Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2012 Cumartesi

levent yılmaz ve "kardeşlik totemi"...

Levent Yılmaz Taraf’ta çıkan yazısında Hristiyanlığın temel dogmasından bahsettikten sonra “kardeşlik totemini artık görmek istiyoruz” diyerek sonlandırmış yazısını. Nedir bu dogma? İsa’nın mezarından dirildiğine inanmak… Çünkü İsa, etrafta kimse yokken, mezarın başındaki nöbetçiler uyurken dirilmiştir ve buna hiç ama hiç kimse tanıklık edememiştir. Bu, kimsenin görmediği inanılması güç olaya inanmak Hristiyanları Hristiyan yapan ve onları birbirine bağlayan şeydir. Piero della Francesca, sonra, İsa’nın Dirilişi isimli freskosunu yapar. Bu freskoda İsa’nın dirilişi -kimsenin görmediği ama inandığı bu sahne- mükemmelen resmedilmiştir. Yılmaz da şunu demeye getirir: Böylece biz, sonraki yüzyıllarda yaşayanlar, “gözümüzle” İsa’nın dirildiğini görürüz. Yani, görmeden inanmayan günümüz insanının artık kaçacak yeri yoktur. İnanç, görme temelli bir bilimselliğe çekilmiştir çünkü.


Oysa Francesca’nın yaptığı şey oyunbozanlıktır. Kolaya kaçmaktır. Hepimizin büyük bir güçle inandığı bir kavramın bize gösterilmesi artık ona olan inancımızın da sarsılması anlamına gelecektir. İnanç kavramı kendi içinde çelişkili bir kavramdır. İsa’nın dirildiğine inanıyor olmamızın nedeni bunu hiçbir şekilde bilmiyor oluşumuzdan kaynaklanmaktadır. Nitekim dünyayı sıkıcılığa boğmakta müthiş hünerli olan realistler veya aydınlanmacı rasyoneller buna inanmazlar. Onların pozitivist dünya görüşlerinde hiçbir canlı öldükten sonra dirilemez. Bu; bilimsel temellere hiçbir şekilde uymayan, mitsel, masalsı bir uydurmadan başka bir şey değildir. Böylece ortaya kaba bir ayrım çıkar: hurafelere inanan, geri kafalı bu yobazlar ile mitolojiden arınmış, Tanrı’dan ayıklanmış, bilimin önderliğinde ilerleyen pozitivistler karşı karşıya gelirler. Bu kaba ayrım, bilime tapan/ üç boyuta hapsolmuş insanların, kendilerinin haklı olduklarına yüzde yüz emin oldukları için, egosunun şişmesine neden olur.

Kierkegaard gerçeklikle kafayı bozmuş realistlere asıl gerçekliğin bir yanılsama ve bir afyon havuzu olduğunu göstermeye çalışmıştır. Ona göre afyon olan din değildir, gerçekliktir. Çünkü gerçeklik içinde sadece “olan şeyi” barındırır. Gerçekçi dünyada Tanrılar, mucizeler, masallar yoktur; koyu bir sıkıcılık, koyu bir “her şeye hâkim olma” vardır. Gerçekçiler bir şeyi bilimsel olarak süzgeçten geçirmeden anlayamadıkları için kendi içinde bir bataklıkta yaşarlar. Kierkegaard tam da bu noktada araya girer; gerçekçiliğin içinden çıkamayacağı bir paradoksu vardır. Bir olguyu kendi yöntemiyle açıklayamazsa onu reddeder. Peki, ya bazı şeyler gerçekten de bu yöntemlerle açıklanamıyorsa? İşte asıl babayiğitlik burada başlar. Kierkegaard bilmenin/ görmenin/ gördüğüne inanmanın zaten “olduğunu”, bu yüzden de artı bir çaba gerektirmediğini iddia eder. Pozitivistler sıkıcı bir dünyaya hapsolmuş ve ufkun ötesini görmekten uzaklaşmışlardır. Oysa bilmeden, görmeden, kanıtlanmadan bir şeye inanmak en zorudur. Bu yüzden inanç devrimcidir. İsa’nın dirilişine inanmak büyük bir hüner, büyük bir cesaret işidir ve aklın bunu yapma yeteneği yoktur. Realistler inançlıları hurafelere inanmakla suçlayadursun, Kierkegaard tam tersine realistleri inanmayı başaramadıkları için “akılsızlıkla” suçlar. Tanrı’nın varlığına inanmamak olabilecek en basit ve en çaba gerektirmeyen sonuçtur, pozitivistler bunun kanıtını bulamadıklarından yakınırlar; Kierkegaard yine şaşılası bir manevrayla Tanrı’ya inanmasının nedeninin onun varlığının kanıtlanamıyor oluşu olduğunu söyler. Tanrı’nın varlığı kanıtlanabilse o zaman neden ona inanalım ki? Böyle bir durumda onun varlığı zaten bilinecek ve inanca yer kalmayacaktır; bu da hayatı mahveden sıkıcılığa dönüş anlamına gelecektir.

Umut etmenin saçmalık, umutsuzluğunsa bir erdem olduğunu savunan Nietzsche gerçeklikle kafayı fazla bozduğu için yanılıyordu. Her şeye umutla yaklaşıp sürekli başarısızlığa uğramaktansa en başından hiç umut etmeden yola çıkmanın daha gerçekçi olduğunu düşünüyordu Nietzsche. Bunun daha gerçekçi olduğu kesindir, ama gerçeklik her defasında gerçekçi olmakla kendini meşrulaştırır ve üstün görürken; büyük bir gizemi de bizden saklar: cesaretsizliğini… Başından gerçekleri kabul ederek yola çıkan Nietzsche kendi tabiriyle sürü dediği zavallılardan bu şekilde kendini ayırırken, bunun korkaklık olduğunu fark etmedi. Umutsuzluk, rüyalar âleminden uzaklaşıp gerçeklikte boğulmaktır. Korkaklıktır. Dolayısıyla asıl zor ve gerçekçi olan umut etmektir. Derrida’nın çok iyi bir takipçisi olan John Caputo işte bu yüzden, modernizmle ve aydınlanmayla tukaka edilen inanca ve dine geri dönülmesi gerektiğini söyler.

Levent Yılmaz’dan devam ediyorum: “Tayyip Erdoğan “kardeşlik hukuku” dediği bir hikâyeye Kürtlerin inanmasını bekliyor. Kürtler ise hikâyede anıştırılan ne varsa artık görmek istiyorlar. Görmeden inanmak istemiyorlar.” Gördükten sonra inanmanın bir mantığı kalmayacağı için aslında Kürtler bir şey istememiş oluyor. Görmeden inanmamak, içinde cesaretsizlik ve tembellik barındırıyor. Bizim, İsa’nın dirilişine nasıl inanıyorsak Türk ve Kürt kardeşliğine de öyle inanmamız gerek. Francesca gibi kalkıp birinin bunu bize göstermesine gerek yok. Tüm rasyonel saçmalıklardan arınık bir şekilde bu kardeşlik hukukuna inanıyor muyuz? Ne olursa olsun ölümüne umut ediyor muyuz? Gördükten sonra inanılmaz, inanıldıktan sonra görülür. Asıl gerçeklik inanmaktır çünkü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder