Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2012 Cumartesi

oyun ve gerçeklik aynı şey midir?

Oyun (süper-ego), gerçekliğin (id) kendisiyse, neden hâlâ oyun var?

Dün arkadaşım aradı beni. Kırk yılda bir aradığı için konuya girmekte gayet zorluk çekti. Kırk yılda bir aradığı derken sakın yanlış anlaşılmasın, ben insanların birbirlerini kırk yılda bir aramalarını gayet makul ve mantıklı karşılayan biriyim, hatta bunu savunuyorum bile. Öbür türlü, hayat ne kadar anlamsız ve çekilmez olurdu bir düşünsenize. Oysa kırk yılda bir arandığınızda, karşıdaki tarafın “kırk yılda bir aramak” derdinden mustarip olduğunu bildiğiniz için, siz de “kırk yılda bir aranan” moduna geçersiniz. Siz hâlbuki o zamana kadar “kırk yılda bir kez bile arayan” kişi olmamışsınızdır tıpkı karşınızdaki gibi. Aslında bozuk paranın iki yüzü gibisinizdir. Yani ne arkadaşım beni aradı şimdiye kadar ne de ben onu. Ama kırk yılda bir arkadaşım beni dün aradığında golü kalesine yemesi gereken ben olmama rağmen, mahcup duruma düşen nasıl oluyorsa o oluyor. Çünkü o zamana kadar hiç ben aramamışken arkadaşım beni ilk kez aramış oluyor. Peki, neden –buna rağmen- o mahcup olabiliyor?

Nedeni basit: beni halimi vaktimi sormak için değil, bir şeyler danışmak için aramış (bu arada, bu da çok maul bir neden değil mi?). Buradan biz insanların saçma sapan kurallar yarattığını görüyoruz. Bu kurallara uyalım derken yapılan işlemlere de kısaca “oyun” diyoruz. Yani arkadaşım kırk yılda bir beni aradıktan sonra, bir şey danışacağı için, konuşmasının başında sanki halimi ve hatırımı sorarmış gibi yapma oyununa başvuruyor. Hâlbuki kırk yılda bir arandığında, bu zaten hal-hatır sormak için değil de “iş düştüğü” için yapıldığından, karşıdaki taraf da bu kişinin hal-hatır sorarmış gibi yapacağını biliyor ve onu yapmasını bekliyor. Demek ki arkadaşım “İsmail naber, nasıl gidiyor hayat?” diye konuşmasına başladığında, İsmail “tamam, geç bunları, sadede gel” diyebiliyor. Çünkü yapılan oyun, aslında gerçeğin temsilinden başka bir şey değil.

Oyun oynamak, ancak karşıdaki kişi bunu bilmediğinde mantıklı olabilen bir şey; ama oynanan sosyal oyunlarda insanlar rollerini çok iyi bildikleri için ve nelerin olacağını adları gibi bilmelerine rağmen oynamaya devam ediyorlar. Normalde gerçekler insanları rahatsız ettiğinde “oyun” bulunur. Örneğin birisi kırk yılda bir birisini aradığında ve konuya direk “işim düştü” diye başladığında, bunu yaşayan ilk insanlar bundan rahatsız olmuşlar. “Hiç hal-hatır sorma, işin düşünce ara; insan şimdi aradığında bari hal-hatır sorar şerefsiz” diye kızmışlar. Buna muhatap olan karşı taraf (edilgen olan taraf) bu cevapla karşılaşa karşılaşa bağışıklık sistemini kuvvetlendirmiş ve böylece kırk yılda bir aradığı kişiye “hal hatır sorma oyunu” oynamaya başlamış. İşi düştüğünde etken taraf kızmasın diye, “vay baba n'ber ya, geçende aklıma geldin, hiç arayıp sormuyorsun, nasıl gidiyor?” demeler havada uçuşmuş. Tüm bu giriş-gelişmelerden sonra da aniden sonuç bölümüne geliyor ve “sana işim düştü” diyormuş bu edilgen kişiler. Kırk yılda bir aranan etken kişilerse, başta bu hal-hatır sormadan hoşlanmalarına rağmen daha sonra gerçeğin ne olduğunu anlamaya başlamışlar tabii. Karşı tarafın tek yaptığı elbette hal hatır sormak değil, hal hatır soruyormuş oyunu oynayıp hedefe ulaşmakmış. E o zaman, en baştaki direk işi düştüğünü söyleyen adamla, şimdi yalandan hal-hatır konuşması yapıp sonradan işi düştüğünü söyleyen adam arasında fark kalmamış böylece. Biri gerçek, diğeri oyunken, bu sefer oyunun da gerçek olduğu anlaşılmış. İd’ten kaçmak için kullanır olduğumuz süper ego aparatı, böylece zaten bizzat id’in kendine dönüşmekten başka bir işe yaramamış.

O zaman neden hala oynamaya devam ettiğimiz sorusunu sormamız gerekiyor. Çünkü oyunun da bizzat gerçeklik olduğunu fark ettiysek, sisteme “reset” atılması ve tekrar başa dönülmesi gerekiyor. Fakat buna ne gerek var ki? Biraz düşünün: ilk önce gerçeklik var, sonra gerçeklik acı verdiği için onun üzerini örten oyun var. Ama sonra oyunu o kadar çok kullana kullana oyunun da gerçek olduğu anlaşılmış… “O zaman oyunla neden vakit kaybediyoruz?” sorusunu sormanın hatası oyunun da gerçekliğe içkin olduğunun farkına varamamak. Oyun = gerçeklikse, id = süper-ego’ysa, o zaman neden “reset” atıp boşu boşuna sistemi tertemiz yapalım ki? Sitemin tertemiz oluşuyla çöplüklerden oluşu arasında fark yok neticede. Şimdi daha eğlenceli bir soru soralım o zaman: Madem fark yok, neden “reset” atmıyoruz öyleyse? Kontekste bakmadan gerçeklik/ oyun dikotomisinde gedik açmak fazlasıyla aptallık demek, bizi idealizm tuzağına düşürecek çocukça bir sahtekârlık bu. Teorik olarak “reset” atmanın birbirinden bir farkı olmayabilir ama pratikte farkı var elbette. Gerçeklikten oyuna geçildiğinde, oyunun da gerçeklik olduğu anlaşıldığında, bir adım atıp neden gerçekliğe dönülmediğinin en basit ve beylik cevabı ne biliyor musunuz? “Oyunu seviyoruz!”

Şimdi başa alıp aynı duruma bakalım: arkadaşım beni arıyor, kırk yılda bir aradığından, hal-hatır sorma oyunu yapıyor. Ben, kırk yılda bir arandığında girişte hal-hatır sorma oyununun oynandığını bildiğim için oyun tüm gerçekliğini yitirip gerçekliğin kendisine dönüşüyor. Peki, arkadaşımın girişteki oyunu bırakıp direk gerçeklikle başlamasını engelleyen şey nedir? Bunu arkadaşımın üzerinden bireysel olarak düşünmüyoruz tabii, arkadaşım üzerinden topluma yayarak düşünüyoruz. Toplumun bu oyunu bırakamamasının nedeni nedir? Oyunun meşruiyeti kalmamasına rağmen? Oyunla gerçeklik arasında fark olmamasına rağmen... Oyunun bize zararı, hemen her konuşmanın çok daha uzamasıdır aslında. Sadece iki cümleyle anlatmak istediğimiz şeyi (“seninle seks yapmak istiyorum”) artık bir aya yakın zamana yaymak durumunda kalıyoruz. Kendimize bu işkenceyi niye yapıyoruz? Çünkü işkenceyi seviyoruz. Kolay elde ettiğimiz şeyleri sevmememizin nedeni de bu değil mi? Belki de cennetten kovulmayı bilerek isteyen bizdik, çünkü cennette her şey “gerçekti”, yalan yoktu, zorluk, çirkeflik, sahtekârlık, rüşvet vb. hiçbir şey yoktu. İstediğin zaman ne istersen oluyordu. Cennet dediğimiz yer, hiçbir hareketin olmadığı, hiçbir emeğin gerek duyulmadığı bir yerdi. Orada dil de yoktu. Anlaşmazlık yoktu. Bir müddet sonra Âdem ve Havva bu gerçeklikten sıkıldılar ve çareyi dünyaya atılmakta buldular. Âdem, o elmayı yanlışlıkla yemedi aslında, cennetin o bunaltıcı-her şeyin mümkün olduğu-rezilliğinden kaçmak istedi sadece. Kim bilir belki de her sevişmede tartışmasız en iyi şekilde sevişmekten ve hiç başarısız olamamaktan sıkılmıştı (prezervatif kullanmak da belli ki istemiyordu). Yani rahat batmıştı kısaca. İnsan oyun oynamayı keşfetti. En kısa yoldan giden değil, yolu uzatan insan… Sevişirken bile, sadece girip çıkmanın o bunaltıcı sıkıcılığından kurtulmanın en iyi yolu oyunları keşfetti. Sevişmek, penisin vajinaya girmesi, gerçekliğin kendisiydi. Ama biz gerçekliğe giden yolu hemen kat etmek istemiyoruz. Oyunlar, ön sevişmenin saatlerce uzun tutulmasından başka bir şey değil. Hiçbirimiz gerçekliği en saf haliyle görmek ve duymak istemiyoruz. Gerçekliğe giden yolu süslemek, gerçekliğin kendine makyaj yapıp onunla eğlenmek istiyoruz. Gerçekliği hızla, bir çırpıda, oyunsuz isteyen kişiler, yemek yemektense bilim kurgu filmlerindeki o yemek yerine geçen haplardan ağızlarına atmak istiyorlar. Gerçekliği oyunla yaşamak isteyenlerse açık büfeden istediklerini tabaklarına alıp tıka basa doyanlar, doyarken ağızlarına yüzlerine leke bulaştıranlar gibiler… Her iki tarafın da karnı doyuyor, ama karınlarını doyurma şekilleri çok farklı. İşte bu yüzden asla oyunlardan vaz geçmeyeceğiz. Çünkü hiçbir “level” atlamadan bilgisayarın bize “kazandınız” demesini kabul etmemiz mümkün değil. Biz karşımızda duran kapıyı iki adım atıp açmayı değil, bizi o kapıya götürecek labirentlerde kaybolmayı seviyoruz. Kapı (gerçeklik) hep orada duruyor ne de olsa…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder