Bu Blogda Ara

26 Mayıs 2013 Pazar

bir idolojik aygıt olarak öğrenciler...

Bir keresinde, ortaokula gittiğim bir zaman, derslerin iptal edildiği duyurulmuştu. Biz çocuklar görevimizi yerine getirip çılgınlar gibi sevinmiştik ama bir taraftan da eve gidemeyeceğimiz söylenmişti. Derken sınıfta belli bir süre bekledik, sonra bizi okulun bahçesine çıkardılar ve sıraya dizdiler. Saatler boyunca hangimizin uzun hangimizin kısa olduğunu keşfedip göze hoş gelen bir sıra yapmayı istiyorlardı sanırım. Tüm okulun binlerce öğrencisi bu şekilde boy sırasına sokulduktan sonra, hepimizi tek sıra halinde okulun dışına çıkardılar. Okulumuz bir anayola bakıyordu. Tüm okul karşıya geçtik ve yüzümüzü anayola dönüp okul bahçesinde olduğu gibi boy sırasını düzgünce uygulayarak, yan yana, boncuk gibi kaldırım boyunca sıralandık. Kaç öğrenciydik bilmiyorum ama gökyüzünde süzülen bir uçaktaki yolcu aşağıya baksa minik bir Çin seddi gibi görebilirdi belki bizi. Önümüzden geçip giden arabaların içindekiler, biz mavi mavi giyinmiş çocuklara şaşırarak, sevinerek, gülerek bakıyor, kimi el sallıyor, kimi korna çalıyordu. Biz de sadece ders yapmadığımız için –sadece bu yüzden- çok seviniyorduk. Ama bir taraftan da artık canımız sıkılmaya başlamıştı çünkü hava soğuktu ve üşüyorduk. Montlarımızı giymek için izin istiyor ama ret cevabı alıyorduk. Hayatta hiçbir şeyi sorgulamamak için yetiştirildiğimiz için birimiz bile ne yaptığımızı düşünmüyorduk. Tüm olanlar sadece bize ‘ders dışı’ bir eğlence gibi geliyordu. Oysa o gün, o kadar uzun bir süre yemek yemeden ve sadece üzerimizde önlükle, saatlerce, sonsuza kadar sürecekmiş kadar uzun saatlerce Godot’yu beklermiş gibi bekledik. Çömelemiyorduk, çünkü hocalar kızıyordu. Herhalde o dönem Yahudilere neler yapıldığını bilseydim bize yapılanları neye benzeteceğimi de bilirdim. Tanrım, neyi bekliyorduk böyle? Sonra birden İsa-Mesih geliverdi Allahtan. Hepimizin eline küçük birer Türk bayrağı tutuşturuldu ve bize hem ellerimizi hem de bayrağı sağlamamız söylendi. Bu beklemenin bittiğini belirtecek bir işaret olduğu için son bir gayretle geçip giden arabalara el sallamaya başladık. Ve nihayet, asıl muhatabımız, diğerlerinden farklı olduğunu belirterek göründü. Bir sürü yanıp sönen ışığı, içini göstermeyen camları ve kaporta önlerindeki küçük bayraklarıyla siyah siyah arabalar büyük bir hızla önümüzden geçti gitti. Makam arabasının ne olduğunu bilmiyorduk tabii, ne olup bittiğini de anlamıyorduk; sadece bunca saat boyunca bu arabalar için beklediğimizin ayırdına vardık birden. Ben sonradan o gün oradan geçenin, o zamanın başbakanı Mesut Yılmaz olduğunu anladım. O ‘dünyada’ neler dönüyordu bilmiyorum ama biz o adamın bizi sadece bir saniye görmesi için yıllar boyunca beklemiştik. O adam arabasının camından dışarı baktığında mavi mavi dizilmiş göze hoş gelen objeler olmuştuk. Eğitim almak için gittiğimiz hocalar bizi, soğuktan donarken tespih tanesi gibi dizip, o arabanın içindeki adamın göz zevkine indirgemişti. Murat Belge’nin “Tarihten Güncelliğe” kitabında Mao’dan bahsederken verdiği bir örnek vardır. Stadyumu dolduran Çinlilerin her birinin elinde metalden veya plastikten (her neyse) bir kare oluyor, zamanı geldiğinde-işaret edildiğinde herkes elindeki kareyi havaya kaldırıyor. Her bir bireyin elinde tuttuğu kare kendi başına hiçbir anlam taşımıyorken, uzaktan bakıldığında tüm bu karelerin toplamından büyük bir Mao portesi çıkıyor. Kendisi için saatlerce beklediğimiz ve ip gibi dizildiğimiz o yüksek makamlı adam için “bir” kişinin hiçbir anlamı yoktu. Arabayla önümüzden geçip giderken zaten sadece bir saniye görecekti bizi, bu bir saniyeyi dakikaya çıkarabilmek içinse en iyi yöntem bireyselliğimizden çıkmamızdı. Eğitim sisteminin ne olduğuna ve biz çocuklara neler yaptırdığına bundan daha iyi bir örnek düşünemiyorum ben. O gün, çocuk aklımla orada olanlardan sadece nefret etmiştim ama hiçbir şeyi hatırlayamayan belleğimin bunu depolaması benim için dönüm noktalarından biri olmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder