumu “o türbanlı kadına yan gözle bakmayan” yetişkin erkekler için geçerliyse, öyle olmayan erkekler ne olacak? Belli ki yetişkin erkekler var olduğu gibi, hiç öyle olgun olmayan erkekler de mevcut. Demek ki Berkan’ın bu yorumu tam tersine türbanın varlığını olumlayan bir yorum. Hatta türbanın çıkış mantığını bile olumluyor ve “benim gibi olmayan erkekler olduğu müddetçe o halde türban da olmalıdır” demiş oluyor.
Aynı mantık hatasını bugün vesayetçilikten bahsettiği yazısında da yapıyor. Devletin halkını korumak için koyduğu yasağa karşı olmasının nedenini “ben çocuk değilim, ben yetişkinim” diye açıklıyor. “Çocuklar bir vesayetle korunabilir, kollanabilirler; ama aynı şey yetişkinler için geçerli değildir.” Bu mantık yine o sabit bir merkez olarak ele alınan soyut özneden kaynaklanıyor. Çünkü “bir yetişkin olarak kimsenin beni korumasına ihtiyacım yok” dendiği anda herkesin yetişkin olup olmadığı sorusu ortaya çıkar. Devlet, yasalar gereği yola herkesin yetişkin olduğunu varsayarak çıkabilir; ama herkesi yetişkin kabul etmek, her zaman yetişkinlerin yaptığı hataları yaptırıma uğratarak çözülmez. Örneğin Çin’de devlet birden fazla çocuk yapmasını yasaklamış değil mi? İsmet Berkan gibi son derece olgun ve aklı başında biri “ben salak mıyım, 1,5 milyar nüfusu olan bir ülkeye birden fazla çocuk peydahlayacağım! Bu yasa bana bir hakarettir” diyecektir. Bu mantık, yani herkesin yetişkin olduğu ve vesayete gerek duyulamayacağı mantığı, söylendiği anda çökmeye mahkûmdur; çünkü daha o anda bir sürü kişi göz göre göre üçüncü çocuklarını yapmak için yola koyulmuştur bile. Yani kişinin hakkının olması mantığı asla “yetişkinlik” argümanıyla savunulamaz.
“Ben içkimden sorumluyum, doğru düzgün içebiliyorum, benim başımda beni kontrol edecek kimseye gerek yok” dediğiniz anda “ya senin gibi olmayanlar ne olacak?” diye sorarlar adama. O zaman sırf onlar içip sıçıp, gürültü yapıp, oraya buraya kusuyorlarsa ne olacak? Bu aynı mantıktan, onların bir vesayete ihtiyaçları olduğu anlamına gelmez mi? Yetişkinlik argümanıyla gittiğiniz anda, devlet size “ben yetişkin olmayanların hal ve davranışlarından sorumluyum, sırf onlar yüzünden sizin de içki içmenizi yasaklamak zorundayım” derse hiçbir cevap veremezsiniz.
Bize kalsa içkiyi adam gibi içer, kimseyi rahatsız etmez, kadınlara sarkmaz, maça girerken yanımıza bıçak filan almayız. Ama biz almayız diye devletin herkesi bizim gibi addetmesi mümkün değildir. Devlet kamuya gelecek zararı en aza indirgemek için yasaklar koymak durumundadır. Maalesef bu nedenden dolayı kurunun yanında yaş da yanar. Hatta nerdeyse sadece yaş yanar ama kamu güvenliği böyle bir şeydir.
Beşiktaş’ta arkadaşım ile muhabbet ediyorduk bir barda. Dışarıdaydık ve ben sesli sesli bir şeyler anlatıyordum. Anlatıyormuşum yani. Tabii fark etmiyoruz ama manyak gibi de küfür ediyorum. Ediyormuşum. Yanımızdaki adam, ben belki bir yarım saat konuştuktan sonra “ama ayıp ya, bu kadar da küfür edilmez, bu kadar olmaz, çok rahatsız oldum” filan diye kızıp kalktı gitti. Şimdi aynı küfürleri o adam yanımızda etseydi biz hiç rahatsız olmazdık. Belli ki biz o adamdan daha “yetişkiniz”, en azından kafamız daha rahat. Bu anlamda insanların bizim ortamımızda istedikleri gibi takılmasında biz hiçbir sorun görmeyiz. İsteyen öpüşür, isteyen alkol tüketir, isteyen küfür dinler; hepsine saygı duyarız. Saygı bile duymayız, akan derenin nesine saygı duyalım? Bizim için doğal ve sıradan bir şeydir bu. Ama ya içimizden biri küfürden hoşlanmıyorsa? “Benim küfür etme hakkını elimden alamazsın” mı demeliyiz, yoksa “tamam pardon, dikkat edeceğim” mi demeliyiz?
Ben o adam bana kızınca adama hak verdim. Arkadaşımla konuşurken küfür ediyorum ve sen duyuyorsun, rahatsız oluyorsun. Bana ne? Dışarıda, kamusal alanda oturuyoruz ve herkes sesli konuşuyor. Sana küfür eden yok. Rahatsız oluyorsan senin sorunun değil mi? Ama ben benim kamusal ortamda, sırf birisi duyar da rahatsızlık hisseder diye her zaman ona göre davranmam gerektiğini savunuyorum. Teker teker herkese soramam küfürden rahatsız olan var mı diye, ama küfür etmeden konuşmayı başarabilirim. Kamu yararı için bunu yapmak zorundayım. Herkesten “yetişkin” olmayı beklemek sadece toplumu bir şablona indirgemek ve hayata oradan bakmak demektir. Dolayısıyla her bir yetişkinlik argümanı hemen yanında zıddını da barındırır. Devletin de eline “ben yetişkin olmayanlar için o yasağı koyuyorum” diyebileceği bir argüman geçer.
Türban takan kadına “çıkar o türbanı, seni yemem”; içkiyi yasaklayan birine de “o yasağa gerek yok, içince kimseye sarkmam, oraya buraya kusmam” demek en donanımı düşük eleştirilerden biridir. Belki en basiti tüm bunları bir kenara bırakıp “hak” kavramından girmektir. Ne kasıyorsun yani? İnsanların tartışmaya konulamaz hakları vardır ve o haklar insanların elinden alınamazlar. Türban takmak tam olarak böyle bir haktır, kişi her yerde her şekilde türban takabilmelidir. Aynı şey alkole uyarlandığında işler biraz değişiyor tabii. Çünkü alkolden koca dayaklarına, trafik kazalarına, etrafı rahatsız etmeye kadar bir sürü şeye varılabiliyor.
Örneğin, yıllar önceki bir türban yorumunu hatırlıyorum, hemen hemen şöyle bir şeydi: “türbanlı biri türban takarak aslında bana hakaret etmiş oluyor, benim nefsime söz geçiremeyip, ona yan gözle bakacağımı en başından kabul edip o şekilde yola çıkıyor. Yani bunu başından bir kural olarak kurup, sonra da bu kurala inanıyor.” Oysa Berkan kendisi için peşin hüküm veren bu görüşü ‘adaletsiz’ buluyor, çünkü bu peşin hükümlülüğün kendisini ‘yetişkin olmayan’, ‘sapık’ gibi sözcüklerle yaftalamasından rahatsız.
Bu görüşe, Berkan gibi hayata bu gözle ve bu dünya görüşüyle bakan, olgun kişiler hak verecektir. Oysa Berkan’ın bu yorumu, daha yapar yapmaz kendi kendini yapı sökümüne uğratıyor. Çünkü kendisinin sabit bir temel olarak ele aldığı o özne (yetişkin insan), ortaya çıkar çıkmaz hemen başka tür bir öznenin de var olduğunu kanıtlamış oluyor. Yani Berkan’ın yorumu “o türbanlı kadına yan gözle bakmayan” yetişkin erkekler için geçerliyse, öyle olmayan erkekler ne olacak? Belli ki yetişkin erkekler var olduğu gibi, hiç öyle olgun olmayan erkekler de mevcut. Demek ki Berkan’ın bu yorumu tam tersine türbanın varlığını olumlayan bir yorum. Hatta türbanın çıkış mantığını bile olumluyor ve “benim gibi olmayan erkekler olduğu müddetçe o halde türban da olmalıdır” demiş oluyor.
Aynı mantık hatasını bugün vesayetçilikten bahsettiği yazısında da yapıyor. Devletin halkını korumak için koyduğu yasağa karşı olmasının nedenini “ben çocuk değilim, ben yetişkinim” diye açıklıyor. “Çocuklar bir vesayetle korunabilir, kollanabilirler; ama aynı şey yetişkinler için geçerli değildir.” Bu mantık yine o sabit bir merkez olarak ele alınan soyut özneden kaynaklanıyor. Çünkü “bir yetişkin olarak kimsenin beni korumasına ihtiyacım yok” dendiği anda herkesin yetişkin olup olmadığı sorusu ortaya çıkar. Devlet, yasalar gereği yola herkesin yetişkin olduğunu varsayarak çıkabilir; ama herkesi yetişkin kabul etmek, her zaman yetişkinlerin yaptığı hataları yaptırıma uğratarak çözülmez. Örneğin Çin’de devlet birden fazla çocuk yapmasını yasaklamış değil mi? İsmet Berkan gibi son derece olgun ve aklı başında biri “ben salak mıyım, 1,5 milyar nüfusu olan bir ülkeye birden fazla çocuk peydahlayacağım! Bu yasa bana bir hakarettir” diyecektir. Bu mantık, yani herkesin yetişkin olduğu ve vesayete gerek duyulamayacağı mantığı, söylendiği anda çökmeye mahkûmdur; çünkü daha o anda bir sürü kişi göz göre göre üçüncü çocuklarını yapmak için yola koyulmuştur bile. Yani kişinin hakkının olması mantığı asla “yetişkinlik” argümanıyla savunulamaz.
“Ben içkimden sorumluyum, doğru düzgün içebiliyorum, benim başımda beni kontrol edecek kimseye gerek yok” dediğiniz anda “ya senin gibi olmayanlar ne olacak?” diye sorarlar adama. O zaman sırf onlar içip sıçıp, gürültü yapıp, oraya buraya kusuyorlarsa ne olacak? Bu aynı mantıktan, onların bir vesayete ihtiyaçları olduğu anlamına gelmez mi? Yetişkinlik argümanıyla gittiğiniz anda, devlet size “ben yetişkin olmayanların hal ve davranışlarından sorumluyum, sırf onlar yüzünden sizin de içki içmenizi yasaklamak zorundayım” derse hiçbir cevap veremezsiniz.
Bize kalsa içkiyi adam gibi içer, kimseyi rahatsız etmez, kadınlara sarkmaz, maça girerken yanımıza bıçak filan almayız. Ama biz almayız diye devletin herkesi bizim gibi addetmesi mümkün değildir. Devlet kamuya gelecek zararı en aza indirgemek için yasaklar koymak durumundadır. Maalesef bu nedenden dolayı kurunun yanında yaş da yanar. Hatta nerdeyse sadece yaş yanar ama kamu güvenliği böyle bir şeydir.
Beşiktaş’ta arkadaşım ile muhabbet ediyorduk bir barda. Dışarıdaydık ve ben sesli sesli bir şeyler anlatıyordum. Anlatıyormuşum yani. Tabii fark etmiyoruz ama manyak gibi de küfür ediyorum. Ediyormuşum. Yanımızdaki adam, ben belki bir yarım saat konuştuktan sonra “ama ayıp ya, bu kadar da küfür edilmez, bu kadar olmaz, çok rahatsız oldum” filan diye kızıp kalktı gitti. Şimdi aynı küfürleri o adam yanımızda etseydi biz hiç rahatsız olmazdık. Belli ki biz o adamdan daha “yetişkiniz”, en azından kafamız daha rahat. Bu anlamda insanların bizim ortamımızda istedikleri gibi takılmasında biz hiçbir sorun görmeyiz. İsteyen öpüşür, isteyen alkol tüketir, isteyen küfür dinler; hepsine saygı duyarız. Saygı bile duymayız, akan derenin nesine saygı duyalım? Bizim için doğal ve sıradan bir şeydir bu. Ama ya içimizden biri küfürden hoşlanmıyorsa? “Benim küfür etme hakkını elimden alamazsın” mı demeliyiz, yoksa “tamam pardon, dikkat edeceğim” mi demeliyiz?
Ben o adam bana kızınca adama hak verdim. Arkadaşımla konuşurken küfür ediyorum ve sen duyuyorsun, rahatsız oluyorsun. Bana ne? Dışarıda, kamusal alanda oturuyoruz ve herkes sesli konuşuyor. Sana küfür eden yok. Rahatsız oluyorsan senin sorunun değil mi? Ama ben benim kamusal ortamda, sırf birisi duyar da rahatsızlık hisseder diye her zaman ona göre davranmam gerektiğini savunuyorum. Teker teker herkese soramam küfürden rahatsız olan var mı diye, ama küfür etmeden konuşmayı başarabilirim. Kamu yararı için bunu yapmak zorundayım. Herkesten “yetişkin” olmayı beklemek sadece toplumu bir şablona indirgemek ve hayata oradan bakmak demektir. Dolayısıyla her bir yetişkinlik argümanı hemen yanında zıddını da barındırır. Devletin de eline “ben yetişkin olmayanlar için o yasağı koyuyorum” diyebileceği bir argüman geçer.
Türban takan kadına “çıkar o türbanı, seni yemem”; içkiyi yasaklayan birine de “o yasağa gerek yok, içince kimseye sarkmam, oraya buraya kusmam” demek en donanımı düşük eleştirilerden biridir. Belki en basiti tüm bunları bir kenara bırakıp “hak” kavramından girmektir. Ne kasıyorsun yani? İnsanların tartışmaya konulamaz hakları vardır ve o haklar insanların elinden alınamazlar. Türban takmak tam olarak böyle bir haktır, kişi her yerde her şekilde türban takabilmelidir. Aynı şey alkole uyarlandığında işler biraz değişiyor tabii. Çünkü alkolden koca dayaklarına, trafik kazalarına, etrafı rahatsız etmeye kadar bir sürü şeye varılabiliyor.
bir idolojik aygıt olarak öğrenciler...
Bir keresinde, ortaokula
gittiğim bir zaman, derslerin iptal edildiği duyurulmuştu. Biz çocuklar
görevimizi yerine getirip çılgınlar gibi sevinmiştik ama bir taraftan da eve
gidemeyeceğimiz söylenmişti. Derken sınıfta belli bir süre bekledik, sonra bizi
okulun bahçesine çıkardılar ve sıraya dizdiler. Saatler boyunca hangimizin uzun
hangimizin kısa olduğunu keşfedip göze hoş gelen bir sıra yapmayı istiyorlardı
sanırım. Tüm okulun binlerce öğrencisi bu şekilde boy sırasına sokulduktan
sonra, hepimizi tek sıra halinde okulun dışına çıkardılar. Okulumuz bir anayola
bakıyordu. Tüm okul karşıya geçtik ve yüzümüzü anayola dönüp okul bahçesinde
olduğu gibi boy sırasını düzgünce uygulayarak, yan yana, boncuk gibi kaldırım
boyunca sıralandık. Kaç öğrenciydik bilmiyorum ama gökyüzünde süzülen bir
uçaktaki yolcu aşağıya baksa minik bir Çin seddi gibi görebilirdi belki bizi.
Önümüzden geçip giden arabaların içindekiler, biz mavi mavi giyinmiş çocuklara
şaşırarak, sevinerek, gülerek bakıyor, kimi el sallıyor, kimi korna çalıyordu.
Biz de sadece ders yapmadığımız için –sadece bu yüzden- çok seviniyorduk. Ama
bir taraftan da artık canımız sıkılmaya başlamıştı çünkü hava soğuktu ve
üşüyorduk. Montlarımızı giymek için izin istiyor ama ret cevabı alıyorduk.
Hayatta hiçbir şeyi sorgulamamak için yetiştirildiğimiz için birimiz bile ne
yaptığımızı düşünmüyorduk. Tüm olanlar sadece bize ‘ders dışı’ bir eğlence gibi
geliyordu. Oysa o gün, o kadar uzun bir süre yemek yemeden ve sadece üzerimizde
önlükle, saatlerce, sonsuza kadar sürecekmiş kadar uzun saatlerce Godot’yu
beklermiş gibi bekledik. Çömelemiyorduk, çünkü hocalar kızıyordu. Herhalde o
dönem Yahudilere neler yapıldığını bilseydim bize yapılanları neye
benzeteceğimi de bilirdim. Tanrım, neyi bekliyorduk böyle? Sonra birden İsa-Mesih
geliverdi Allahtan. Hepimizin eline küçük birer Türk bayrağı tutuşturuldu ve
bize hem ellerimizi hem de bayrağı sağlamamız söylendi. Bu beklemenin bittiğini
belirtecek bir işaret olduğu için son bir gayretle geçip giden arabalara el
sallamaya başladık. Ve nihayet, asıl muhatabımız, diğerlerinden farklı olduğunu
belirterek göründü. Bir sürü yanıp sönen ışığı, içini göstermeyen camları ve
kaporta önlerindeki küçük bayraklarıyla siyah siyah arabalar büyük bir hızla
önümüzden geçti gitti. Makam arabasının ne olduğunu bilmiyorduk tabii, ne olup
bittiğini de anlamıyorduk; sadece bunca saat boyunca bu arabalar için
beklediğimizin ayırdına vardık birden. Ben sonradan o gün oradan geçenin, o
zamanın başbakanı Mesut Yılmaz olduğunu anladım. O ‘dünyada’ neler dönüyordu
bilmiyorum ama biz o adamın bizi sadece bir saniye görmesi için yıllar boyunca
beklemiştik. O adam arabasının camından dışarı baktığında mavi mavi dizilmiş
göze hoş gelen objeler olmuştuk. Eğitim almak için gittiğimiz hocalar bizi,
soğuktan donarken tespih tanesi gibi dizip, o arabanın içindeki adamın göz
zevkine indirgemişti. Murat Belge’nin “Tarihten Güncelliğe” kitabında Mao’dan
bahsederken verdiği bir örnek vardır. Stadyumu dolduran Çinlilerin her birinin
elinde metalden veya plastikten (her neyse) bir kare oluyor, zamanı
geldiğinde-işaret edildiğinde herkes elindeki kareyi havaya kaldırıyor. Her bir
bireyin elinde tuttuğu kare kendi başına hiçbir anlam taşımıyorken, uzaktan
bakıldığında tüm bu karelerin toplamından büyük bir Mao portesi çıkıyor.
Kendisi için saatlerce beklediğimiz ve ip gibi dizildiğimiz o yüksek makamlı
adam için “bir” kişinin hiçbir anlamı yoktu. Arabayla önümüzden geçip giderken
zaten sadece bir saniye görecekti bizi, bu bir saniyeyi dakikaya çıkarabilmek
içinse en iyi yöntem bireyselliğimizden çıkmamızdı. Eğitim sisteminin ne
olduğuna ve biz çocuklara neler yaptırdığına bundan daha iyi bir örnek
düşünemiyorum ben. O gün, çocuk aklımla orada olanlardan sadece nefret etmiştim
ama hiçbir şeyi hatırlayamayan belleğimin bunu depolaması benim için dönüm
noktalarından biri olmuştu.
manipülasyon yararlı mıdır zararlı mı?
Kendimizi keşfetmeye başlar başlamaz hayat bize sorular
sormaya başlar. İnsanların asla bilemeyecekleri ve asla cevaplayamayacakları bu
sorular, biz onları kendi dünya görüşümüze göre cevaplayamazsak sürekli hortlar
ve bize yaşamı zehir ederler. Zaman içinde ya gerçekten çok merak edip
merakımızı gidermek için ya da artık başımızı fazla ağrıtmasın diye bu sorulara
geçici veya daimi cevaplar bulup rahatlarız. Ordu’nun köyündeki fındık toplayan
teyze niye bu hayatta olduğunun cevabını Allah’ın kendisinin sadık kulu olup
olmadığını öğrenmek istemesine bağlayabilir. İzmir’deki bir doktorsa var
olmanın sadece bir tesadüf olduğunu, insanın kendinden başka referans
alabileceği kimsenin ve hiçbir şeyin olmadığını düşünebilir. İnsanların asla
öğrenemeyecek olmasına rağmen cevapladığı bu sorular onların yaşam biçimlerini,
hayat görüşlerini, düşünce yapısını belirlerler. Bu süreç iki şekilde
gerçekleşir: ya tek başımıza karar verip bir sonuca ulaşır ve ulaştığımız
sonucun bizden önce var olan cemaatine üye oluruz ya da bizden önce var olan
cemaat, biz tek başımıza düşün(e)meden kendi fikirlerini bize empoze ederek
bizi kendi cemaatine üye yapar. Bu cemaate üye olma hallerine baktığımızda net
bir ayrımın ortaya çıktığını görürüz. İlk özne kendi düşünüp kendi iradesinin
kullanmıştır, dolayısıyla aktiftir; diğeri kendi iradesini kullanamamış, ona
dayatılan görüşü benimsemiştir, dolayısıyla da pasiftir. Bu iki durumun
hangisinin daha olumlu (veya kelime dağarcığınıza göre erdemli) olduğunu
sorduğumuzda, rasyonalizme ağırlık veren zihniyetimiz (öyle bir zihniyete
sahipsek) bize ilkinin yaptığının daha olumlu olduğunu söyleyecektir. Oysa bu
kadar erken karar verilebilecek bir durum değildir bu. Kişinin kendi fikrini
kendi iradesiyle yaratmış olması, başkalarının dayatmalarının etkisinde
kalmaması bir erdemken; benimsediği görüşün ne olduğunu da işin içine katmamız
gerekir. Sormamız gereken soru şudur? Aktif ve cemaate kendi iradesiyle üye
olan yukarıdaki örnekteki kişinin, kimseden etkilenmeden, özgürce kendine mal
ettiği görüş faşizmse ne olur? Tam tersine, kendi özgün fikrini oluşturamayan
ve endoktrinasyona uğrayan diğer kişinin ona mal edilen görüşü demokratlıksa ne
olur? Bu iki kişiden hangisini tercih edersiniz?
Kadıköy’ün alkolle imtihanı…
Biz herhangi bir nesneye, dışarıdaki dünyadaki herhangi bir fenomene baktığımızda, o “şeyi” olduğu haliyle göremiyoruz. Hepimizin kafasında bizden önce (a priori) var olan veya deneyle gelişen kategorik bölmeler sayesinde, daha doğrusu bu bölmeler vasıtasıyla görüyoruz nesneleri. Bu açıdan baktığımızda da çok basit bir nesneye, aynı anda bakıyor bile olsak, o nesnenin bizdeki yansıması birbirinden farklı hale geliyor. Çünkü o nesnenin kavramı, bizi biz yapan kategorik şablonların içinden geçip anlamlı hale geliyor. Örneğin ikide bir yalan yanlış haberlere kaynaklık eden “İran’da kadınların muz yemesi yasak” gibi haberlerin mantığı da bundan kaynaklanıyor. Neticede fazlasıyla “din ideolojisine” saplanıp kalmış ve bu ideolojiyi esnetemeyen bir dindar, muz meyvesinin şeklinin müstehcen olduğunu düşünebiliyor. Muz idea’sı bu kişinin zihninden geçip anlamlandığında artık saf haldeki “muz” olmaktan çıkarak tehlikeli bir kavrama dönüşüyor.
Bu örneği günümüzde içki için de verebiliriz. Dünya görüşümüz, ideolojimiz, zihniyetimiz neyse, içki denilen kavram da o kadar değişken bir kavram halini alıyor. Hemen hiçbirimiz içkiyi saf halde veya “gösteren” halinde bırakamıyoruz, çünkü içki göstereni zihnimizden geçtiği gibi bir sürü farklı şekle bürünüyor. Bugün altı üstü basit bir içeceğin, hemen her zaman büyük bir sorun haline gelmesinin en büyük nedeni tam da bu. Öyle ki zaman zaman bu ülkede, dini görüşü gereği alkol kullanmayanların “gerici”; öbür taraftan bakınca alkol kullananların da “ahlaksız” ilan edildiğini biliyoruz. Alkol bazen bir medeniyet timsali gibi yansıtılırken, bazen tüm kötülüklerin baş tacı olarak görülebiliyor. Oysa tek yapmamız gereken alkolü alkol olarak, bir içecek olarak görmek ve insanların zihniyetlerine bakmak. Aşırı alkol alıp trafik kazası geçiren ve kişilerin ölmesine neden olan şey aslında alkol değil, değil mi?
Dolayısıyla Kadıköy’deki, saat akşam 10’dan sonra büfelerin kapanması sorununa bu açıdan bakabiliriz. Kadıköy Belediye Başkanı’na göre asıl mesele içki satışını engellemek, böylece sokaklarda(!) içki içilmesine mani olmak. İçki satışının engellenmesi, daha bu bilgiyi alır almaz, özellikle laiklerin zihninde nasıl bir çağrışım yaratıyor tahmin edebiliyor musunuz? Hemen CHP’li başkanın da AKP’li olduğunu, AKP ile bir ittifakın kurulduğunu, laik ve çağdaş Kadıköy’ün de gerici hale getirilmek istediğini düşünüyorlar. En azından AKP’nin belediye başkanlığı yaptığı yerlerde buna benzer haberlerle karşılaştıklarında bundan yüzde yüz emin oluyorlar. Şimdi bunun uygulayıcısı CHP olduğu için birazcık kafaları karışık. Durumu sorgulamalı, araştırmalı ve nedenini bulmalılar mı, yoksa basit olanı yapıp kendi yarattıkları gerçek neyse ona uymuyor diye bu deneyimi ötelemeliler mi?
Neticede elimizdeki bilgi, başkan Selami Öztürk’ün derdinin, kafalarda yaratılan çağdaşlık, gericilik gibi büyük kavramlardan çok daha naif olduğunu gösteriyor. Gençler akşam sokaklarda içki içip, sohbet ediyor ama bu öyle masum bir davranış da değil. Yöre halkı çıkan gürültüden, sabah etrafı kaplayan alkol ve kusmuk kokusundan şikâyetçi… Birden bire çağdaşlığı temsil eden alkolün, tam da çağdaş kişiler tarafından istenmediği bir noktaya ulaşıyoruz ve durum laikler için zorlaşıyor. Başkanın tavrı da çok basit: “sokaklarda değil sahilde için gençler” diyor. Sonuçta başkanın “öz” olarak alkolle bir sorunu yok. İçen içsin ama başkasını rahatsız etmesin. Bu konuda başkana katılmamak mümkün değil, hatta sunduğu çözümün iyi olmadığının kendisi de farkında, “daha iyi çözüm yolu olan varsa söylesin” bile diyor.
Artık gittikçe kavramlara bulaştırdığımız o ideoloji etiketinden yavaşça kurtulabiliriz. Örneğin dindarların neden alkole karşı bu kadar kötümser davrandıklarını “özcü” bir tahayyülle tahmin etmektense, belki biraz daha net bir şekilde “anlayabiliriz.” Özgürlükler çerçevesinden bakıldığında elbette alkol tüketme özgürlüğüne sahibiz, ama bu konuda daha duyarlı olanlara, sırf bu özgürlüğe sahibiz diye rakı kadehi kaldırmanın, “ortak yaşamak” gibi bir amaca hizmet etmediğinin de farkında olmalıyız. Şimdi Kadıköy’ün sokaklarında içen gençler “istediğimiz yerde içeriz, kimse karışamaz” diyerek çaktırmadan çağdaşlığı mı savunacak; yoksa asıl çağdaşlığın insanları rahatsız etmemek olduğunu kabul edip, daha dikkatli ve farkındalığı artmış bir şekilde içmeyi mi öğrenecek? Kamusal alanın gerçekten kamusal olmasını bu gibi bahsi pek geçmeyen olaylar sağlıyor ve halkın bu olaylardan öğrendiği tecrübeler okunan yüzlerce kitaptan daha anlamlı ve öğretici olabiliyor.
Bu örneği günümüzde içki için de verebiliriz. Dünya görüşümüz, ideolojimiz, zihniyetimiz neyse, içki denilen kavram da o kadar değişken bir kavram halini alıyor. Hemen hiçbirimiz içkiyi saf halde veya “gösteren” halinde bırakamıyoruz, çünkü içki göstereni zihnimizden geçtiği gibi bir sürü farklı şekle bürünüyor. Bugün altı üstü basit bir içeceğin, hemen her zaman büyük bir sorun haline gelmesinin en büyük nedeni tam da bu. Öyle ki zaman zaman bu ülkede, dini görüşü gereği alkol kullanmayanların “gerici”; öbür taraftan bakınca alkol kullananların da “ahlaksız” ilan edildiğini biliyoruz. Alkol bazen bir medeniyet timsali gibi yansıtılırken, bazen tüm kötülüklerin baş tacı olarak görülebiliyor. Oysa tek yapmamız gereken alkolü alkol olarak, bir içecek olarak görmek ve insanların zihniyetlerine bakmak. Aşırı alkol alıp trafik kazası geçiren ve kişilerin ölmesine neden olan şey aslında alkol değil, değil mi?
Dolayısıyla Kadıköy’deki, saat akşam 10’dan sonra büfelerin kapanması sorununa bu açıdan bakabiliriz. Kadıköy Belediye Başkanı’na göre asıl mesele içki satışını engellemek, böylece sokaklarda(!) içki içilmesine mani olmak. İçki satışının engellenmesi, daha bu bilgiyi alır almaz, özellikle laiklerin zihninde nasıl bir çağrışım yaratıyor tahmin edebiliyor musunuz? Hemen CHP’li başkanın da AKP’li olduğunu, AKP ile bir ittifakın kurulduğunu, laik ve çağdaş Kadıköy’ün de gerici hale getirilmek istediğini düşünüyorlar. En azından AKP’nin belediye başkanlığı yaptığı yerlerde buna benzer haberlerle karşılaştıklarında bundan yüzde yüz emin oluyorlar. Şimdi bunun uygulayıcısı CHP olduğu için birazcık kafaları karışık. Durumu sorgulamalı, araştırmalı ve nedenini bulmalılar mı, yoksa basit olanı yapıp kendi yarattıkları gerçek neyse ona uymuyor diye bu deneyimi ötelemeliler mi?
Neticede elimizdeki bilgi, başkan Selami Öztürk’ün derdinin, kafalarda yaratılan çağdaşlık, gericilik gibi büyük kavramlardan çok daha naif olduğunu gösteriyor. Gençler akşam sokaklarda içki içip, sohbet ediyor ama bu öyle masum bir davranış da değil. Yöre halkı çıkan gürültüden, sabah etrafı kaplayan alkol ve kusmuk kokusundan şikâyetçi… Birden bire çağdaşlığı temsil eden alkolün, tam da çağdaş kişiler tarafından istenmediği bir noktaya ulaşıyoruz ve durum laikler için zorlaşıyor. Başkanın tavrı da çok basit: “sokaklarda değil sahilde için gençler” diyor. Sonuçta başkanın “öz” olarak alkolle bir sorunu yok. İçen içsin ama başkasını rahatsız etmesin. Bu konuda başkana katılmamak mümkün değil, hatta sunduğu çözümün iyi olmadığının kendisi de farkında, “daha iyi çözüm yolu olan varsa söylesin” bile diyor.
Artık gittikçe kavramlara bulaştırdığımız o ideoloji etiketinden yavaşça kurtulabiliriz. Örneğin dindarların neden alkole karşı bu kadar kötümser davrandıklarını “özcü” bir tahayyülle tahmin etmektense, belki biraz daha net bir şekilde “anlayabiliriz.” Özgürlükler çerçevesinden bakıldığında elbette alkol tüketme özgürlüğüne sahibiz, ama bu konuda daha duyarlı olanlara, sırf bu özgürlüğe sahibiz diye rakı kadehi kaldırmanın, “ortak yaşamak” gibi bir amaca hizmet etmediğinin de farkında olmalıyız. Şimdi Kadıköy’ün sokaklarında içen gençler “istediğimiz yerde içeriz, kimse karışamaz” diyerek çaktırmadan çağdaşlığı mı savunacak; yoksa asıl çağdaşlığın insanları rahatsız etmemek olduğunu kabul edip, daha dikkatli ve farkındalığı artmış bir şekilde içmeyi mi öğrenecek? Kamusal alanın gerçekten kamusal olmasını bu gibi bahsi pek geçmeyen olaylar sağlıyor ve halkın bu olaylardan öğrendiği tecrübeler okunan yüzlerce kitaptan daha anlamlı ve öğretici olabiliyor.
Telesiyej ne zaman deşifre olacak?
Telesiyej’in twitter hakkında yazdığı yazı anladığım kadarıyla sadece benim sinirimi tepeme çıkarmamış. İki gün arayla hem Markar Esayan hem de Hıdır Geviş, sıkı birer twitter kullanıcıları olarak Telesiyej’e cevap verme gereği duymuşlar. İkisinin yazdıklarını okudukça içimin yağları eridi ama yine de bir şeylerin eksik kaldığını hissettim. Birincisi twitter kullanıcısı olmayan birilerinin de bence bir şeyler yazması iyi olabilirdi, ikincisi Telesiyej’in yazdıklarına şimdiye kadar hiçbir tepkinin gelmemiş olması beni hep şaşırttı. Bu yazıda twitter eleştirisine ben de kendimce cevap verirken bunun sadece bir twitter dil sürçmesi olmadığını, Telesiyej’in yazdıkları şeylerin birçoğunda buna benzer sorunlar olduğunu göstermeye çalışacağım. Derdimi anlatmaya çalışayım:
Bizi temsil ettiğini düşündüğümüz ideoloji çoğu zaman kendi sınırları içinde anlam kazanır. Politik olarak durduğumuz ve kendisini ait hissettiğimiz siyasi görüş, o kontekst içinde anlamlı hale geldiği için bu bizi o sınıra, o kontekste bağımlı hale getirir. Dolayısıyla bir Sosyalist isek eğer, Sosyalist bir gözlükten, ama politik anlamda bir Sosyalist gözlükten dünyaya bakarız. Oysa politik alanı bırakıp sosyal alana girdiğimizde savunduğumuz görüşler kamusal alanda veya özel hayatta birebir kendini göstermez. Politik alanda sömürüye karşı olan ve feminist harekete destek veren bir kadın, kocasının ruhsal olarak kendini sömürdüğünü anlamayabilir ve bir kadın olarak kocasının kendisinden üstün olması gerektiğini düşünerek ona hak verebilir. Ertesi gün aynı kadını Taksim Meydanı’nda “kadınlara özgürlük” mitinginde görmeniz çok doğaldır. Çünkü bazen kategorik hatalar yaparak bizi taşıdığını düşündüğümüz dünya görüşümüzü hayatın her anına yayamayız. Liberal görüşleriyle tanınan birinin çocuk pornocusu olduğunu öğrenmemiz de bu anlamda bizi şaşırtmaz.
Türkiye’de avuç içi kadar demokrat ve liberal olduğu bir gerçek, fakat bu kişileri biz sürekli politik bir arenada görüyoruz ve onların kamusal alandaki hallerini gözlemleme şansımız olmuyor. Çoğu zaman –benim iddiam- kişilik bölünmesi yaşıyoruz sanki ve diyelim Türkiye’nin en demokrat gazetesinde yazmanıza rağmen o gazeteye hiç mi hiç uymayan yığınla yazı yazabiliyorsunuz. Telesiyej, çok eminim, politik olarak Taraf’tan geri durmuyordur; ama politik alandan popüler olanı anlayıp analiz etme alanına kaydığınızda politik olarak taşıdığınız görüş –zihniyetinize bağlı olarak- sizi taşıyamayabilir. Ve kendinizi dünyanın en iyi analizlerini yaptığınızı sanarken bulabilir ve kimse bunları görüp deşifre etmedikçe de bunun farkına varmadan yaşar gidersiniz; çünkü arkanızda Taraf gibi bir gazetede yazmanın “dokunulmaz” demokratlığı vardır. Burada liberallerin düştüğü tuzağı hatırlamakta fayda var; Mahçupyan buna “cemaatin afyonu” demişti. Diğerleriyle (ötekilerle) karşılaştırıldığında doğru tarafta olmanın verdiği gönül rahatlığı ve eleştirilere sinmiş o sahte entelektüellik hissi… South Park’ın yaratıcılarının veya Zizek’in tam da kafayı bu tarz bir liberallikle bozduklarını hepiniz biliyorsunuzdur. Şimdi gelin birkaç örnek verelim:
Zamanında Ayşe Arman Perihan Mağden için “yazdıkları çok güzel ama insan olarak beş para etmez” demişti. Telesiyej buna “Ayşe Arman kendini çok değerli hissediyor, yazdıklarınınsa bir şeye benzemediğini biliyor” diye özetlenebilecek bir cevap yazdı. Demeye çalıştı ki, kişinin yazılarının beğenilmesi kişiliğinin beğenilmesinden daha iyidir. Bu yazıyı ilk okuduğunuzda derhal şunu fark edeceksiniz: Telesiyej, Perihan Mağden’e “insan olarak beş para etmez” denilmesine bozulmuş! Bu kadar! Aslında bütün mesele bu ve gerisi bu cümlenin nasıl entelektüelmiş gibi anlatılmasıyla ilgili… Sahte entelektüellik dediğim şey tam da bu. Ayrıca bırakın Ayşe Arman Perihan Mağden’i beş para etmez bulsun. Ne var bunda? Bunda Mağden’i savunacak bir taraf yok ki? Birisinin Taraf’tan nefret ediyor olması sadece nefret ettiği anlamına gelir, “nasıl nefret edersin?” diye sormanın makul bir tarafı var mıdır sizce?
Telesiyej’in unutamadığım bir diğer yazısında kendisi, tam olarak şuna benzer bir cümle sarf ediyor: ÖSS’den 30 bin sıfır çekenin olduğu bir ülkede elbette en çok izlenen film de Recep İvedik olurmuş (Taraf: 30.01.2010)! Bu tüyler ürpertici iddianın sahibi Taraf’ta yazıyor. Kendisi belki farkında değil ama hem o 30 bin öğrenciyi hem de Recep İvedik’i izleyenleri aşağılamak demektir bu. Bu söylemi biz genelde halkı aşağılayan Kemalistlerden biliyoruz, ama yukarıda açıkladığım gibi, sahip olduğunuz dünya görüşü mutlak (absolute) değildir ve kendini böyle durumlarda deşifre eder. Kendinizi bir anda annenizin sıcak koynundan uzaklaşmış bir halde, gizil halk düşmanlığı yaparken bulursunuz.
Daha yığınla örnek verebilirim ama en favori Telesiyej yazısından bahsetmek istiyorum. Daha yeni yazılmış bu yazıya (06.07.2011) neden tweet kadar ses çıkmadığını inanın anlayamadım. Çünkü bu yazı Telesiyej hakkındaki derdimi en iyi anlatan ve kendisine –bu yüzden- şükran duyduğum bir yazı. Yazı, “Hayvan hakları federasyonu başkanı da hayvan sesinden nefret ederse…” başlığını taşıyor. Taraf’ın “20 Soru” köşesine, başkan Ahmet Kemal Şenpolat konuk olmuş ve en nefret ettiği sesin sivrisinek vızıltısı olduğunu söylemiş! Vay efendim nasıl olurmuş! Telesiyej başlıyor ders vermeye! Yok efendim sivrisinek de bir hayvanmış (bravo) yok efendim sivrisinek saniyede yüzlerce defa kanat çırptığı için bize gelen sese vızıltı diyemezmişiz, yok efendim doğayı seviyorsak doğadaki her hayvanı sevmeliymişiz! Bunlar şaka değil, kendisinin yorumları (South Park'ın yaratıcıları duymasın, çok acayip madara edebilirler adamı). Şu cümleye bakın: “Doğa kusurlu mudur ki onun seslerinden bazılarına katlanamıyor olalım!” En müthişi ise bence şu: “Önünde sonunda bir hayvanın kanat sesleri doğaya aittir çünkü. Doğanın o engin senfonik ses manzumesi içinde yer alan bir sestir sadece.” Nasıl entelektüel değil mi? Senfoniler, manzumeler havada uçuşuyor. Demeye çalıştığım ne yapmaya çalışıyor Telesiyej? Eleştirel olacağım derken kafayı sıyırmaya doğru gitmek demek değil mi bu? Neyin çabasıdır, ne kadar çok akıllı olduğunu gösterme derdi mi? Şaka mı bu? Kendisi ciddiye alacaksa söyleyeyim: iki de bir hakkında yazıp durduğu Hülya Avşar’dan donanım olarak bir farkı yok bence kendisinin. Sadece bu yazıyı yazmış olmak bile bir grup gencin birkaç yıllık espri deposunu doldurması açısından kendisini deşifre etmeye yeter de artar bile.
Twitter kullanmam, ama Telesiyej’in o yazısını okuduğumda –bir kez daha- aklım başımdan gitti doğrusu. Sistemin bireyi izole etmek istediğine dair yazdıkları ve bunun günümüzdeki karşılığının twitter olduğu iddiası nerden baksanız oksimorondan başka bir şey değildir. Yine –bahsettiğim gibi- olan tek şey şudur: Telesiyej twitter’ı sevmemektedir! Bu kadar! Gerisi bir çuval dolusu entelektüel-miş gibi yapan argümanlarla doludur. Perihan Mağden’den, Pavese’den alıntılar yapmak, “teknoloji tabanlı ontoloji kültürü” demek nasıl büyük bir gaf yaptığınızı saklayamaz. Siz tüm entelektüel cümlelerinizle tam “donanımlı” gelirken birisi çıkıp “kendi basit mi basit cümleleriyle” sizi deşifre ediverir.
Demem o ki Onur Öymen’in nasıl biri olduğunu anlayabilmek için illa Dersim gafını yapması gerekmiyordu. Şimdi de aynı şeyi Telesiyej için söylüyorum. Telesiyej’in twitter yorumu bir tesadüf değildir. Kendisinin geçmiş yazılarında onlarca sorun mevcuttur ve bunların çok büyük bir nedeni her şeye eleştirel bakmaya çalışmak hastalığıdır. Kendisine tavsiyem sadece arkasına yaslanıp televizyon programlarını “öylece” izlemesi ve “rahat” olmasıdır. Yoksa bu müthiş entelektüelce eleştiri girişimleri Türkiye’de gülecek malzeme bulmakta zorlanan kişilere her geçen gün ilham vermeye devam edebilir. Benden söylemesi.
Bizi temsil ettiğini düşündüğümüz ideoloji çoğu zaman kendi sınırları içinde anlam kazanır. Politik olarak durduğumuz ve kendisini ait hissettiğimiz siyasi görüş, o kontekst içinde anlamlı hale geldiği için bu bizi o sınıra, o kontekste bağımlı hale getirir. Dolayısıyla bir Sosyalist isek eğer, Sosyalist bir gözlükten, ama politik anlamda bir Sosyalist gözlükten dünyaya bakarız. Oysa politik alanı bırakıp sosyal alana girdiğimizde savunduğumuz görüşler kamusal alanda veya özel hayatta birebir kendini göstermez. Politik alanda sömürüye karşı olan ve feminist harekete destek veren bir kadın, kocasının ruhsal olarak kendini sömürdüğünü anlamayabilir ve bir kadın olarak kocasının kendisinden üstün olması gerektiğini düşünerek ona hak verebilir. Ertesi gün aynı kadını Taksim Meydanı’nda “kadınlara özgürlük” mitinginde görmeniz çok doğaldır. Çünkü bazen kategorik hatalar yaparak bizi taşıdığını düşündüğümüz dünya görüşümüzü hayatın her anına yayamayız. Liberal görüşleriyle tanınan birinin çocuk pornocusu olduğunu öğrenmemiz de bu anlamda bizi şaşırtmaz.
Türkiye’de avuç içi kadar demokrat ve liberal olduğu bir gerçek, fakat bu kişileri biz sürekli politik bir arenada görüyoruz ve onların kamusal alandaki hallerini gözlemleme şansımız olmuyor. Çoğu zaman –benim iddiam- kişilik bölünmesi yaşıyoruz sanki ve diyelim Türkiye’nin en demokrat gazetesinde yazmanıza rağmen o gazeteye hiç mi hiç uymayan yığınla yazı yazabiliyorsunuz. Telesiyej, çok eminim, politik olarak Taraf’tan geri durmuyordur; ama politik alandan popüler olanı anlayıp analiz etme alanına kaydığınızda politik olarak taşıdığınız görüş –zihniyetinize bağlı olarak- sizi taşıyamayabilir. Ve kendinizi dünyanın en iyi analizlerini yaptığınızı sanarken bulabilir ve kimse bunları görüp deşifre etmedikçe de bunun farkına varmadan yaşar gidersiniz; çünkü arkanızda Taraf gibi bir gazetede yazmanın “dokunulmaz” demokratlığı vardır. Burada liberallerin düştüğü tuzağı hatırlamakta fayda var; Mahçupyan buna “cemaatin afyonu” demişti. Diğerleriyle (ötekilerle) karşılaştırıldığında doğru tarafta olmanın verdiği gönül rahatlığı ve eleştirilere sinmiş o sahte entelektüellik hissi… South Park’ın yaratıcılarının veya Zizek’in tam da kafayı bu tarz bir liberallikle bozduklarını hepiniz biliyorsunuzdur. Şimdi gelin birkaç örnek verelim:
Zamanında Ayşe Arman Perihan Mağden için “yazdıkları çok güzel ama insan olarak beş para etmez” demişti. Telesiyej buna “Ayşe Arman kendini çok değerli hissediyor, yazdıklarınınsa bir şeye benzemediğini biliyor” diye özetlenebilecek bir cevap yazdı. Demeye çalıştı ki, kişinin yazılarının beğenilmesi kişiliğinin beğenilmesinden daha iyidir. Bu yazıyı ilk okuduğunuzda derhal şunu fark edeceksiniz: Telesiyej, Perihan Mağden’e “insan olarak beş para etmez” denilmesine bozulmuş! Bu kadar! Aslında bütün mesele bu ve gerisi bu cümlenin nasıl entelektüelmiş gibi anlatılmasıyla ilgili… Sahte entelektüellik dediğim şey tam da bu. Ayrıca bırakın Ayşe Arman Perihan Mağden’i beş para etmez bulsun. Ne var bunda? Bunda Mağden’i savunacak bir taraf yok ki? Birisinin Taraf’tan nefret ediyor olması sadece nefret ettiği anlamına gelir, “nasıl nefret edersin?” diye sormanın makul bir tarafı var mıdır sizce?
Telesiyej’in unutamadığım bir diğer yazısında kendisi, tam olarak şuna benzer bir cümle sarf ediyor: ÖSS’den 30 bin sıfır çekenin olduğu bir ülkede elbette en çok izlenen film de Recep İvedik olurmuş (Taraf: 30.01.2010)! Bu tüyler ürpertici iddianın sahibi Taraf’ta yazıyor. Kendisi belki farkında değil ama hem o 30 bin öğrenciyi hem de Recep İvedik’i izleyenleri aşağılamak demektir bu. Bu söylemi biz genelde halkı aşağılayan Kemalistlerden biliyoruz, ama yukarıda açıkladığım gibi, sahip olduğunuz dünya görüşü mutlak (absolute) değildir ve kendini böyle durumlarda deşifre eder. Kendinizi bir anda annenizin sıcak koynundan uzaklaşmış bir halde, gizil halk düşmanlığı yaparken bulursunuz.
Daha yığınla örnek verebilirim ama en favori Telesiyej yazısından bahsetmek istiyorum. Daha yeni yazılmış bu yazıya (06.07.2011) neden tweet kadar ses çıkmadığını inanın anlayamadım. Çünkü bu yazı Telesiyej hakkındaki derdimi en iyi anlatan ve kendisine –bu yüzden- şükran duyduğum bir yazı. Yazı, “Hayvan hakları federasyonu başkanı da hayvan sesinden nefret ederse…” başlığını taşıyor. Taraf’ın “20 Soru” köşesine, başkan Ahmet Kemal Şenpolat konuk olmuş ve en nefret ettiği sesin sivrisinek vızıltısı olduğunu söylemiş! Vay efendim nasıl olurmuş! Telesiyej başlıyor ders vermeye! Yok efendim sivrisinek de bir hayvanmış (bravo) yok efendim sivrisinek saniyede yüzlerce defa kanat çırptığı için bize gelen sese vızıltı diyemezmişiz, yok efendim doğayı seviyorsak doğadaki her hayvanı sevmeliymişiz! Bunlar şaka değil, kendisinin yorumları (South Park'ın yaratıcıları duymasın, çok acayip madara edebilirler adamı). Şu cümleye bakın: “Doğa kusurlu mudur ki onun seslerinden bazılarına katlanamıyor olalım!” En müthişi ise bence şu: “Önünde sonunda bir hayvanın kanat sesleri doğaya aittir çünkü. Doğanın o engin senfonik ses manzumesi içinde yer alan bir sestir sadece.” Nasıl entelektüel değil mi? Senfoniler, manzumeler havada uçuşuyor. Demeye çalıştığım ne yapmaya çalışıyor Telesiyej? Eleştirel olacağım derken kafayı sıyırmaya doğru gitmek demek değil mi bu? Neyin çabasıdır, ne kadar çok akıllı olduğunu gösterme derdi mi? Şaka mı bu? Kendisi ciddiye alacaksa söyleyeyim: iki de bir hakkında yazıp durduğu Hülya Avşar’dan donanım olarak bir farkı yok bence kendisinin. Sadece bu yazıyı yazmış olmak bile bir grup gencin birkaç yıllık espri deposunu doldurması açısından kendisini deşifre etmeye yeter de artar bile.
Twitter kullanmam, ama Telesiyej’in o yazısını okuduğumda –bir kez daha- aklım başımdan gitti doğrusu. Sistemin bireyi izole etmek istediğine dair yazdıkları ve bunun günümüzdeki karşılığının twitter olduğu iddiası nerden baksanız oksimorondan başka bir şey değildir. Yine –bahsettiğim gibi- olan tek şey şudur: Telesiyej twitter’ı sevmemektedir! Bu kadar! Gerisi bir çuval dolusu entelektüel-miş gibi yapan argümanlarla doludur. Perihan Mağden’den, Pavese’den alıntılar yapmak, “teknoloji tabanlı ontoloji kültürü” demek nasıl büyük bir gaf yaptığınızı saklayamaz. Siz tüm entelektüel cümlelerinizle tam “donanımlı” gelirken birisi çıkıp “kendi basit mi basit cümleleriyle” sizi deşifre ediverir.
Demem o ki Onur Öymen’in nasıl biri olduğunu anlayabilmek için illa Dersim gafını yapması gerekmiyordu. Şimdi de aynı şeyi Telesiyej için söylüyorum. Telesiyej’in twitter yorumu bir tesadüf değildir. Kendisinin geçmiş yazılarında onlarca sorun mevcuttur ve bunların çok büyük bir nedeni her şeye eleştirel bakmaya çalışmak hastalığıdır. Kendisine tavsiyem sadece arkasına yaslanıp televizyon programlarını “öylece” izlemesi ve “rahat” olmasıdır. Yoksa bu müthiş entelektüelce eleştiri girişimleri Türkiye’de gülecek malzeme bulmakta zorlanan kişilere her geçen gün ilham vermeye devam edebilir. Benden söylemesi.
3 Mayıs 2013 Cuma
"Celal ile Ceren"de Şahan'ı cinsiyetçi ilan etmek...
Şunu itiraf etmek zorundayız: filmlerini tüm olmamışlığına, başarısızlığına rağmen Şahan gerçekten büyük bir yetenek ve temsil ettiği şey bakımından da inanılmaz zor bir şeyi üstleniyor. Cem Yılmaz'ı filmlerinde bol küfür olmasıyla eleştiren, gösterilerinde de (akıl alır gibi değil ama) belden aşağı espri yapmakla suçlayan ülke insanları olarak, Şahan'ın şimdiye kadar nasıl hayatta kaldığı da muamma açıkçası. Cem Yılmaz CMYLMZ gösterisinde bu durumu açıklarken "bu kardeşinizi şimdiye kadar nasıl alaşağı etmediler şaşırmıyor musunuz?" diye soruyordu. Oysa asıl şaşılması gereken nasıl Şahan'ın alaşağı olmadığıdır? Cem Yılmaz gibi biri küfür eleştirilerini bile bu kadar önemseyip, geri adım atarken; Şahan'ın tüm o kendisine yöneltilen ithamlara karşın ısrarla kendi dünyasından vazgeçmemesi benim için büyük bir olaydır. Sürekli söylenen "Celal aslında Recep'in bizzat kendisidir" savı da bu yüzden hayli komik ve cahilce bir savdır. Çünkü Şahan'ın sineması Recep arketipinin sinemasıdır. Şahan'ın hayat görüşü biz izleyicilere Recepler'in hayatını anlatmak üzerine kuruludur. Farrely Kardeşler nasıl avanak ve şapşalların hayatını anlatıp duruyorsa, Apatow nasıl ısrarla orta yaşını geçmiş ama büyüyemeyen erkek karakterlerin hayatını anlatıyorsa; Cem Yılmaz nasıl geçmişte ve gelecekte, uzayda ve taş devrinde hep o Türk karakterine odaklanıyorsa, Şahan da bize hep Recep'i anlatacaktır. Daha başından buna tepki koyarak yorumda bulunan herkes şaşılası konumlara düşüyor ve acayip komik açıklamalarda bulunuyor.
İnternetten derlediğim şu alıntılara bir göz atınca durum çok rahat ortaya çıkacak:
Örneğin:
"Bu kadar ahlaksız konuları bir arada ele alan başka bir film görmedim. Erkek erkeğe gidilebilir bir film ama kesinlikle benim gibi nişanlınızla giderseniz rezillik çekersiniz."
Ne yani sen nişanlınla gidemiyorsun diye film birden ahlaksız mı oldu? Şaşılası şekilde bahsi geçen konuları "ahlaksız" bulan bu kişinin ahlak ölçütü müdür yani Şahan'ın filminin eleştirisi. Bu film bile böyle eleştiriliyorsa, Farrely Kardeşler, Trey Parker & Matt Stone, Sacha Baron Cohen, American Pie yaratıcıları ve tüm o filmler ne olacak? Tuvalet mizahı diye bir şeyden haberi olmayanlar, Celal karakteri altına sıçtı diye bu kadar dertleniyorlarsa onlara kimsenin kusmadığı, osurmadığı, sevişmediği mutluluk dolu hayatlar diliyoruz.
Ama filmin tükürük, kusmuk, dışkı esprileri üzerinden ve belden aşağı (kusura bakmayın ama yer yer de kadını aşağılayan) kaba erkek muhabbetiyle yürümesi bence problem. Siyaseten doğru bir mizahı sıkıcı bulurum. Beklentim bu değil. Ama bunun alternatifi de böylesine kolayına kaçılmış bir mizah olmamalı.
Bakın arkadaş problemi açıkladı ne güzel. Tükürük, kusmuk esprileri, kaba erkek muhabbeti filan varsa filmde, o film problemliymiş. Görüyor musunuz? Filmin böyle yürümesi problemse nasıl yürümeli acaba? Nasıl memnun etmeli bu arkadaşı? Filmin tükürük, dışkı ve kusmuk esprileriyle yürümesi problem değildir sevgili arkadaşlar, onu iddia eden sizsiniz. Sizin midenizin hassas olması Şahan'ın sizin isteğinize göre film çekeceği anlamına gelmez. Aynı yazıda bu kişi filmin cinsiyetçi davrandığını iddia ediyor. Celal'in arkadaşlarından biri Ceren'den ayrılmış Celal'e kadın milletinin nasıl bir varlık olduğunu anlatmak için "Çekoslavakya bile bir kadın yüzünden bölündü" diyor. Ayrıca bekarlığa veda partisine gitmekte beis görmeyen Celal, ayrıldıktan sonra eski sevgilisinin başka erkeklerle buluşmasını kaldıramıyor. Bu gibi örnekler mesela, Şahan'ın cinsiyetçi olduğunun kanıtları olarak veriliyor ve filmin bu ahlaksız tutumu güzel güzel eleştiriliyor.
Benzer bir örnek de çok sevdiğim Burak Göral'dan:
Bu yüzden onun komedisi hep ‘ucuz’, hep ‘incelikten yoksun’, hep ‘yengene çaktım’, ‘karıya çatır çatır vurdum’ gibi cinsiyetçi ve hakaretamiz ifadelerle dolu olacak, hep belli bir görünüşün dışında olan kadınlarla ve eşcinsellerle alay edip onları aşağılayacak, seyirciye hiçbir zaman ‘değişik bir komediydi’ dedirtmeyecek...
Yahu ne zor şeymiş şu mizah! Bir kere Göral "belli bir görünüşün dışında olan kadın" derken bile zaten Şahan'ın espri malzemesi oluveriyor. Bunu örneğin South Park'ın yaratıcıları duymasınlar, derhal madara ederler Göral'ı... "Belli görünüşün dışında kadın" derken sayın Göral şişmanlardan bahsediyor olmasın sakın?! Daha burada bile bu kadar 'narin' olunduğunda Şahan'ın kaba saba esprileri ve aşırılıkları dert oluyor tabii insanlara. Tabii "politik doğruculuk" da ne zamandır "kaka" kelime ilan edildiğinden, bu eleştirileri getirenler hemen "yanlış anlamayın, ben illa böyle espriler olmasın demiyorum" diyorlar. O halde Cem Yılmaz'ın yaptığı tespiti tersine çevirip bu kişilere yöneltelim: "Gelip bana 'benim oğlum sizin filminizden küfür öğrendi' diyorlar. Sen küfürün kötü bir şey olduğunu oğluna öğretememişsen o senin sorunun. Benim filmimi izleyen çocuk neden küfür öğreniyor? Gidip film çeksin." Şahan'ın filminde "yengene çaktım", "karıya çatır çatır vurdum", "bir güzel döşedim" diyen karakterleri gördüklerinde niye insanlar Şahan'a kızacaklarına bizzat o tiplemelere bakıp utanmıyorlar? Ne yani "karıya çok pis çaktım" diyen erkekler bu ülkede yok da Şahan bunları götünden mi uyduruyor? Böyle davranan yurdumun güzide erkekleri ayrımcı değil, onları bize gösteren Şahan mı ayrımcı? Bu ülkede şişmanlara, eşcinsellere herkes gül gibi davranıyor da bizim mi haberimiz yok? Siz Şahan'ın filminden bunu mu anlıyorsunuz? Adamın film boyunca yüzümüze çarptığı onca toplumsal eleştiri, onca sosyolojik tespiti görmüyorsunuz da, tükürmesini, sıçmasını mı dert ediyorsunuz? Tam da Şahan'ı cinsiyetçi ilan ederken, sırf bu yüzden, bu ülke insanlarının; arkadaş ortamıyla, aile ilişkileriyle, evlilik kurumuyla son derece çıkarcı, manipülatif, yüzeysel, cinsiyetçi, ayrımcı olduğunu bize gösterdiği için teşekkür etmelisiniz Şahan'a... Çünkü en basit teorik ayrımdan yoksunsunuz (isteyen "intentional fallacy" kavramına bir bakıversin): "yengene çaktım" diyen Şahan değil sevgili kardeşim, sensin. Sen, ben, biz. Cinsiyetçi olan da Şahan değil, toplum olarak biziz.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)