Alain de Botton gibi kişilerin, nihayet Batı'ya, tatlı dille doğru düzgün şeyler anlattığını düşünüyorum. Kendisinin 15'er dakikalık iki videosunu izledim ve fikirlerini çok değerli bulduğumu söylemeliyim. Örneğin ilk konuşmada dinlerin biz laikler için tukaka edilecek o kadar basit kavramlar olmadıklarını ve biz dinsiz/ ateistlerin dinlerden çok şey öğrenebileceğimizi söyledi. Din dendiği anda şeytan çarpmışa dönen, 'bilimsel' kelimesine obsesyonal şekilde tapan ve olur olmadık her yerde pozitivist konuşmalar yapan bu gibi insanları Alain de Botton gibi insanlar belki yumuşatabilir. Zeitgeist korosu, Dawkins, Hithchens gibi tiplerin yanlış ata oynadıklarını düşünüyorum. Tanrı'nın ve dinlerin bilimsel olarak olmadığını kanıtlamaya çalışmanın benim dünyamdaki karşılığı, Halil Berktay'ın bizim sosyalistlere sosyalizmin öldüğünü bilimsel deneylerle açıklamaya çalışmasıdır. Bir şeyin görüngüler dünyasında yok olup olmamasıyla neden bu kadar uğraştığımızı da inanın bir türlü anlayamıyorum ve bu yüzden asıl hasta olanın, bir kıza, babasının öldüğünü kabul etmesini isteyen o doktor olduğunu düşünüyorum. Görüyorsunuz, bilimsel olarak Atatürk'ün öldüğünü bir Kemalist'e anlatmaya çalışmanın en beylik tabirle ahmaklık olduğu ortada. Demek ki asıl hasta olanlar, Tanrı'nın ölümünden sonra, bu gerçekliğe delicesine bağlanan bilimselciler! Tanrı'nın ölümünün ardından göbek atan Dawkins, bir karakterin tanrı yerine bir rock yıldızına tapmaya başlamasıyla çılgına dönecektir heralde. Oysa hayatın tam da bilimin ilgi alanının çok dışında aktığı çok belli.
İkinci video daha güzel. Botton, hiyerarşinin, kast sisteminin bugün yok olmasıyla çok büyük bir özgürlük ortamının yaratıldığını, ama işin ilginci bu özgürlüğün insanlara dikte ettirildiğini iddia ediyor. Eskiden insanlar bir marangozsa, aristokrat olabileceğine inanmıyordu elbette. Çok muhafazakar bir şekilde tevekkül ediyor ve duacı oluyordu bundan. Şimdiyse aynı kurallar geçerli olmasına rağmen, içimizden bir yerlerden Lady Gaga gibi olup milyon dolarlara sahip olamadığımız için kendimizi suçluyoruz. Üstelik, bütün bunlar bize pazarlanarak geliyor. Bill Gates'in hayatı, Steve Jobs'ın hayatı açıkça senaryo kurallarına uygun bir şekilde 'sıradanlıkla' başlayıp birden olağanüstü bir ivmeyle hızlanıyor ve milyoner oluyorlar bu insanlar. Biz de "biz de bir şeyler bulalım ve ünlü olalım" hayaline kapılıyoruz. Oysa kişisel gelişim kitaplarının bu dünyasından acilen kurtulmamız gerekiyor. Bu dünya çünkü pozitif yalanlarla ve rüya fantezileriyle dolu. Örneğin "Yes You Can"in, dünyada hepimizin başına en büyük belayı açan en büyük yalan olduğunu düşünüyorum ben. Bunun kökeni de yine özgürlükçülüğe, hümanizme gidiyor. Bunun nedeni daha güzel bir dünya isteyen Batıcı rönesans geleneğinden başkası değil. Benim en kısa tabirle hepsini birleştirdiğim terim, yani: liberalizm.
Liberalizm bizim iyiliğimizi istiyor. Her şey insanın iyiliği için oluyor. Örneğin bu iyilikperverlik, bir müddet sonra gerçeklikten sapmaya ve sahte bir fantezi dünyası kurmaya doğru gidiyor. Forgetting Sarah Marshall filmi bunun en muhteşem temsilcisi. Film bize, çok iyimser ve pozitif bir mesaj veriyor: kız arkadaşınızdan ayrıldığınızda gidin güzeller güzeli bir kadınla çıkın ve eski kız arkadaşınızı unutun. Oysa bu, kız arkadaşından ayrılmış biri için yarardan çok zarar getiren, tamamen saf bir uydurmadan ibaret. Tıpkı Starbucks'tan kahve içtiğinizde bunun %3'ünün Afrika'daki çocuklara gidiyor olması gibi. Bu 'güzellik' bu dürüst davranış bizi gerçeklikten uzaklaştırmak için liberalizmin kurduğu bir tuzak. Liberalizm hep bize iyilikle geliyor. Hatırlayın, korkmamız gereken kişiler (göründükleri için) radikal ırkçı/faşistler olmamalı. Tam da böyle iyiliklerle gelen liberaller olmalı. Çünkü onlar gözümüzü mutlulukla bağladıkları için biz mutluluğun arkasına bakma gereği hissetmiyoruz. Zamanında Taraf, askeriyenin, hükümeti düşürmek için camilere bomba konma tuzağını açıkladığında, Kemalist bir arkadaşım şöyle demişti: "belki de bazı insanları öldürerek daha iyi bir Türkiye yaratmak istiyorlardı. Bence meşrudur bu." Liberaller için bunu tersine çevirelim: "belki de liberaller bazı insanları mutlu ederek daha kötü bir dünyanın kapılarını aralıyorlar." Dolayısıyla Sarah Marshall'ı unutmak fikri Mila Kunis'le -mutlu mesut- anlatıldığında bu, filmin bizi sevdiği anlamına gelmez. Film açıkça bizim mutsuzluğumuzu istiyordur. Film bize "eski sevgilinizi unutmak için, Mila Kunis'le çıkıp sabaha kadar sevişin" mesajı veriyorsa, bu apaçık hakarettir, bizi sahte bir gerçekliğe inandırmaya çalışmaktır. "İsterseniz olur", "her şey elinizde", "yapabilirsiniz" ile dolu günümüz enerji saçan liberal fikirleri bizzat mutsuzluğumuzun asıl nedenleri oldular. Çünkü Batı'nın hümanizm adına temellerini attığı bu dünya, sahtelikler, yalanlar ve politik doğrular üzerine kurulu.
İşte bu yüzden "yes you can" ne kadar sahte ve gerçek dışı bir cümleyse, "ötekini anla" da o kadar sahte ve yalan bir cümledir. Bu cümleler, bizim iyiliiğimizi ister gibi görünse de en büyük mutsuzluğumuzun kaynaklardır. "Komşunu sev", "ötekini anla" mesajları, bu emirlerden sonraki adıma asla ulaşmaz. Örneğin büyük bir hevesle ve büyük bir heyecanla son derece pozitif bir konuşma yapan bir kişisel gelişim uzmanı hayal edin. Size evinize çakılıp kaldığınızı, hep aynı rutin şeyleri yaptığınızı, dışarda bambaşka bir dünya olduğunu, o dünyayı görebileceğinizi ve bunu başarabileceğinizi söylesin. Bütün bunlar gözünüzün açılmasını sağlar, birden ufkunuz genişler ve kendinizi hayatta bazı şeyleri yapabileceğinizi hayal ederken bulursunuz. Ama tüm bu yorumlar ve hayaller, nedense hayatın içindeki gerçekliklerle yoğrulmaz. Nasıl batı felsefesi beden ile ruhu ayırıp ruha ve akla yatırım yapmışsa, bugün de liberaller başarılı olmaya, mutlu olmaya yatırım yapıp; öbür tarafı tukaka ediyorlar.
Oysa gerçek bir tutarlı felsefe başarısızlıkla başlamalıdır. Sarah Marshall filminin liberal çıkmazı, bize "tamam ama Mila Kunis'i bulamazsak ne olacak? Mutsuzluktan ölecek miyiz?" sorusunun cevabını vermemesidir. O illa bir tanrıça bulup sizi mutlu etme peşindedir. Ama insanların mutlu olma, başarılı olma, hayattaki yerini bulmada hayatın hiçbir döneminde sorunları olmadı ki. Prensini bulan buldu, başarılı olan oldu, zengin olan oldu; ya olmayanlar? Liberalizm hiç bu konularla ilgilenmez. Siz kahvenizi için, düşünmeyin, Afrika'daki çocuklara para gidiyor derler. Komşumuzu sevmede sorun yaşamayız zaten, ta ki komşularımız karısını her gün döven orospu çocukları olmayana kadar. Evet, işimizde başarılı da oluruz, ta ki kovulana kadar. Öbür tarafla ilgilenen kimse olmaz. Kimseyi bulamazsınız. Yalnız kalırsınız. Mutsuz olursunuz. Parkinson hastası bir karınız vardır, ne yemek yiyebilir, ne banyo yapabilir, ne tuvalete gidebilir. Hayatınızı bu "şeyle" geçirmek zorunda kalırsınız. Kendinizi yalnız hissetmemek için duygudaş birine ihtiyacınız vardır, parkinson hastası bir kadınla ona aşık bir erkeğin hikayesini görünce heyecanlanırsınız (Love and Other Drugs), ama film çiftler gençken ve sevişirken biter. Mesaj aynıdır: aşk kazanır, çiftler hep mutlu olur. İşte bu mutluluk aslında bizi kahretmek için yapılmış bir oyundur.
Bugünün kuralları "ötekini anlamaya çalışma", "başaramayabilirsin" şeklinde yeniden yazılmalıdır. İnsanlara sürekli pozitif mesajlar vermek paradoksal olarak onları sürekli üzmekten başka anlama gelmez. Kız arkadaşın olmayabilir, evin olmayabilir, işin olmayabilir; bunlarla baş etmeyi bilmen gerekir. Bazen başarabilirsin, ama hayatta sadece başaranlar yoktur. Hayatta herkes hep beraber iç içe yaşar. Herkesi sevmek zorunda değilsin. Kimseye -zorla- saygı duymak zorunda değilsin. Az Seçilen Yol'un ilk cümlesi tüm evrenin özetidir ve "yes you can" yerine bu cümleyle insanlar tanıştırılmalıdır. "Hayat zordur" beyler bayanlar. Hayatın nasıl güzel olacağıyla ilgili herkesin fikri vardır, ama hayatın zorluğuyla uğraşmaya gelince hep "üzülme geçer", "sık dişini" gibi şeyler söyleyip seni yalnız bırakırlar.
Sevgilinden ayrılmış, mutsuz bir adamı mutlu etmenin yolu, aynı durumda bulunan karakterin Adriana Lima'yla evlendiği bir film yapmaktan geçmez. Tam tersine, mutsuz, kız arkadaşı olmayan ve ne olacağı da belli olmayan, ucu açık bir finalle biten bir film, mutlu eder aslında adamı. Çünkü adam o karakterin kendisi gibi olduğunu bilir ve kendisine mutlu ol veya mutsuz ol mesajı verilmemiştir. Kendisine hayat sunulmuştur. İşte bu açıdan Cast Away, tüm sinema tarihinin en mükemmel 'olduğu gibi olan' büyüme hikayelerinden biridir. Cast Away'de insan, sadece Chuck gibi insan olduğunu ve hayatın önüne serili olduğunu görür. Bir insana verilecek en güzel mesaj (batı metafiziğinin ve liberalizmin aksine) hiçbir mesaj vermemektir. Tıpkı Cast Away'de olduğu gibi, çünkü, hiçbir mesaj vermemek aslında en büyük mesajdır.23 ağustos 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder