Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2012 Cumartesi

ötekini neden anlayalım?

Bugün Comte’un üç hal yasasının arkaikleştiğinin farkındayız. Comte, insanlığın en son geldiği yerin “pozitivizm” olduğunu söylüyor ve bunun zaten varılacak olan yer olduğunu belirtiyordu. Dünyayı, “olduğu gibi” görmemizi engelleyen dönemler geride kalmıştı. Gerçek gerçek, insanlığın ulaştığı son noktada artık bize görünecek ve böylece gerçeği olduğu gibi/ saf haliyle gören insanlık her geçen süre içerisinde ilerleyecekti. Her nasılsa, hemen her düşünür, kendisinden önceki gerçeği görenlerin aslında gerçeği görmediğini; ama asıl gerçeği görenin kendisi olduğunu (ve bunun içindeki dönemde gerçekleşeceğini) iddia etmişti (belki Hegel, biraz daha akıllıca davranıp bunun zamanını bilemeyeceğini fark etmiş, gerçeği ve onun gerçekleşeceği zamanı soyut bir Tine, Tarihe postalayarak, işin içinden çıkmıştı). Herkesin bir gerçek gerçeği görme kapasitesi vardı ve herkes bu kapasitesine göre davrandığından, hayatı bir özne olarak o öznenin içinden okuyorlardı. Böyle olunca bir anda tüm dünyaya “uygarlık” geliyor ve dünya, o an, içinde bulunduğu zamanı geçmişinden ayırıyordu. Dinin, hayatı anlamlandırmak için yaratılmış bir kurgu olduğunu, o anda/ o zaman dilimi içerisinde anlayan bir filozof; kendisinin “burada olmanın” (presence) kendisine verdiği güçle ilerlediğini (progress) düşünüyordu. Yapılan her bir keşfin, bir öncekinden “daha” üstün olduğu inancı; hayatın şifrelerini/ gerçeği örten yanılsamaları yok ettiğimizi inandırmaya başladı bizlere. Antik Yunan’dan Marx’a ve oradan post-modernizme kadar bir sürü “inanç” böylece inşa edilip yok edildi. Ortaya ise Walter Benjamin’in söylediği gibi ilerlerken sırtını geçmişe dönmüş ve arkasında korkunç bir yıkıntı bırakmış bir “tarih meleği” çıktı.


İnsanlığı bu hale getiren şey, tam da onu hayata bağlayan şey aslında… Kendimize verdiğimiz zararın en büyük iki nedeni: özne ve buradalılık… Batı metafiziğini bin yıldan fazla esir alan o korkunç illet hayatı anlama isteğiydi. Batı; evreni anlamaktan bireyi anlamaya doğru evirildiğinde, kendisinden sonra gelecek olan insanlığa çok büyük bir “lanet” bıraktığını bilmiyordu. Birey, daha önce hiç karşılaşmadığı şeylerle karşılaştığında onu anlamaya/ kavramaya çalışıyor ve böylece hayatını buna adamaya başlıyordu. Binlerce yıl boyunca ilerleyen felsefi gelenek büyük bir “sembolik dil” yaratıyor; hayatın içine giren herhangi biri bugüne aktarılmış bu dilin içine entegre edildiğinden, bir özne olarak öznelikten ve buradalılıktan kaçamıyordu. Ya yaratılan bu dilin ve kendini bile tanıyamayan özne’sinin içerisinden yalan yanlış hayatı anlamlandırmaya çalışacak ya da kendisine söylenen “sahte dünya”da kaybolup gidecekti. Böylece birey olarak özne, geçmiş yaşantıları da göz önüne alarak –ve geçmişten de ders çıkararak- gerçeğe yaklaşmak için çabalamaya eskisinden daha büyük bir azimle devam etme isteğini duydu. Eski gelenek “anlamamış” olabilirdi, ama kendisi isterse –çok çabalarsa- anlardı…

Hal böyle olunca çok yenilikçi ve göz kamaştıran bir noktaya geldi özne: ötekini anlamak! Batı metafiziği; evreni ve varlığı kendi istediği gibi yontmuş, ortaya çıkan şeye ise “gerçek” demişti. Ötekini anlamaya çalışmış, uğraşmış, anlayamayınca anlayamadığı şeyi lanetleyen bir ruh haline bürünmüştü. Anlayamadığı şeye “anlamsız” demiş, anlamsız şeyler ise birden hayatın geri planında kalmıştı. Hayatı anlamlandırmada anlamlı şeyler gerekliydi çünkü (özne, kendisini dışarıdan göremediğinden, neyin anlamlı olduğunu kimin belirleyeceğini bir türlü cevaplayamadı). Bu başarısızlık, tekrar, büyük bir çabayla ötekini anlamaktan geçiyordu yine. Acaba, istesek, ötekini anlayabilir miydik?

İşte burada bir sorunumuz var. Ötekini neden anlamalıyız? Ya şimdiye kadar düşündüğümüz “anlama isteği” neden olmuşsa tüm bu olanlara (Nietzsche’nin “güç istenci” dediği şey tam da bu değil mi ve Nietzsche’nin Batı metafiziğini deşifre etmesi tesadüf mü)? Tüm ideolojilerin “iyi” bir amaçla yola çıktığını biliyoruz. Ötekini anlamak da, bize hala en iyi yolmuş gibi geliyor. Ateist bir kadın türbanlı bir kadını anlarsa tüm sorun biter gibi geliyor bize. Peki ya, ötekini tanımaya uğraşırken –tam da buna uğraştığımız için ötekinden nefret ediyor olmayalım? Hindistan’daki dul kadınların yakılma törenlerini anlamaya çalışırken, tam da “bunu anlarsam insanlıktan çıkarım” diye düşünüyor olmayalım? Bizim anlamadığımız şey şu: anlamak’a müthiş bir önem atfetmişiz. Hayattaki her şeyi anlamaya kalkışmak en fazla zihinsel bir kaosla sonuçlanır. Anladığımızı iddia ettiğimiz kişiler ise zaten sindirdiğimiz ve “bizden” olan kişilerdir! Ötekiler (pedofiller, seri katiller vb.) belki de gerçekten anlaşılmıyor da olabilirler.

Örneğin sıkı bir ‘öteki’ olan Sasha Grey’i ele alalım. 88 doğumlu ve şimdiden 200’ün üzerinde porno film çekmiş, birden mesleğinde parlamış ve hızla ünlü olmuş biri kendisi. Doğal olarak bir dönem medyanın odak noktası haline gelmişti. Ben de o dönem, kendisinin konuk olduğu bir programı izleme fırsatı buldum. O programda gördüklerim beni şaşkına çevirdi. Gerek sunucu, gerek izleyiciler (çoğu kadın) Grey’e tiksinerek ve acıyarak bakıyorlar ve sorularını da öyle soruyorlardı. Ama o, tüm bu kendisi için hazırlanmış arenada, şaşılacak şekilde, günah çıkarma derdinde filan da değildi. Yani oraya “evet ben böyle rezil bir işteyim, sakın çocuklarınız böyle şeylere özenmesin” demek için gelmemişti. Haliyle programa gelişiyle orada duruşu, konuşması; garip bir şekilde hem konukların hem de sunucunun iyice büyüyen nefretinin nesnesi haline gelmeye başlamıştı. Biat etmemesi, çarmıha gerilmemesi, günah çıkarmamasıyla; toplum için yok edilmesi gereken bir böcekti Grey. Onlara, onların istediklerini vermiyordu. Zorlamayla, çeşitli sosyoekonomik nedenler yüzünden pornocu olduğunu söylesin diye dört gözle bekliyordu seyirciler ama Grey böyle bir tavrın yanından bile geçmiyordu. Grey “babam beni o kadar çok taciz etti ki, gittim pornocu oldum” derse rahatlayacaklar, evlerine gidip çok iyi eğitim verdikleri çocuklarını öpecekler ve mışıl mışıl uyuyacaklardı. Bu kız, onların, kendilerini rahatlatmak için çağırdıkları bir çeşit aygıttı aslında. Ne kadar sağlıklı, ne kadar ailevi/ geleneksel/ güzel değerlere sahip olduklarını, bu kötü yola düşmüş kız sayesinde bir kez daha teyit edip “oh” diyeceklerdi. Ama Grey onlara hazlarını vermedi. Bu işi neden yaptığı sorulduğunda tam bir ele geçirilmiş/ iradesiz/ ne yaptığını bilmeyen/ zavallı/ sürtük cevabı verdi: “seksi seviyorum” dedi.

Belli bir düzlemde bu kadar basit bir cevap, birçok kimsenin durumu anlamamasına neden olabilir. Onlar için Grey, Amerikan filmlerindeki o taşradan, elinde elektrikli testeresiyle fırlayan psikopatlardan farksız. İçten içe herkesin aklından aynı şey geçiyor: “bu kadın makbul vatandaş değil ve öyleymiş gibi de davranmıyor (asimile olmaya çalışmıyor). Bu kadın “orospu” olduğunu rahat rahat ve hatta utanmadan, göğsünü gere gere söylüyor! Bizim fantezilerimizde bile yapamadıklarımızı o rahatlıkla yapıyor, eğleniyor, hayatını bizim sorunlarımız olan bir alandan –seksten kazanıyor.” Sonra bilinçaltımızda işlenen bu korkunç gerçeklerin yüzeye çıkmaya çalıştığı her an onu bastırıyoruz ve utanmadan bağırıyoruz: “zavallı kadın, erkeklerin maşası olmuş! Suratına sperm döküyorlar, sesini bile çıkaramıyor. Tüh tüh, yazık… Böyle bir dünyadan zevk aldığını sanıyor. Aptal!”

Dediğim gibi, bizi biz olmaktan çıkaran şey başkalarını anlama çabamız. Bize ötekini anlama misyonu verilmiş ve biz de anlamak için kendimizi paralıyoruz. Ötekini anlamaya çalışmak, zaten kendi içinde paradoksa sahip. Anlamaya çalıştığımızı anlarsak o kişiyi anlamış oluyoruz. Anlamaya çalıştığımız kişiyi anlamazsak o kişiyi anlamamış oluyoruz. Anladığımızı seviyoruz. Anlamadığımızdan nefret ediyoruz. Böylece farklılıklar ve çoğulculuk toplumdan silinip gidiyor. Belli gruplara ayrılıyor (cemaatleşiyor) ve o gruba sadece o gruba girmesi gerekenleri alıyoruz. Topluca bireyselleşmiş gruplaşma yaratıyoruz. Camiye uzun saçlı biri girince irkiliyoruz. Bara türbanlı biri girince öfkeleniyoruz. Biz bize benzeyeni seviyoruz çünkü. Bize verilen yanlış motto sayesinde (ötekini anla) hep Öteki olan ötekileri, böylece rasyonel düzeyde iyice öteki yapmanın meşru zeminini hazırlamış oluyoruz.

Oysa ötekini anlamaya çalışmasaydık çok daha rahat hareket eder ve tam da anlama zaruretine girmeden ötekilerin arasına dalardık. Eğer ötekini anlama mitinin içine hapsolmasaydık, örneğin, programa gelen Sasha Grey’e öfke beslemez, zaten onu anlayamadığımız için onun tadını çıkarmaya bakardık. “15 adamla sevişmek nasıl bir duygu, bizim bunu yapma şansımız hiç olmayacak, anlatır mısınız bunu?” derdik örneğin. “Tanımadığınız adamların penislerini yalamak midenizi bulandırmıyor mu?” diye sorardık. İnsanları eğlendirmek ve şaşırtmak için programlara çağırılan maharetli hayvanları izlediğimiz gibi izlerdik ötekileri. Elektrogitar çalan kuşlara, çemberden geçen ördeklere, çarpma işlemi yapan köpeklere duyduğumuz hisleri ötekilere de beslerdik. Bu hayvanlara öfke beslemediğimiz, tam aksine onlarla eğlendiğimiz gibi ötekilerle de eğlenirdik. Çünkü aslında bir kitabın sayfalarını insan gibi çevirebilen bir rakunla aynı anda 15 kişiyle sevişen Sasha Grey arasında pek bir fark yok. “Bir rakun niye sayfa çeviriyor ki?” diye sorup her şeyi rasyonelleştirmenin mantığı yok. Öyle yaptığımız anda bizim gibi olmayan herkesi dışlıyoruz çünkü ve inanın geriye pek de bir şey bırakmıyoruz.

Sizce türbanlı 88’li bir kızla Sasha Grey arasında bir fark var mı? Türbanlı bir kıza nasıl davranılıyorsa, Sasha Grey’e de öyle davranılıyor ve bu iki kızın arasında inanılmaz’dan çok daha öte farklılıklar var. Birisi tamamen kapalı, öbürü tamamen açık örneğin... Ama biz her ikisine de nasıl davranılması gerektiğini bildiğimizi iddia ediyoruz. Grey’e bakan o acıklı gözler, bir sonraki programda türbanlı kıza da hiç değişmeden bakmaya devam ediyor. Sasha Grey’e “bu işi neden yapıyorsun?” diye sorduklarında, “seksi seviyorum” cevabını alıp “vah vah” oluyoruz. Bu sefer türbanlı kıza “başını niye kapatıyorsun?” diye sorduklarında “kapanmayı seviyorum” cevabını alıp “vah vah” oluyoruz.

İşte ben Zizek’in Türkiye’ye geldiğinde savunduğu ütopyayı savunuyorum böylece. Sasha Grey ile o türbanlı kızın birlikte daha rahat hareket edebileceğini düşünüyorum. Dünyanın en ayrı uçlarında kişiler olmasına rağmen öteki olmanın verdiği dışlanmışlık duygusu ve ötekini anlamamanın verdiği rahatlık ile bu iki kişi müthiş bir dostluk kurabilirler, gibi geliyor bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder