Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Sinema, gerçeklik ve fantezi...

Koca bir perdenin önünde durup perdenin bize yansıttığı sahte gerçekliği izliyoruz. Sinema ne yaparsa yapsın, içinden hiçbir zaman çıkamayacağı bir paradoksa sahip. Sinema sadece kurgu, sadece sahte... Sinemanın sahtelikten kurtulmasının tek yolu "canlı bir film" çekmek... Ne kadar gerçek hayattan hikâye de anlatsa, ne kadar belgesel olarak gerçek hayattaki bir şeyleri belgelemeye de çalışsa, her şey en sonunda "sinema" denilen bu sanatla var olmak zorunda kalıyor: yani sahtelikle. İtalyanlar "doğru söyleyen yalancıya inanılmaz" demişlerdi; sinema da ne kadar doğruyu söylerse söylesin, asla inanılmayacak olan bir yalancı ve bu paradokstan kurtulmasının şansı da yok.


Biz izleyiciler, bir sinema filminden ama, peygamberinden mucize bekleyen müritler gibi, her nasılsa gerçeklik bekleyip duruyoruz. Birincisi, dediğim gibi, sinemanın istese bile bunu yapma şansı yok. İkincisi ve en önemlisi, izleyicinin bu tuhaf isteğinin sinemanın kendisiyle çelişiyor olduğunun farkına varılmaması. Oysa sinema bizim fantezilerimizin ne olduğuyla ilgileniyor ve tek derdi onlara seslenmek. Fantezilerimizse tabiatı gereği gerçeklikten hayli uzaklar. Gerçeklikte örneğin, kız arkadaşımız yok ve yalnız yaşıyoruz. Fantezilerimizde ise sevişmek istediğimiz en mükemmel kadınları bir bir seçip onlarla birlikte oluyoruz. İşte sinema, para verip karşılığında senin kurduğun ve kurmaktan zevk aldığın fantezilerini senin için süsleyip püsleyen, gerektiğinde bunu müthiş bir hünerle yapan sisteme deniyor. Sana, fantezi kurarken hayal gücünün cılız kaldığı noktalarda, senin adına -para karşılığında- yardım ediyor. Yataktaki dar alana sıkışmış sevişmeyi iyice geniş bir alana yayarak mağaraya, tapınağa, asansöre, arabaya, ormana, denize, hatta kamusal alana yayarak hayal gücünü geliştirmeni sağlıyor. Sen gerçekliği değil ama fantezi dünyanı müthiş bir şekilde doyurarak salondan ayrılıyor ve tekrar gerçekliğe geri dönüyorsun.

Fakat bu, gerçeklikten fanteziye fanteziden gerçekliğe gidip gelmeler, bir müddet sonra memnuniyetten ziyade memnuniyetsizlik yaratmaya başlıyor bünyemizde. Şöyle düşünün: işten çıkmışsınız ve yorgunsunuz. Canınız biraz 'rüya görmek' istedi ve parasını ödeyerek size 'güzel rüyalar gösteren' bir yere gittiniz. Sırtınızı koltuğa yasladınız ve bir anda masmavi deniz, bikinili kadınlar, mis gibi bir kumsal önünüze seriliveriyor. Gülümseyerek, gerçeklikten uzakta, bir bebek gibi mışıl mışıl uyuyarak izliyorsunuz ve görüntüler bittiğinde, karanlık salondan dışarı, gerçekliğe çıkıyorsunuz. Gerçekliğe bu kadar hızlı adım atmak, kurulan fantezinin tuhaf bir şekilde bize acı vermesine neden oluyor. Fantezi kurarken veya bizim için kurulan fanteziyi izlerken, gerçeklikten uzaklaştığımız ölçüde mutlu olmamız gerekirken, tam tersine, o ölçüde memnuniyetsizliğimiz artıyor. Ömür boyu hapis cezası almış bir mahkûmun, hücresine, özgürlüğü temsil eden bir okyanus fotoğrafı astığını hayal edin. Bu fotoğraf mahkûmu asla daha mutlu etmeyecek hatta tam tersine belki de onun kâbuslar görmesine neden olacaktır. Dolayısıyla fantezinin olduğu yerde, yavaş yavaş acı baş göstermeye başlar. Demek ki saf gerçeklik (hayatın bizzat kendisi) acı dolu bir yer olduğu gibi, saf fantezi de (hayallerimiz) bir o kadar acı doludur.

İşte o zaman izleyici, tamamen rüya olduğunu, sahte olduğunu, yalan söylediğini bildiği halde, sinemadan gerçeklik talep etmeye başlar. Bu, yalanın doğru olmasını istemek gibi bir oksimorona yol açar. Ne bizzat doğruyu ne de bizzat yalanı isteriz. İstediğimiz ve talep ettiğimiz şeyin yalan olduğu ortadadır, çünkü zaten gerçeklikte yaşıyoruz; ama bu yalan gerçek bir yalan olmalıdır ki ona inanmamızı sağlasın. Diyelim bir erkek olarak fantezimizde kız arkadaşımıza asılan serserileri bir güzel dövmek var. Bir sinema filminde de, erkek karakterin kız arkadaşına asılan serserileri tekme tokat dövmesi ve sonra kızın sevgilisine sarılarak onu ne kadar sevdiğini söylemesi, görmek istediğimiz fantezimiz... Bu sahne, hayallerimizi yansıttığı için çok hoşumuza gidiyor. Normalde sesimizi çıkaramayan ve başını eğip hızlı hızlı yürüyen biriyiz ama bizim için, bizim adımıza kurulan bu hayalde istediğimiz gibiyiz. Peki, başka bir filmde, başka bir sahnede, erkek karakter kız arkadaşına asılan 15 adamı dövüyor olsun! Bu sahne hakkında izleyiciler "gerçeklikten uzak olmuş" yorumunda bulunacaktır. Çünkü izleyici, kendisi için kurulan yalanın tam anlamıyla yalan olmasını değil, gerçekleşebilir bir yalan olmasını daha makul karşılamakta. Oysa sinema sadece yalan üzerine kurulu ve bunun dışında bir şey yapma iddiasında (olsa bile) değil. Erkek karakter iki adamı dövdüğünde de yalan söylüyor, on beş adamı dövdüğünde de... Biz ama gerçekliğe daha yakın olan yalanı daha 'gerçekçi' bulup, geri kalanı çöpe atıyor ve filmler hakkında "gerçekçi değil" yorumları yapıyoruz. On beş adamı döven erkek karakteri gerçeklikten uzak bulan izleyicinin içine düşeceği -bu anlamda- kötü bir tuzak var. Çünkü başka bir izleyici, o erkek karakterin kız arkadaşına asılan iki adamı dövmesini de 'gerçekçi' bulmuyor! Evet, gerçeklikte kız arkadaşımızı koruyamadığımızı bildiğimiz için, sinema sizin adınıza kız arkadaşınızı koruduğunda, perdeye bakıp "hadi ordan!" diye bağırıyoruz. "Gerçekte hiç öyle olmuyor!"

Örneğin Straw Dogs'u ele alalım. Tam da bahsettiğimiz gibi başkarakter David, çelimsiz, eli yüzü düzgün, medeniyetin bağrından gelmiş bir adam olarak; kız arkadaşına asılan köylü, kaba saba işçilere hiçbir karşılık veremiyor. Filmi izlerken içimizden geçen şey David'in tüm bu serserileri bir güzel haklaması... Peckinpah'ın derdi de bu olduğu için, tam da içimizden geçenler oluyor ve David bir anda akıl almaz bir dönüşüm yaşayarak teker teker tüm o serserilere hadlerini bildiriyor. Peckinpah, demek ki, "kız arkadaşa laf atıldığında laf atanlara ağzının payını veren erkek fantezisi"ni gerçekleştirmek istemiş. Bu anlamda David'le özdeşleştiğimiz için içimizin yağları eriyerek çıkıyoruz salondan. İyi ama zaten sorun gerçek hayatta David'in asla bunu gerçekleştiremeyecek olması. Bu fantezi çok hoş, ama bu fantezide gerçeklik yok ve zaten bu filmin çekilme nedeni tam da Peckinpah'ın gerçek hayatta o serserileri döv(e)memesinden kaynaklanıyor. Peckinpah'ın bizim için kurduğu fantezi dünyasında ne kadar kahramanlık varsa, gerçek hayatta o kadar eziklik olduğunu anlıyoruz. Buradan şu çıkarımı yapmak da mümkün: fantezi bir şeyin eksikliğinde doğuyor. Gerçekten kız arkadaşına asılan adamları döven bir erkek karakterin zaten bir de onları dövdüğü bir fantezi dünyası yaratması saçmadır. Sinema, yalan söylediği oranda, bize doğruyu da söylemiş oluyor. Her bir yalan, kurulan her bir dünya çünkü, bize eksikliğimizin ne olduğunu da peşi sıra söylemiş oluyor. Tüm o taptığımız süper kahramanlar, aslında eziklerin kurduğu bir fanteziden ibaret. Kazanova ve Don Juan, iktidarsız erkeklerin yarattığı mükemmel bir fantezi. Gelip dünyayı kurtarması beklenen İsa'yı ise nasıl bir tipin yarattığını siz düşünün.

Sinemayı nasıl kullanmalıyız o halde? En iyi örneğini Shawshank Redemption'da, Andy Dufresne veriyor. Ömür boyu hapse mahkûm olan adamı anımsayın. Duvarda özgürlüğü temsil eden bir fotoğraftan uzak duracağını söylemiştik. Filmde ömür boyu hapse mahkûm Andy ise, tam tersine, dönemin en seksi kadınlarının olduğu sinema afişlerini duvarına asarak onlara uzun uzun bakıyor. Sonradan öğreneceğimiz gibi, aslında bu bakışlarda tam tersine bir özgürlüğe yatkınlık var. Ömür boyu bir hücrede kalacak birinin Rita Hayworth posterine derin derin bakması, kanatları olmadığı halde bir insanın gökdelenden atlaması gibi bir şey... Posterlerin sinema afişi olması işte bu noktada çok manidar... Çünkü aslında Andy, sinema izleyicisinin bizzat kendisini temsil ederken, asıp karşısına geçtiği ve uzun uzun baktığı afişler bizzat sinemanın kendisini, hatta sinema perdesini temsil ediyor. Andy'nin sinema perdesine umutla bakmasının nedeni, kurduğu fantezi dünyasının yakın zamanda gerçekliğe çıkacağını düşünmesinden. Yani perdede (ömür boyu hapis mahkûm gibi) saf bir fantezi dünyası görmüyor; fantezi dünyası görüyor ama bu içinde gerçekliği de barındıran bir fantezi dünyası. Fanteziye, içinde olacakmış hissiyle sahip olmaya çalıştığımızda, fantezi dünyası bizi yutuyor; sinemada anlatılan sahte gerçekliği gerçek gerçeklik olarak algılarsak, yani perdenin içine girersek (veya girdiğimizi sanırsak) oraya sıkışıp kalıyor ve bir daha gerçekliğe geri dönemeyebiliyoruz (bu, kurulan sahte gerçekliğin daha sonra daha ağır basması ve bu gerçekliği domine etmesi demek). Hâlbuki filmde garip bir şey oluyor, Andy, sinema perdesinin metaforu olan sinema afişinin gerçek anlamda içine giriyor! Kurduğu fantezi dünyasının içine, yani perdeye dalış yapıyor. Cronenberg'in Videodrome'unu anımsatan bu sahnenin Videodrome'dan farkı sinemaya bakış açımızı nasıl belirlememiz gerektiği üzerine iki örnek: Videdrome'da kafasını televizyonun içine sokan Max'in sorunu fantezi dünyasında kaybolmaktı; vücudunu sinema afişinin (perdenin) içine/ ardına sokan Andy ise fantezisini gerçekliğe ulaşmak için kullanıyor!

Kısacası sinema koşulsuzca yalan söyleyen bir makine. Dev bir fantezi makinesi... Nasıl fanteziler üreteceğini ise biz izleyicilerin eksiklerini deşifre ederek seçiyor. İzleyiciler, hayallerinin ne olduğunu öğrenen bu makineyi ziyaret ettiklerinde, hayallerinin karşılığını bulduklarında mutlu oluyorlar, ama sürekli o hayalleri görmek ve o hayallerde yaşamak gerçekliği daha çekilmez bir yük haline getiriyor. O zaman, hayallerden vaz da geçemeyeceğimiz için rüya makinesinden istediğimiz şey bize doğru yalanlar söylemesi oluyor. Sinema ise bunu yapmakla yükümlü değil, onun tek derdi sadece yalan söylemek. Biz de kendi sağlığımız için kendimizle bir anlaşma yapmalıyız. Andy gibi, arkasında gerçekten "kaçış" olan fantezilerle uğraşmalı, ama hiçbir çıkışı olmayan fantezileri orada bırakıp gerçekliğe sorunsuzca geri dönmeliyiz. Ne de olsa kurduğumuz her fantezinin sorumluluğunu üzerimize alırsak ve gerçekleştiremeyeceğimiz fantezilerimizin de farkında olursak; muhatabımız sinemanın kendisi olmaktan çıkar ve kendimizle baş başa kalmanın tadını çıkarırız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder