Maslow piramidinin en altında fizyolojik ihtiyaçlar bulunur. Bunlar kısaca yeme, içme, uyuma ve sevişmedir. Seks yapmak, insanın temel davranış özelliklerinden biridir. Davranış psikologlarına göre, insanların gelişim sürecinde, içine girdikleri her dönem, gerçekleştirmeleri gereken görevleri vardır. Bu görevler, o dönem içerisinde ne kadar layıkıyla gerçekleştirilirse, kişinin gelişimi de o kadar yerinde ve “normal” olur. Bu görevlerin gerçekleştirilemeyişi kişilerin gelişimine büyük sekte vurur, onların ego bütünlüğüne ulaşmasını engeller. Örneğin Erikson,
Politika, sinema, popüler kültür vb. konular hakkındaki fikirlerimin bulunduğu bir blog sitesidir.
Bu Blogda Ara
21 Temmuz 2012 Cumartesi
cennet neden hiç var olmadı?
Bize şöyle bir mit anlatılır: ta en başında cennet diye bir yer vardı. Burası güllük gülistanlık, mis gibi bir yerdi. Hiçbir kötülüğün, kötü niyetin dahi olmadığı, hayvanların güle oynaya koşup oynadığı bir yerdi burası. Ne ölüm vardı, ne dışkılama vardı cennette. Kısacası, insanoğlunun şimdiye kadar yarattığı ve adına "kötü" dediği şeylerin hiçbiri barınmıyordu burada. Cennet, bu haliyle, koşulsuz ve kusursuz bir iyilikler-güzellikler-olumluluklar dünyasıydı. Sonra Adem ve Havva, ama özellikle Havva, Tanrı'nın koyduğu bir kuralı çiğneyerek bu olağanüstü düzenden ayrılmakla cezalandırıldılar. Düzenin ve kayıtsız şartsız sevginin bağrından; kaousun ve ölümün diyarı dünyaya sürüldüler.
Dindarlar bu mite inanırlar. Dinsizlerse inanmazlar. Cennetin gerçekte var olmadığını anlatmaya kalktıklarında verdikleri argümanlar rasyonelizm veya mantık üzerine kuruludur. Bu disiplinlerle açıklandığında gerçekten bu mitte gedikler bulmak kolaylaşır. Tanrı'nın "sakın şundan yemeyin" diyerek gelmiş geçmiş en ahmakça sınavı uygulaması, çiftin konuşan bir yılana kanması, kalınan bu sınavın Tanrı'nın gözünde inanılmaz büyük bir değere sahip olması vb. şeyler, bunun yaratılan bir mit olduğunu, üstelik kötü yazılmış bir mit olduğunu bize söyler.
Oysa cennet diye bir yerin var olmadığını ve insanlığın hiç oradan dünyaya düşmediğini anlatabilmek için kullanılan bu yöntemler, ister istemez "cennet" referans alınarak yapılır. Yani cennetin var olmadığını kanıtlama çabası yine cennet kurgusunun içinden kotarılmaktadır ve bu yöntem ister istemez cennetin var olabileceği anlamına da gelir. Cennet diye bir yerin var olmadığını anlatmak için kurduğumuz her bir cümle, aslında "cennet" mitinin "kötü yazılmış bir kurgu" olduğunu kanıtlamak içindir. Kanıtlanmaya çalışılan cennetin yokluğu değil, cennet mitinin kötü kurgusudur. Eğer bu mit daha sofistike ve daha akıllıca yazılmış olsaydı o zaman buna "mit" demekten vazgeçerdik. Demek ki cennetin var olmadığını cennetin içinden açıklamaya çalışmak, ister istemez onun var olduğunu da (siz fark etmeseniz de) açıklamak anlamına gelecektir. Burada başka bir disiplin, örneğin yapı sökümünü kullanmak bize iyi bir rehber olabilir. Örnek vermeye çalışalım:
Cennet diye bildiğimiz yerin en temel özelliği kötülüğün olmaması... Ne demek bu? Bunda anlatılmak istenen şey sınırsız ve sonsuzca mutluluk hali... Diyelim bu sınav yapılana kadar aslında Adem ve Havva için her şey güzel gidiyordu; kıskançlık, utanma, ikiyüzlülük, yalan, üzüntü vb. duygular yoktu. Hayvanlar birbirlerini öldürmüyorlardı bile. Sorumluluk duygusu, aşk, etik, eğlence anlayışı gibi kavramlar da yoktu. Sadece mutluluğun olduğu bir dünya hayal edin. Elbette cennette dil de yoktu. Anlam dille lekelenmemiş, dil bir kafese dönüşmemişti. Görüldüğü gibi, böyle bakınca cennet hayli sıkıcı bir yer olarak görünebilir; oysa cennette sıkıntı da yoktu. Çocukken bana anlatılan cennet tasvirlerini anımsıyorum: "cennette gözünü kapatacaksın, neyi istiyorsan hayal edeceksin ve gözünü açtığında 'höt' diye karşında belirecek!" Her şeyin gerçekleştiği (ama iyi şeylerin gerçekleştiği), zorluğun filan olmadığı bir çeşit afyon hali.
İşte bu güzel yerde bu iki insan tatlı tatlı geçinirken Tanrı onları denemeye karar verdi. "Bakalım onlar için yarattığım bu güzel yeri hak ediyorlar mı?" Onlara "şu ağaçtan yemeyin" dedi ve gitti. Ama zaten cennette kurallar, emirler yoktur. Eğer Âdem ve Havva o ağaçtan yiyip yememeye karar verebiliyorduysa (iradeleri varsa) o zaman orası cennet değil bizzat dünyanın kendisidir. Çünkü cennette karar verebilme yeteneği yoktur. Bu mantığa göre Tanrı, Adem ve Havva'ya "şu ağaçtan yemeyin" demiş olamaz! Bu cümle bizzat cennetin varlığını anlamsız hale getirmektedir. Cennet kavramı kendi içinde paradoks taşır. Yaratılan metin kendi kendini, daha inşa ederken yok etmiş olur. Paradokstan kaçınabileceğimiz bir cennet yaratma şansımız da hiç olamayacaktır. Çünkü "şunu yemeyin" dendiği anda artık cennette değil dünyadayızdır. Cennetin varlığı kanıtlanacaksa dünyanın varlığı reddedilmiş olur. İşte bu nedenden dolayı cennet hiç var olmadı.
Dindarlar bu mite inanırlar. Dinsizlerse inanmazlar. Cennetin gerçekte var olmadığını anlatmaya kalktıklarında verdikleri argümanlar rasyonelizm veya mantık üzerine kuruludur. Bu disiplinlerle açıklandığında gerçekten bu mitte gedikler bulmak kolaylaşır. Tanrı'nın "sakın şundan yemeyin" diyerek gelmiş geçmiş en ahmakça sınavı uygulaması, çiftin konuşan bir yılana kanması, kalınan bu sınavın Tanrı'nın gözünde inanılmaz büyük bir değere sahip olması vb. şeyler, bunun yaratılan bir mit olduğunu, üstelik kötü yazılmış bir mit olduğunu bize söyler.
Oysa cennet diye bir yerin var olmadığını ve insanlığın hiç oradan dünyaya düşmediğini anlatabilmek için kullanılan bu yöntemler, ister istemez "cennet" referans alınarak yapılır. Yani cennetin var olmadığını kanıtlama çabası yine cennet kurgusunun içinden kotarılmaktadır ve bu yöntem ister istemez cennetin var olabileceği anlamına da gelir. Cennet diye bir yerin var olmadığını anlatmak için kurduğumuz her bir cümle, aslında "cennet" mitinin "kötü yazılmış bir kurgu" olduğunu kanıtlamak içindir. Kanıtlanmaya çalışılan cennetin yokluğu değil, cennet mitinin kötü kurgusudur. Eğer bu mit daha sofistike ve daha akıllıca yazılmış olsaydı o zaman buna "mit" demekten vazgeçerdik. Demek ki cennetin var olmadığını cennetin içinden açıklamaya çalışmak, ister istemez onun var olduğunu da (siz fark etmeseniz de) açıklamak anlamına gelecektir. Burada başka bir disiplin, örneğin yapı sökümünü kullanmak bize iyi bir rehber olabilir. Örnek vermeye çalışalım:
Cennet diye bildiğimiz yerin en temel özelliği kötülüğün olmaması... Ne demek bu? Bunda anlatılmak istenen şey sınırsız ve sonsuzca mutluluk hali... Diyelim bu sınav yapılana kadar aslında Adem ve Havva için her şey güzel gidiyordu; kıskançlık, utanma, ikiyüzlülük, yalan, üzüntü vb. duygular yoktu. Hayvanlar birbirlerini öldürmüyorlardı bile. Sorumluluk duygusu, aşk, etik, eğlence anlayışı gibi kavramlar da yoktu. Sadece mutluluğun olduğu bir dünya hayal edin. Elbette cennette dil de yoktu. Anlam dille lekelenmemiş, dil bir kafese dönüşmemişti. Görüldüğü gibi, böyle bakınca cennet hayli sıkıcı bir yer olarak görünebilir; oysa cennette sıkıntı da yoktu. Çocukken bana anlatılan cennet tasvirlerini anımsıyorum: "cennette gözünü kapatacaksın, neyi istiyorsan hayal edeceksin ve gözünü açtığında 'höt' diye karşında belirecek!" Her şeyin gerçekleştiği (ama iyi şeylerin gerçekleştiği), zorluğun filan olmadığı bir çeşit afyon hali.
İşte bu güzel yerde bu iki insan tatlı tatlı geçinirken Tanrı onları denemeye karar verdi. "Bakalım onlar için yarattığım bu güzel yeri hak ediyorlar mı?" Onlara "şu ağaçtan yemeyin" dedi ve gitti. Ama zaten cennette kurallar, emirler yoktur. Eğer Âdem ve Havva o ağaçtan yiyip yememeye karar verebiliyorduysa (iradeleri varsa) o zaman orası cennet değil bizzat dünyanın kendisidir. Çünkü cennette karar verebilme yeteneği yoktur. Bu mantığa göre Tanrı, Adem ve Havva'ya "şu ağaçtan yemeyin" demiş olamaz! Bu cümle bizzat cennetin varlığını anlamsız hale getirmektedir. Cennet kavramı kendi içinde paradoks taşır. Yaratılan metin kendi kendini, daha inşa ederken yok etmiş olur. Paradokstan kaçınabileceğimiz bir cennet yaratma şansımız da hiç olamayacaktır. Çünkü "şunu yemeyin" dendiği anda artık cennette değil dünyadayızdır. Cennetin varlığı kanıtlanacaksa dünyanın varlığı reddedilmiş olur. İşte bu nedenden dolayı cennet hiç var olmadı.
"çok güzelsin" demek neden saçmadır?
Dört çeşit olay örgüsünden gideceğim ve dördünü de analiz etmeye çalışacağım.
1. Güzel kadına güzel denmesi
2. Güzel kadına çirkin denmesi
3. Çirkin kadına çirkin denmesi
4. Çirkin kadına güzel denmesi
1. Erkek kadına bakıp “ne kadar güzelsin” der. Kadının suratında bu iltifattan ne kadar etkilendiğini belli eden bir gülümseme belirir. Bu cümle, çok mutlu eder onu. Bir kadına, ona güzel şeyler söylemeye, onu mutlu etmeye karar vermiş birinin ona en basitinden çok güzel olduğunu söylemesi; en temelde en az risk alan, içinde hiçbir zekâ pırıltısı taşımayan, son derece çocukça bir davranıştır aslında. Bir kadına güzel olduğunun söylenmesinin kötü bir şey olduğunu iddia edecek değilim ama bence bir kadına yapılacak en donanımı düşük iltifattır bu...
hayallerimizin bir sınırı var mıdır?
Ailecek bir film izliyoruz. Televizyonda, önemli bir sahnede, kötü adam; çantasını masanın üzerine koyup, usulca açıyor ve içindeki paraları bize gösteriyor. Deste deste paraların bize görünmesinden sonra annem şöyle bir cümle kuruyor: “Şu paralardan iki deste de bize verseler keşke.” Peki, neden annem paranın tamamını istemiyor? Neden, “şu çanta keşke bizim olsa” demiyor da, gayet mütevazı davranıp iki desteye kadar düşüyor? Hayal kurma yeteneğinden yoksun olduğundan mı? Elbette hayır, tam tersine hayal kurma yeteneğine sahip olduğu için. Hayallerimiz sınırsızca kurabileceğimiz, ucu bucağı olmayan şeyler mi? Hem öyle, hem değil.
doğru yalan söyleme sanatı...
yalan doğru söyleme sanatı...
Milan Kundera’nın “Kimlik” isimli romanında Chantal ve Jean-Marc arasındaki ilişki anlatılıyor. Bu çiftin ilişkileri eskisi gibi değil, yıpranmaya başlayan bir ilişkileri var. Chantal, zaman içerisinde kendisini çekici bulmaktan uzaklaşıyor ve erkeklerin eskisi gibi kendisine bakmadıklarını gözlemliyor. Bunu sevgilisi Jean-Marc’a da anlatıyor. Derken, posta kutusunda isimsiz (daha doğrusu sahte isimli) bir mektup buluyor. Bu mektupta kendisini çok beğenen bir adamın onun güzelliğini tasvir edişi yer alıyor. Sonra bu mektuplar birikiyor. Chantal bu mektuplardan Jean-Marc’a hiç bahsetmiyor ama bir taraftan da bu gizli hayranın kim olduğunu araştırmaya başlıyor. Bir noktada mektuptaki yazıyı kontrol ediyor ve bunun aslında sevgilisi Jean-Marc olabileceğine dair bir fikir beliriyor kafasında. Mektuptaki el yazısı ama elbette Jean-Marc’ın el yazısına hiç benzemiyor. “Jean-Marc’ın el yazısı hafifçe sağa yatıktır, harfleri de küçük yazar; oysa yabancının mektuplarındaki yazı sola yatık, harfler de iri.” Demek ki bu yazı sevgilisine ait değil. Peki ya sevgilisi, kendisinden şüphe edileceğini bildiği için bizzat el yazısını değiştirdiyse? Chantal o zaman şu karara varıyor: “ne var ki onu bu yutturmacada ele veren, aslında iki yazı arasındaki belirgin fark.” Yani Jean-Marc’ın oyununun bozulmasının nedeni, yalanını doğrunun tam uç noktasında söyleyerek kurması. Kendi el yazması sağa yatık ve harfleri küçük, ona benzemeyen bir el yazısını yaratmak içinse sola yatık ve büyük harf kullanmış. O zaman şunu söyleyebiliriz: Her bir yalan gerçeğe gönderme yapar. Gerçeklikten kurtulmak için yarattığınız fantezi dünyanız size gerçeklik olarak geri döner. Şimdi duruma yakından bakalım:
kategorik olarak "ahlaklı" olmak ahlaksızlıktır.
İki kız kardeş var. Büyük olan çok çirkin, küçük olan çok güzel... Yıllar boyunca, bu güzellik ve çirkinlik aralarında hep belli bir mesafenin var olmasına neden olmuş. Güzel olan hep sevilmiş, ilgi görmüş, erkekler onun peşinden koşmuş; çirkin olan dışlanmış, suratına bakan olmamış, yalnızlığa mahkûm olmuş. Şimdi, şöyle bir sahne hayal edin. Bir gün bir balo yapılacak ve bu iki kardeş bu baloya davetli. Güzel olan bundan memnun, gitmek için sabırsız, hazırlıklara başlamayı dört gözle bekliyor. Çirkin olan kayıtsızlık bir yana huzursuz, böyle bir şeyin varlığından bile şikâyetçi, onun için tüm balolar kalksa yeri… Sonra güzel olan, elinde göz alıcı bir tuvaletle gelip ablasına “ablacım, balo için bu tuvalet sana uygun mu, bir dene istersen” diyor. Abla baloya gitmek istemediğini söylüyor. Kardeşi ısrar ediyor. Abla sözünden dönmüyor, kardeş ısrar etmeye devam ediyor ve soruyor: “neden gelmiyorsun?” Ablanın cevabı malum: “çünkü çirkinim, benim gibi çirkin bir kadının baloda ne işi var?” Kardeş cevaplıyor: “Öyle deme abla, sen çok hoş bir kadınsın.”
neden küfür ederiz?
Küfür nedir? Neden küfür ederiz? Her zamanki bakış açısıyla gidelim: tarihin ilk küfrünü kim etti acaba? Ya da bunun küfür olduğuna insanlar ne zaman karar verdiler? Küfür dendiğinde “toplum içinde söylenmemesi gereken söz” gibi bir şey anlıyorum ben. Yani söylenmesi yasaklanmış bir kelime var ve siz o kelimeyi söylediğinizde size kızılıyor veya bir yaptırım uygulanıyor. İlk ‘söylenmemesi gereken söz’ neydi acaba? Neyle ilgiliydi? Toplum, toplum olmadan önce söylenen ve yapılan birçok şey ‘özgürce’ yapılıyor olduğundan ve henüz yasaklar konulmadığından, bugün küfür olduğu kabul edilen birçok şey o zaman muhtemelen bir anlam taşımıyor veya normal bir anlam taşıyordu. Fakat toplum, toplum olmaya karar verdikten hemen sonra kurallar ve yasaklar baş gösterdi ve daha dün söylendiğinde hiçbir sakıncası olmayan sözler birden insanlar arasında gerginliklerin yaşanmasına neden oldu. Küfrün, hakaretin mantığını anlamaya çalışarak gidelim.
osuruğa neden gülüyoruz?
Biz insanlar belli başlı şeylerden hoşlanmıyoruz. Hoşlanmadığımızı bilmemiz aslında hoşlanmadığımız bu şeyleri düzeltmek için bize sunulan bir nimet, ama bu hoşlanmadığımız şeyleri düzeltmek için çabaladığımızda bunun hiç de kolay olmadığını anlıyoruz. Sorunlarımız öyle iki denemeyle halledilebilecek şeyler olmayınca onları halletmemeyi tercih ediyoruz. Peki, sorunlarımızı halletmediğimizde, bu sorunun çözümü haline geliyor mu? Gelmiyor elbette. O zaman nasıl çıkıyoruz bu işin içinden? Sorunlarımız yokmuş gibi davranarak. Sorunlarımız yokmuş gibi davrandığımızda artık sorunlarımız bize zarar vermekten çıkıyor mu? Cevap koca bir hayır, ama ya hemen herkes sorunları yokmuş gibi davranmayı öğrenirse? Ya bizim de sorunlarımızın olduğunu bildiğimiz için; karşıdaki kişiye sorunları söylenirse, o da bize kendi sorunlarımızı söyler diye, hiç sorun yokmuş gibi davranmaya başlarsak? Tahmin ettiğiniz gibi toplum bir üç maymunu oynama performans sanatına dönüşmüş oluyor böylece. Kimseye “gerçek” fikirlerimizi, karşıdaki kişi rencide olur diye, söylememeye başlıyoruz. Ortaya çıkan bu dünya, insanların karşılıklı birbirlerini övüp durduğu, sevdiği, beğendiği, gülümsediği, güzel cümle kurduğu bir dünyaya tekabül ediyor. Kimse kötü bir şey söyleyip zor durumda kalmak istemiyor. Maskelerle gezen ve gerçek fikirlerini, toplumdan bağımsız kendi evlerimizde söyler hale gelen insan toplulukları oluyoruz. İşte herkesin birbirine gülüp gerçek fikirlerini söylemediği ve bol övgülerle dolu olan bu duruma biz kısaca “sistem” adını veriyoruz.
sevdiğimize neden çiçek alırız?
Erkek kadına bir sürpriz hazırlar. Kadın oteline dönüğünde, odasında yüzlerce kırmızı gülle karşılaşır. O güllere bakıp erkeği düşünür. Ona olan aşkı akıl almaz derecede artmıştır. Peki, bir kadına neden çiçek hediye edilir? Tarihin hangi anında erkekler aşklarını belirtmek için kadınlara çiçek hediye etmeye başladılar? Bunun belli bir işlevi olmaksızın kendiliğinden olduğuna inanıyorsanız sizi çok naif bulduğumu söyleyebilirim. Yani, mağara adamı kadınına çiçek götürüyor muydu? Pek muhtemel böyle bir şey olmuyordu, ama çiçek yerine belki ona böğürtlen götürüyordu, hele kadın böğürtlenlere bayılıyorsa o zaman böğürtleni her zaman da götürmüyordu belki. Özel bir zamanda, özel bir anda, bir çeşit kurtarıcı olarak kullanıyordu böğürtleni. Kadın delirip de ceylanın derisini yüzmeyi reddettiğinde erkek bir çırpıda böğürtlenleri çıkarıyor ve kadın bu jeste karşılık ceylanın derisini yüzüp, akşam yemeğini pişiriyordu. Yani her bir nesnenin, her bir hediye diyebileceğimiz nesnelerin bir işlevi, bir anlamı vardı. Düşünsenize, kadın kızıp sevişmeyeceğini söylediğinde, erkek kadının gönlünü almak için yerden topladığı taş parçacıklarını kadına veriyor. Kadın taşlara bakıyor, duygulanıyor ve bir sevişme başlıyor. Böyle bir şey yok değil mi? Ama çiçeğin taştan ne farkı var? Yani hoş görünmesi, kokması filan dışında, işlevsel olarak bir anlamı yok değil mi? Yukarıdaki böğürtlen örneğini düşününce kadının bir menekşeye böğürtlenden daha az ilgi göstereceği kesin. Demek ki çiçeğin işlevi, ona verdiğimiz ‘işlevsellikte’ gizli. Bunu ayrıntıyla anlatmaya çalışalım.
oyun ve gerçeklik aynı şey midir?
Oyun (süper-ego), gerçekliğin (id) kendisiyse, neden hâlâ oyun var?
Dün arkadaşım aradı beni. Kırk yılda bir aradığı için konuya girmekte gayet zorluk çekti. Kırk yılda bir aradığı derken sakın yanlış anlaşılmasın, ben insanların birbirlerini kırk yılda bir aramalarını gayet makul ve mantıklı karşılayan biriyim, hatta bunu savunuyorum bile. Öbür türlü, hayat ne kadar anlamsız ve çekilmez olurdu bir düşünsenize. Oysa kırk yılda bir arandığınızda, karşıdaki tarafın “kırk yılda bir aramak” derdinden mustarip olduğunu bildiğiniz için, siz de “kırk yılda bir aranan” moduna geçersiniz. Siz hâlbuki o zamana kadar “kırk yılda bir kez bile arayan” kişi olmamışsınızdır tıpkı karşınızdaki gibi. Aslında bozuk paranın iki yüzü gibisinizdir. Yani ne arkadaşım beni aradı şimdiye kadar ne de ben onu. Ama kırk yılda bir arkadaşım beni dün aradığında golü kalesine yemesi gereken ben olmama rağmen, mahcup duruma düşen nasıl oluyorsa o oluyor. Çünkü o zamana kadar hiç ben aramamışken arkadaşım beni ilk kez aramış oluyor. Peki, neden –buna rağmen- o mahcup olabiliyor?
Dün arkadaşım aradı beni. Kırk yılda bir aradığı için konuya girmekte gayet zorluk çekti. Kırk yılda bir aradığı derken sakın yanlış anlaşılmasın, ben insanların birbirlerini kırk yılda bir aramalarını gayet makul ve mantıklı karşılayan biriyim, hatta bunu savunuyorum bile. Öbür türlü, hayat ne kadar anlamsız ve çekilmez olurdu bir düşünsenize. Oysa kırk yılda bir arandığınızda, karşıdaki tarafın “kırk yılda bir aramak” derdinden mustarip olduğunu bildiğiniz için, siz de “kırk yılda bir aranan” moduna geçersiniz. Siz hâlbuki o zamana kadar “kırk yılda bir kez bile arayan” kişi olmamışsınızdır tıpkı karşınızdaki gibi. Aslında bozuk paranın iki yüzü gibisinizdir. Yani ne arkadaşım beni aradı şimdiye kadar ne de ben onu. Ama kırk yılda bir arkadaşım beni dün aradığında golü kalesine yemesi gereken ben olmama rağmen, mahcup duruma düşen nasıl oluyorsa o oluyor. Çünkü o zamana kadar hiç ben aramamışken arkadaşım beni ilk kez aramış oluyor. Peki, neden –buna rağmen- o mahcup olabiliyor?
ötekini neden anlayalım?
Bugün Comte’un üç hal yasasının arkaikleştiğinin farkındayız. Comte, insanlığın en son geldiği yerin “pozitivizm” olduğunu söylüyor ve bunun zaten varılacak olan yer olduğunu belirtiyordu. Dünyayı, “olduğu gibi” görmemizi engelleyen dönemler geride kalmıştı. Gerçek gerçek, insanlığın ulaştığı son noktada artık bize görünecek ve böylece gerçeği olduğu gibi/ saf haliyle gören insanlık her geçen süre içerisinde ilerleyecekti. Her nasılsa, hemen her düşünür, kendisinden önceki gerçeği görenlerin aslında gerçeği görmediğini; ama asıl gerçeği görenin kendisi olduğunu (ve bunun içindeki dönemde gerçekleşeceğini) iddia etmişti (belki Hegel, biraz daha akıllıca davranıp bunun zamanını bilemeyeceğini fark etmiş, gerçeği ve onun gerçekleşeceği zamanı soyut bir Tine, Tarihe postalayarak, işin içinden çıkmıştı). Herkesin bir gerçek gerçeği görme kapasitesi vardı ve herkes bu kapasitesine göre davrandığından, hayatı bir özne olarak o öznenin içinden okuyorlardı. Böyle olunca bir anda tüm dünyaya “uygarlık” geliyor ve dünya, o an, içinde bulunduğu zamanı geçmişinden ayırıyordu. Dinin, hayatı anlamlandırmak için yaratılmış bir kurgu olduğunu, o anda/ o zaman dilimi içerisinde anlayan bir filozof; kendisinin “burada olmanın” (presence) kendisine verdiği güçle ilerlediğini (progress) düşünüyordu. Yapılan her bir keşfin, bir öncekinden “daha” üstün olduğu inancı; hayatın şifrelerini/ gerçeği örten yanılsamaları yok ettiğimizi inandırmaya başladı bizlere. Antik Yunan’dan Marx’a ve oradan post-modernizme kadar bir sürü “inanç” böylece inşa edilip yok edildi. Ortaya ise Walter Benjamin’in söylediği gibi ilerlerken sırtını geçmişe dönmüş ve arkasında korkunç bir yıkıntı bırakmış bir “tarih meleği” çıktı.
özür dileyerek ahlaksız ve yalancı olunabilir...
Türk Dil Kurumu’nda özür; "bir kusurun, bir suçun, elde olmadan yapıldığını ileri sürme" olarak tanımlanıyor. Yani diyelim bilerek değil de küçük bir sakarlıkla elinizdeki dondurmayı arkadaşınızın gömleğinize bulaştırdığınızda, bunu bilerek yapmadığınızı gösterebilmek için özür dilemeniz gerekiyor. “Dondurmayı gömleğine bulaştırdığım için özür dilerim” demek “yanlışlıkla oldu” demek. Burada önemli olan nokta davranışın bilerek veya bilmeden yapılmasıyla ilgili... Eğer bilerek dondurmayı bulaştırırsanız burada özür, yani mazeret öne sürme şansınız da kalmıyor. Bilerek kötü bir davranış yaptıktan sonra bunu telafi etmek için kullanılan kelime özür değil, pişmanlık… “Çok pişmanım” dediğinizde “bilerek yaptım ama daha sonra yaptığım şeyden hiç de memnun olmadım” demek istiyorsunuz. Ayrımlar gayet basit ve anlamlı.
yasak ve sansür neden var?
Sansür Türk Dil Kurumu’nda şöyle açıklanmış: her türlü yayının önceden denetlenme işi, sıkı denetim. Burada önemli olan kelime denetleme değil, “önceden”… Bir şeyi size ulaştırıyorlar, diyelim bir mektup getiriyorlar, ama o mektup size gelmeden önce başkası tarafından denetlenmiş. Mektup, size geldikten sonra da denetlenebilir, ama bu denetleme işinin kendi içinde mantığını öldürür. Demek ki denetlemenin anlamlı olabilmesi için, denetlenecek olan şeyin, sahibine/ alıcısına ulaşmadan önce denetlenmesi gerekiyor. Aksi takdirde, okunulmaması gereken şeyleri alıcı okuyabilir. Okunulmaması gereken şeylerden anlaşılması gereken de denetleme işini yapanların bu işi sizin iyiliğiniz için yapıyor oluşudur. Sansürü koyanlar kısaca şu mesajı vermiş olurlar: “sizi, sizden daha çok önemsiyoruz.”
Sinema, gerçeklik ve fantezi...
Koca bir perdenin önünde durup perdenin bize yansıttığı sahte gerçekliği izliyoruz. Sinema ne yaparsa yapsın, içinden hiçbir zaman çıkamayacağı bir paradoksa sahip. Sinema sadece kurgu, sadece sahte... Sinemanın sahtelikten kurtulmasının tek yolu "canlı bir film" çekmek... Ne kadar gerçek hayattan hikâye de anlatsa, ne kadar belgesel olarak gerçek hayattaki bir şeyleri belgelemeye de çalışsa, her şey en sonunda "sinema" denilen bu sanatla var olmak zorunda kalıyor: yani sahtelikle. İtalyanlar "doğru söyleyen yalancıya inanılmaz" demişlerdi; sinema da ne kadar doğruyu söylerse söylesin, asla inanılmayacak olan bir yalancı ve bu paradokstan kurtulmasının şansı da yok.
levent yılmaz ve "kardeşlik totemi"...
Levent Yılmaz Taraf’ta
çıkan yazısında Hristiyanlığın temel dogmasından bahsettikten sonra “kardeşlik
totemini artık görmek istiyoruz” diyerek sonlandırmış yazısını. Nedir bu dogma?
İsa’nın mezarından dirildiğine inanmak… Çünkü İsa, etrafta kimse yokken,
mezarın başındaki nöbetçiler uyurken dirilmiştir ve buna hiç ama hiç kimse
tanıklık edememiştir. Bu, kimsenin görmediği inanılması güç olaya inanmak
Hristiyanları Hristiyan yapan ve onları birbirine bağlayan şeydir. Piero della
Francesca, sonra, İsa’nın Dirilişi
isimli freskosunu yapar. Bu freskoda İsa’nın dirilişi -kimsenin görmediği ama
inandığı bu sahne- mükemmelen resmedilmiştir. Yılmaz da şunu demeye getirir:
Böylece biz, sonraki yüzyıllarda yaşayanlar, “gözümüzle” İsa’nın dirildiğini
görürüz. Yani, görmeden inanmayan günümüz insanının artık kaçacak yeri yoktur.
İnanç, görme temelli bir bilimselliğe çekilmiştir çünkü.
sosyalizm tartışmasında eksik olan şey...
Taraf’ta bir tartışma var. Bu tartışmada Halil Berktay yalnız kalmış durumda. Henüz Etyen Mahçupyan olaya dâhil olmadı. Tartışmanın taraflarında Nabi Yağcı, Roni Margulies, Murat Belge var. Tartışma da Halil Berktay’ın “sosyalist sola” giydirmesiyle başladı. Dedi ki Berktay, “kardeşim bana, ‘ben hala sosyalistim’ diye gelmeyin”. Herkes kendisinin solcu olduğunu, bu solun kökeninin ise marksist/sosyalist sol olduğunu iddia ediyor. Murat Belge kendine duygusal bir refleksle ne kadar sosyalist derse desin, açıkçası kendisi –benim gözümde- liberal sola daha yakındır; zaten bu yüzden ben bu üç “solcu” arasında en çok Belge’yi severim. Roni Margulies ile Nabi Yağcı, kendilerini, BDP-PKK tartışmalarında belli eden ve bahsi geçen solculuğa daha yakın olduklarını hissettiren yazılar yazdılar. Örneğin Roni Margulies’in “solcu” olduğunun en iyi kanıtı yakın zamanda yazdığı “kim ne yaparsa yapsın, her zaman Devlet suçludur ve savaş hep Devlete verilir” ana fikirli yazısı… Tipik bir sol görüş ve Margulies bu görüşü taşıyor… Nabi Yağcı “KCK tutuklamalarını eleştirmek, BDP’yi kapatmaya destek olmaktır” diye kes(k)in hatlar yarattığı yorumlar yapıyor. Bu solcuların (liberallerin de elbette) en büyük hatası kontekste göre fikirleri en uca çekme hastalıkları… Örneğin İslam’a pozitif ayrımcılık yapmayı çoğu liberal ve solcu gibi ben de hep destekledim çünkü bu ülkeyi müslümanların bir yerlere taşıyacağına inanıyorum. Ama bunun gazına gelip o dönem Margulies, “zaten İslam’ın hiçbir suçu yoktur; Gerçek İslam’ın içinde ırkçı ve milliyetçi damar bulamazsınız” deyince açıkçası uçuşa geçmişti. Tamam, İslam’a –özellikle bu dönem- destek olmak çok faydalı ve işlevsel bir durum, ama bu topyekün birden İslam’ı “ne kadar cici din” yapmalı mı? Bunun tıpkısını Margulies de Yağcı da Belge de sosyalizm için yapıyorlar. Onlar için sosyalizmin hiçbir suçu yok (yok derken, elbette var). Tarihte gerçekleşen sosyalist rezillikler yanlıştır ama bu sosyalizmin yanlış olduğu anlamına gelmez. O yüzden, hata yapmış olan değil, “doğru yapması beklenen” sosyalizm hep sevilir ve sevilmeye devam edilir hale geliyor (Halil Berktay’ın güzelce açıkladığı gibi).
kürt sorunu ve retorik sanatı
Bizim kültürümüzde retorik sanatından anlayan kimse yok. Retorik derken bunun nasıl bir şey olduğunu, hangi anlama geldiğini ve neden sanat olduğunu açıklamak zorundayım, malum. Hepimiz, zaman zaman, bu ülkenin sadece savaşmaktan başka hiçbir şeyden anlamadığını yazıp duruyoruz. Savaşmak konusunda enfes bir yeteneğimiz var ama olay barışmaya gelince akıl almaz bir beceriksizlik söz konusu oluyor (özür dileyememek gibi). Aynı şey konuşmak, diyalog kurmak, amaca ulaşmak için zihin egzersizleri yapmak gibi konularda da kendini gösteriyor. Damarlarımızda asil bir kan yerine mızıkçı çocukların aktığını, tembelliğin yaşamımızı belirleyen en önemli unsur olduğunu, beyin fırtınası tekniğinden tek anladığımızın içinde beyin olmadan sadece fırtına estirmek sayılabileceğini gelin en başından kabul edelim. İşte böyle bir arka planla bugünlere gelmiş bu nesil ve bu nesillerin seçip oraya yolladığı vekiller, yetişkin bir insanla karşılaştırıldığında hepi topu bir çocuğa yakışacak seviyede bir performans sergiliyorlar. Benim bu hayattaki başlıca inançlarımdan biri retoriktir. Retorik, konuşma sanatı olarak lanse edilse de aslında bir düşünme sanatıdır. Düşünmesini bilmeyen bir kimse, aklına gelen en basit yöntemi söylemeyi marifet sanır. Bu yöntem de pek tabii dövmek, küfür etmek, taş atmak gibi ilkel yöntemlerdir. Bugün ve yıllardır siyasetimizi belirleyen yöntemlerimiz de hep bunlar olmuştur zira.
ideloji neden kötüdür (iki örnek)
Marx’ın yaptığı gibi ideolojiyi kötü anlamda kullanacaksak eğer, hemen ‘bir gücün’ bizim gerçeği görmemizi engellediği genellemesiyle başlayabiliriz. Bu genellemeye göre hepimizin ulaşabileceği bir asıl gerçek var, fakat bahsedilen o ‘güç’ sürekli bunu engelleyip duruyor. O güce Marx ‘yanlış bilinç’ demişti, Hegel ‘dünya görüşü’ dedi. Freud bunu toplumun elinden aldı ve bizzat bireyin kendisine verdi: gerçeği görmemizi engelleyen şeyler uzakta değildi yani, bizzat bireyin kendisi, bilinçaltıydı. Derken işin içine kültürel kodlar ve semboller girdi, gerçeğe ulaşmada en büyük engellerden birinin bizzat ‘dil’in kendisi olduğu söylendi…
Postmodern bir gazete çıksa...
Ağustos ayıydı. Oturduğum apartmanın karşısında bir inşaat çalışması aylardır sürüyordu. Zaman zaman balkona çıkıp işçileri izliyor, onlara başımla selam veriyor, “kolay gelsin” diliyordum. Bir gün, yine çok sıradan bir şekilde işçileri izlerken, içlerinden biri üzerinde durduğu tahtada dengesini kaybeder gibi oldu (ayak kayması gibi değil de, daha çok baş dönmesindendi galiba). Ben yerimden büyük bir korkuyla kalktığımda, işçi, –mucize eseri mi demeliyim- toparlandı ve hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti. İşte tam o anda aklıma bu işçinin öldüğü geldi.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)