Bir keresinde, ortaokula
gittiğim bir zaman, derslerin iptal edildiği duyurulmuştu. Biz çocuklar
görevimizi yerine getirip çılgınlar gibi sevinmiştik ama bir taraftan da eve
gidemeyeceğimiz söylenmişti. Derken sınıfta belli bir süre bekledik, sonra bizi
okulun bahçesine çıkardılar ve sıraya dizdiler. Saatler boyunca hangimizin uzun
hangimizin kısa olduğunu keşfedip göze hoş gelen bir sıra yapmayı istiyorlardı
sanırım. Tüm okulun binlerce öğrencisi bu şekilde boy sırasına sokulduktan
sonra, hepimizi tek sıra halinde okulun dışına çıkardılar. Okulumuz bir anayola
bakıyordu. Tüm okul karşıya geçtik ve yüzümüzü anayola dönüp okul bahçesinde
olduğu gibi boy sırasını düzgünce uygulayarak, yan yana, boncuk gibi kaldırım
boyunca sıralandık. Kaç öğrenciydik bilmiyorum ama gökyüzünde süzülen bir
uçaktaki yolcu aşağıya baksa minik bir Çin seddi gibi görebilirdi belki bizi.
Önümüzden geçip giden arabaların içindekiler, biz mavi mavi giyinmiş çocuklara
şaşırarak, sevinerek, gülerek bakıyor, kimi el sallıyor, kimi korna çalıyordu.
Biz de sadece ders yapmadığımız için –sadece bu yüzden- çok seviniyorduk. Ama
bir taraftan da artık canımız sıkılmaya başlamıştı çünkü hava soğuktu ve
üşüyorduk. Montlarımızı giymek için izin istiyor ama ret cevabı alıyorduk.
Hayatta hiçbir şeyi sorgulamamak için yetiştirildiğimiz için birimiz bile ne
yaptığımızı düşünmüyorduk. Tüm olanlar sadece bize ‘ders dışı’ bir eğlence gibi
geliyordu. Oysa o gün, o kadar uzun bir süre yemek yemeden ve sadece üzerimizde
önlükle, saatlerce, sonsuza kadar sürecekmiş kadar uzun saatlerce Godot’yu
beklermiş gibi bekledik. Çömelemiyorduk, çünkü hocalar kızıyordu. Herhalde o
dönem Yahudilere neler yapıldığını bilseydim bize yapılanları neye
benzeteceğimi de bilirdim. Tanrım, neyi bekliyorduk böyle? Sonra birden İsa-Mesih
geliverdi Allahtan. Hepimizin eline küçük birer Türk bayrağı tutuşturuldu ve
bize hem ellerimizi hem de bayrağı sağlamamız söylendi. Bu beklemenin bittiğini
belirtecek bir işaret olduğu için son bir gayretle geçip giden arabalara el
sallamaya başladık. Ve nihayet, asıl muhatabımız, diğerlerinden farklı olduğunu
belirterek göründü. Bir sürü yanıp sönen ışığı, içini göstermeyen camları ve
kaporta önlerindeki küçük bayraklarıyla siyah siyah arabalar büyük bir hızla
önümüzden geçti gitti. Makam arabasının ne olduğunu bilmiyorduk tabii, ne olup
bittiğini de anlamıyorduk; sadece bunca saat boyunca bu arabalar için
beklediğimizin ayırdına vardık birden. Ben sonradan o gün oradan geçenin, o
zamanın başbakanı Mesut Yılmaz olduğunu anladım. O ‘dünyada’ neler dönüyordu
bilmiyorum ama biz o adamın bizi sadece bir saniye görmesi için yıllar boyunca
beklemiştik. O adam arabasının camından dışarı baktığında mavi mavi dizilmiş
göze hoş gelen objeler olmuştuk. Eğitim almak için gittiğimiz hocalar bizi,
soğuktan donarken tespih tanesi gibi dizip, o arabanın içindeki adamın göz
zevkine indirgemişti. Murat Belge’nin “Tarihten Güncelliğe” kitabında Mao’dan
bahsederken verdiği bir örnek vardır. Stadyumu dolduran Çinlilerin her birinin
elinde metalden veya plastikten (her neyse) bir kare oluyor, zamanı
geldiğinde-işaret edildiğinde herkes elindeki kareyi havaya kaldırıyor. Her bir
bireyin elinde tuttuğu kare kendi başına hiçbir anlam taşımıyorken, uzaktan
bakıldığında tüm bu karelerin toplamından büyük bir Mao portesi çıkıyor.
Kendisi için saatlerce beklediğimiz ve ip gibi dizildiğimiz o yüksek makamlı
adam için “bir” kişinin hiçbir anlamı yoktu. Arabayla önümüzden geçip giderken
zaten sadece bir saniye görecekti bizi, bu bir saniyeyi dakikaya çıkarabilmek
içinse en iyi yöntem bireyselliğimizden çıkmamızdı. Eğitim sisteminin ne
olduğuna ve biz çocuklara neler yaptırdığına bundan daha iyi bir örnek
düşünemiyorum ben. O gün, çocuk aklımla orada olanlardan sadece nefret etmiştim
ama hiçbir şeyi hatırlayamayan belleğimin bunu depolaması benim için dönüm
noktalarından biri olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder