Erkek kadına bir sürpriz hazırlar. Kadın oteline dönüğünde, odasında yüzlerce kırmızı gülle karşılaşır. O güllere bakıp erkeği düşünür. Ona olan aşkı akıl almaz derecede artmıştır. Peki, bir kadına neden çiçek hediye edilir? Tarihin hangi anında erkekler aşklarını belirtmek için kadınlara çiçek hediye etmeye başladılar? Bunun belli bir işlevi olmaksızın kendiliğinden olduğuna inanıyorsanız sizi çok naif bulduğumu söyleyebilirim. Yani, mağara adamı kadınına çiçek götürüyor muydu? Pek muhtemel böyle bir şey olmuyordu, ama çiçek yerine belki ona böğürtlen götürüyordu, hele kadın böğürtlenlere bayılıyorsa o zaman böğürtleni her zaman da götürmüyordu belki. Özel bir zamanda, özel bir anda, bir çeşit kurtarıcı olarak kullanıyordu böğürtleni. Kadın delirip de ceylanın derisini yüzmeyi reddettiğinde erkek bir çırpıda böğürtlenleri çıkarıyor ve kadın bu jeste karşılık ceylanın derisini yüzüp, akşam yemeğini pişiriyordu. Yani her bir nesnenin, her bir hediye diyebileceğimiz nesnelerin bir işlevi, bir anlamı vardı. Düşünsenize, kadın kızıp sevişmeyeceğini söylediğinde, erkek kadının gönlünü almak için yerden topladığı taş parçacıklarını kadına veriyor. Kadın taşlara bakıyor, duygulanıyor ve bir sevişme başlıyor. Böyle bir şey yok değil mi? Ama çiçeğin taştan ne farkı var? Yani hoş görünmesi, kokması filan dışında, işlevsel olarak bir anlamı yok değil mi? Yukarıdaki böğürtlen örneğini düşününce kadının bir menekşeye böğürtlenden daha az ilgi göstereceği kesin. Demek ki çiçeğin işlevi, ona verdiğimiz ‘işlevsellikte’ gizli. Bunu ayrıntıyla anlatmaya çalışalım.
Erkek kadına onu çok sevdiğini, ona deliler gibi âşık olduğunu söylüyor. Kadınsa bundan hiç emin değil. Ya yalan söylüyorsa? Ya kendisini kandırmak istiyorsa? Nasıl emin olabilir bundan? Tüm bunlarda kadın çok haklı... Çünkü birinin birine duyduğu aşkı görme, bilme, test etme şansımız yok. Aşk duygusunu kişiler sadece kendileri, kendi bünyelerinde hissedebiliyorlar. Bu duyguyu karşımızdaki kişiye iletebilme ve bunu kanıtlama şansımız olsaydı (bir çeşit bilim-kurgu filmlerinden fırlamış bir makineyle) o zaman “âşık olup olmama”, yalan söyleyip söylememe gibi birçok insanın hayatını zehir eden durumlar ortadan kalkardı, ama bu mümkün değil. Elimizde var olan tek şey, ağızdan çıkan üç beş cümle, iki üç bakış, jest-mimik, o kadar… Öyleyse âşık olma deneyimi, birçok başka şeyde olduğu gibi sadece bireysel olarak ‘içten’ bilinen ve asla kanıtlanamayan bir duygu. Eğer davranışçı ekolden biriyseniz, aşkın bir duygu olarak son derece anlamsız ve boş olduğunu; onun yerine icraatın gerektiğini söyleyecektiniz. İnsanların kendi içlerinde yaşadıkları duygularını davranışlarına yansıtmadıkları takdirde onların gerçekten öyle hissedip hissetmediklerini nasıl anlayabiliriz ki? Annenizi seviyorsanız, onu üzmek istemezsiniz. Eğer sadece annenizi sevip, o hastalandığında ziyaretine bile gitmiyorsanız kimse sizin annenizi sevdiğinize inanmaz. Demek ki anneyi ziyaret etmek, onu sabahları öpmek, ona anneler gününde hediye almak kısaca onu ‘sevdiğinizin’ delilleri olurlar. Bunları yapmazsanız, annenizi gerçekten sevseniz de, kimse sizin annenizi gerçekten sevdiğinize inanmayacaktır.
Bu güzel mantık davranışçı kuramcılarını doğrusu çok memnun edecektir. Ve davranışçı kuram, yani ‘düşünce ve hisleri kanıtlama kurumu’ kendi içinde bir gerçekliği kanıtlama yöntemini bulurken (panzehir), aynı zamanda kendi zehrini de yaratmış olur. Erkek kadına âşık olduğunu söyler ve kadın bunu destekleyecek şeyler ararsa; erkek, gayet mantıklı bir şekilde bu ‘kanıtları’ teker teker kadına sunacaktır. Böylece yine insanların gerçeklikle baş edebilmek için bir fantezi oyunu kurduklarını görürüz. Erkeğin kadına âşık olduğu savı, sadece sav olarak kalmaya mahkûmdur ve bu gerçekliktir. Bu, insanı çıldırtan-belirsiz-karanlık-muğlak gerçeklik hiç hoşuna gitmez kadınların (insanların). Çünkü fazla mekanik, fazla dar, hareket alanı bırakmayacak, sevimsiz bir gerçekliktir bu ve bu gerçekliğe demir atmak hayatı zevkten yoksun bir buzdolabına çevirecektir. Sonra bunun "kanıtlanabileceği" keşfedilir. “Evet, senin bana âşık olup olmadığını bilmiyorum ve aslında seninle yatmak istiyorum ama seninle ‘direk yatmak’ da istemiyorum. Bana, bana âşık olduğuna dair ufak bir kanıt sunabilir misin?” Böylece erkekler şiirleri, çiçekleri buldular. İşte işlevsellik budur. Çiçek almak, gerçekten erkeğin kadına duyduğu aşkın bir sembolü, bir somutlaşmış hali olabilir; ama bir kanıt mıdır bu? Bir odada yüzlerce kırmızı gül görmenin fantezi dünyası dışındaki (realitedeki) karşılığı şu olmalıdır: “bunların hiçbir anlamı yok.” Çünkü âşık olmayan ve âşıkmış gibi yapan biri de yüzlerce gül alabilir değil mi? Demek ki gülü alan erkek değil, bizzat kadının kendisidir. Demek ki ortada kanıt filan yoktur, karşıdaki kişiye kanıtlıyormuş gibi yapmak ve tepki almak vardır. Neticede gül nötr bir şekilde kadının karşısında öylece durur. Gülün varlığı, erkeğin görünmeyen aşkından daha görünür değildir ki! Aşk nasıl bir şeyi göstermeyi başaramıyorsa, gül de bir şeyi göstermekte yetersizdir. Gülün hediye edilmesinin mantığı erkeğin aşkını kanıtlamaya çalışması değil, kadının bu yalanı nasıl karşılayacağıyla ilgilidir. Kadın sadece bir ‘şey’ bekler. Beklenen; erkeğin aşkını kanıtlaması değildir (bu mümkün değildir), erkeğin aşkını kanıtlıyor gibi yaparak, hiç olmazsa yalan söyleme zahmetine girdiğini görmektir. Yalan söyleyen, âşıkmış gibi yapan ve bunun için bin bir zahmete giren erkekler de, bu açıdan bakıldığında aslında âşıktırlar!
Erkeğin kadına çiçek alması, insanın evrim sürecindeki nevrozlarından biridir aslında. Kuru-sıkıcı gerçeklikle baş etmenin en güzel yollarından olan yalan-oyun-fantezi, her zaman olduğu gibi nevrozlu insanın imdadına yetişir. Şu diyaloğu dikkate alarak bitirelim: kızlar oturmuşlar sohbet ediyorlar. İçlerinden biri, “bu çocuk bana âşık mı değil mi bilmiyorum ama dün bana çok güzel bir çikolata paketi yaptırmış, çok hoşuma gitti doğrusu” der. Başka biri “seni sevdiği için böyle bir şey yapıyor anlasana, ben olsam çıkardım bu çocukla” der. Öbürü, “iyi ama, seni tavlıyormuş gibi yapmak için de almış olabilir o paketi, sana aşık filan değildir, bundan emin olamazsın, bence biraz daha bekle” der. Burada gerçeklik, en sevmediğimiz-sıkıcı olan gerçeklik, çocuğun paketi gerçekten hangi anlamda alıp almadığını bilemiyor ve bilemeyecek oluşumuzdur. Tıpkı Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemez olması meselesi gibi. Çocuğun aldığı paketi beğenmek, onun tadını çıkarmak ve paketi alan çocukla iyi vakit geçirmek, hatta çocuğun iyi bir çocuk olduğunu hayal etmek, buna inanmak da fantezidir, gerçeklikten kaçmanın ve eğlenmenin tek olmasa bile en güzel yollarından biridir bu. Tıpkı Tanrı’nın var olduğuna inanmak, onunla konuşmak, ona dua etmek ve onu hep yanında hissetmek gibi. Paketi aldıktan sonra bile şüpheci olmaya devam etmek, sonsuza kadar, aptalca şüphe etmek anlamına gelecektir. Çünkü çocuk âşık olmasa bile bir paket daha alabilir, bir paket, bir paket daha alabilir ve siz şüphe etmeyi kestiğinizde çocuk da gitmiş, gitmemişse bile bütün eğlence artık kaçmıştır. Tıpkı Tanrı’ya inanmayarak eğlencenin büyük bir kısmını kaçıran ateistlerde olduğu gibi… Bana kalırsa en mantıklısı fantezinin farkında olmaktır. Gökyüzünde “seni seviyorum” pankartıyla uçan uçak, doğrusu, koca bir yalan olabilir; zaten öyledir de… Ama kimin umurunda? Öyle değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder