Küfür nedir? Neden küfür ederiz? Her zamanki bakış açısıyla gidelim: tarihin ilk küfrünü kim etti acaba? Ya da bunun küfür olduğuna insanlar ne zaman karar verdiler? Küfür dendiğinde “toplum içinde söylenmemesi gereken söz” gibi bir şey anlıyorum ben. Yani söylenmesi yasaklanmış bir kelime var ve siz o kelimeyi söylediğinizde size kızılıyor veya bir yaptırım uygulanıyor. İlk ‘söylenmemesi gereken söz’ neydi acaba? Neyle ilgiliydi? Toplum, toplum olmadan önce söylenen ve yapılan birçok şey ‘özgürce’ yapılıyor olduğundan ve henüz yasaklar konulmadığından, bugün küfür olduğu kabul edilen birçok şey o zaman muhtemelen bir anlam taşımıyor veya normal bir anlam taşıyordu. Fakat toplum, toplum olmaya karar verdikten hemen sonra kurallar ve yasaklar baş gösterdi ve daha dün söylendiğinde hiçbir sakıncası olmayan sözler birden insanlar arasında gerginliklerin yaşanmasına neden oldu. Küfrün, hakaretin mantığını anlamaya çalışarak gidelim.
Çeşitli istisnaları saymazsak, bir kişiye bir kişinin hakaret/ küfür etmesinin altında yatan en büyük neden onu –en kaba tabirle- sevmiyor oluşudur. Sevdiğimiz birine onu kızdıracak anlamda küfür etme gereği duymayız. Peki, diyelim öğretmenimizi sevmiyoruz ve onu sevmediğimizi belli edip rahatlamak istiyoruz. Bunu küfür etmeden yapma şansım yok mu? İlla küfür etmek zorunda mıyım? Arkadaşlarımızla oturmuş dedikodu yaparken “ben o kadına karşı hiç iyi hisler taşımıyorum, davranışlarını da hiç tutarlı bulmuyorum” dediğimizde, bu hislerimizi birebir anlatmamıza rağmen neden bundan memnun olmuyoruz? Önemli olan hislerin harfi harfine karşı tarafa iletilmesi değil mi? Belli ki değil. Hislerimizi karşı tarafa en güzel şekilde ve tarafsızca yansıttığımızda bu sadece sıkıcı bir gerçeklik yaratıyor. Biz bu sıkıcı gerçekliği sevmiyoruz. Bir örnek verelim: mahallede maç yapıyorsunuz ve sizin takımdan olan, uzun boylu forvet çocuk hiçbir şekilde pas vermiyor. Bu durum artık sayısız kere tekrarlandığında çocuğun yanına gidip şöyle diyorsunuz: “hiç pas vermiyorsun, takımın refahı için pas vermen gerektiğini de sakın unutma.” Çocuk “tamam” deyip dönüp gidiyor ve elbette pas vermemeye devam ediyor. Fikrinizi gayet medenice söylediniz ve görünüşte hiçbir işe yaramadı. İşte küfür en kaba tabiriyle aslında ‘seviye yükseltme’dir. Fikrinizin kabul görmesi veya dikkat çekmesi için yarattığınız bir çeşit retoriktir. Çocuk ısrarla pas vermemeye devam ediyorsa ve bu konuya ayrı bir önem atfetmiyorsa, yanına gidip kısaca şöyle demeniz mümkündür: “şşt, koca kafa, niye pas atmıyorsun lan sen!” Kişinin vücudu hakkında edilen bu hakaret onun bir anlığına kendine gelmesini sağlar. Pas vermemekten gocunmayan çocuk, koca kafa diye çağırılmaktan gocunur ve bozulur buna. Bir anda kendinize muhatap bulmuş olursunuz. Küfür, muhatabınızın ‘muhatap’ olma potansiyelini arttırmak ve dolayısıyla kendinizi ‘özne’ olarak sağlam bir konuma yerleştirme adına kullandığınız bir çeşit ‘elektrik şoku’ anlamına gelir. Şu sahneyi gözünüzün önüne getirin: bir bara bir adam gelir ve masada tek başına oturan diğer adamı muhatap almak istediğini söyler. “Sen!” der, ama oturan adam hiçbir şekilde karşılık vermez, karşılık vermeyeceğini belirtmek için de sigarasının dumanını boşluğa doğru üfler. Karşınızdaki kişiyi muhatap hale getirmenin yollarından biri ona hakaretler edip onun tepki vermesini sağlamaktır. “Sen nesin biliyor musun, babasıyla yatan bir homo!” Kişinin (tepkisiz kişinin) tepki verir hale gelmesinin en güzel yolu kişinin yumuşak karnının ne olduğunu da içeren bir küfrün kişinin üzerine salınmasıdır. Bu, kişinin tepki vermesini neredeyse zorunlu hale getiren basit bir tuzaktır. Eğer babasıyla yatan bir homo olduğu ithamına karşı bile hiçbir tepkide bulunmazsa, kişinin o ithamın altında kalması an meselesi olacaktır. Demek ki kişi hakkında küfürlü ithamda bulunmanın bir mantığı dikkati merkeze (özneye) çekmek ve nesnenin ‘nesne’ olduğunu meşrulaştırmaktır.
Başka bir örneğe geçelim: kişilere olumsuz bir eleştiride bulunduğumuzda çoğu zaman bu onların olumsuz bir ruh haline bürünmelerine neden olur. Yaptığı resmin nasıl olduğunu soran bir arkadaşınıza “bu resim berbat” demek onu üzmeye yetecektir. Peki, “bu resim bok gibi” dediğimizde kişi berbat’a nazaran daha fazla mı üzülür? Muhtemelen öyle. Neden? Çünkü küfür/ hakaret, yukarıda değindiğim gibi seviyeyi bir derece yükseltmek için kullandığımız bir araçtır. ‘Bok gibi’ yorumunun hakaret olmaksızın kullanımı belki “berbat” sıfatına bir ön ek ekleyerek onu “son derece berbat” hale getirmektir. O zaman şöyle sormalıyız: “son derece berbat” mı daha yaralayıcıdır “bok gibi” mi? Elbette ikincisi… O halde, içinde küfrün geçtiği herhangi bir cümle otomatikman hep “en kötü” çağrışımı yapacaktır. Çağrışım sözcüğünü kullanıyorum, çünkü rasyonel açıdan bunun mantıklı bir yanı yok, açıkça bunu sağlayan şey, evrim sürecinde küfre karşı oluşturduğumuz basit refleksif tepkilerimiz! Bir şeyi sevmemişsek “kötü”, hiç sevmemişsek “berbat”, nefret etmişsek “bok gibi” diyoruz. Bizi içinde küfür ve hakaret barındıran bir yorumda bulunmaya iten güdü, hislerimizi tam olarak anlatma arzusundan kaynaklanıyor. Eğer bu filme “bok gibi” demezsek hislerimizi tam olarak yansıtmış olamayacağız. Yani küfrün bu anlamdaki kullanımı gayet naif ve çok insancıl bir nedenden kaynaklanıyor. Birisi çıktığınız kız için “götüme benziyor” dediğinde paniğe kapılacak ve sinirlenecek bir şey yok kısacası. Bunu hemen Türkçe’ye çevirmeniz gerekiyor o kadar: arkadaşınız kız arkadaşınızın dış görünüşünü hiç beğenmemiş! Küfre bu kadar anlam atfetmeye gerek yok.
İnsanoğlu, evrim sürecinde, fikirlerini beğenmediği birini kendine muhatap almak için küfrü keşfetmiş. Dikkat çekmenin bir yöntemi bu bir nevi… Özne, kendisine bakılmasını, kendisiyle ilgilenilmesini istiyor. Ama bunu isterken aldığı bir muhatap var: ‘o’ kendisine baksın istiyor, yani “orospu çocuğu”… Çocuğun sinirlendiği kardeşini sinir etmesinin en iyi yolu onun sinirleneceği bir şeyi (yumuşak karın) yem olarak kullanmak. Şişmansa ona “şişko” diyebilir, seviye yükseltmek istiyorsa pek muhtemel “koca göt” veya “domuz” gibi bir şey diyecektir. Özne, nesneyi belirlemek ve kendine çekmek ister; kendi onu sinir edecek fikri nesnesinde görmek ve deneyimlemek ister. Buradan şu sonuca varabiliriz: küfür, sıkıcı gerçekliği bozup, o gerçeklikten eğlence çıkarmanın bir yöntemidir aslında. Hislerimizin sansürlü dışavurumu realiteyse, küfür bu realite içinde yarattığımız ve sığındığımız fantezimizdir. Küfür, içinde gerçek-üstü öğeler barındırır ve fantastik bir eğlence dünyası yaratır. Birine “anneni sikerim” demek, açıkça fantezi dünyasına bilet almak demek değil midir? Gerçeklikte bu cümlenin sıkıcı çevirisi “senden nefret ediyorum” gibi bir şey olacaktır. Oysa gerçekliği yırtıp buradan haz alabilmek, insanın bulduğu en önemli keşiflerden biri olmuştur. “Orospu çocuğu” lafı sizin bir orospu anneden doğduğunuzu ima eden, son derece enerjik bir fantezi ithamıdır. Bu fantezi dünyasında kişiler cinsel organlara benzetilirler, anneler ve babalar en kötü hallere sokulurlar, bir çeşit karnavalı veya sirki andıran bir dünyadır bu.
Asıl şaşırtıcı olansa insanların küfre olan yaklaşımlarıdır. Sıkıcı olan realiteyi bozup, onun yerine yarattığımız yalan-fantezi, birden realitenin kendisi gibi muamele görür! “Taşaklarımı ye” cümlesi, nedense, “sana katılmıyorum” şeklinde algılanmaz. Eğlenmek adına yaratılan fantezi dünyası insanların kendi laneti haline gelir. Kişi, bir şekilde “taşaklarımı ye” cümlesinde ‘gerçekçi’ bir şeyler bulup fantezi dünyasında olduğunu unutur. İnsanlar küfürlerin birer retorik olduğunu, zengin metaforik anlamlar barındırdığını kavrayamaz hale gelirler. “Anneni becer” lafına sinirlenip ortalığı birbirine katan birini düşünelim. Bu kişi, bu küfürden ne anlatılmak istendiğini anlamamış olabilir mi? Cümleyi harfi harfine anlamak akılsızlıkla açıklanacak kadar basit midir? O zaman küfürlere olur olmadık sinirlenen insanları “geri zekâlı” ilan ederek kaçamak cevap verip sahte bir rahatlama yaşamadan önce düşünelim.
İlk önce başa çıkamadığımız gerçeklikle karşılaşıyoruz. Sonra onu esnetebildiğimiz gedikler bulup gerçekliğin üstünü oyunla, fanteziyle, yalanla kapatıyoruz. Haliyle sonradan yarattığımız oyun, üzerini örttüğümüz gerçekliğin bir sembolü, daha doğrusu onun temsili haline geliyor. “Seni sevmiyorum” sıkıcı gerçekliğini bırakıp “sen bir göt verensin” fantezi dünyasına geçiş yapıyoruz ama aslında “göt veren” lafının “sıkıcı” anlamına geldiğini de biliyoruz. Her zaman olduğu gibi gerçeklik-yalanla, süper-ego id’le kol kola dans ediyor böylece. Yalan gerçekliğin temsili haline geldiğinde, asıl soru bu, neden başa, tekrar gerçekliğe dönmüyoruz peki? “Puşt” demek “benimle görüşme” demekse, neden puşt kelimesine özel bir tepki gösterip günümüzü mahvediyoruz? Cevap, tahmin ettiğiniz gibi: böylesi daha eğlenceli olduğu için… “Anneni becer” lafı sadece basit bir küfürse, fantezi dünyasını besleyen, gerçekliği olmayan saçma sapan bir cümleyse, bu cümleye tepki göstermememiz gerekir değil mi? Aklı başında insanlar öyle olduğunu iddia edecektir. Oysa tam da annenin becerilme yalanına sahip çıkmak ve bu yalanı sürdürmektir daha mantıklı olan. Annenin becerilmeyeceğinin gayet farkında olan son derece ‘zeki’ biri bu cümleyi dikkate almayacak ve sadece bu cümleyi kullanan kişiye gülümseyip onunla dalga geçecektir. Hâlbuki bunu yapmak sıkıcı gerçekliğe geri dönmekten başka anlam ifade etmez. Çocukların eğlendiği bir yılbaşı gecesinde, masanın üstüne çıkıp Noel Baba’nın gerçekte var olmadığını söyleyen birinin durumundan farksızdır bu. Her zamanki yorum burada da geçerli olmalı: kişi ne gerçekliğin sıkıcı dünyasında kaybolmalı ne de fantezi dünyasına fazla dalıp gerçekliği unutmalıdır. Asıl mesele fantezinin farkında olmaktır. “Ananı sikerim” diyen adam elbette realitede bunu yapacak değildir (psikopat biri değilse) ama böylesine uçuk bir oyuna dalıp bunun tadını çıkarmak daha eğlenceli değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder