Oysa Francesca’nın yaptığı şey
oyunbozanlıktır. Kolaya kaçmaktır. Hepimizin büyük bir güçle inandığı bir
kavramın bize gösterilmesi artık ona olan inancımızın da sarsılması anlamına
gelecektir. İnanç kavramı kendi içinde çelişkili bir kavramdır. İsa’nın
dirildiğine inanıyor olmamızın nedeni bunu hiçbir şekilde bilmiyor oluşumuzdan
kaynaklanmaktadır. Nitekim dünyayı sıkıcılığa boğmakta müthiş hünerli olan realistler
veya aydınlanmacı rasyoneller buna inanmazlar. Onların pozitivist dünya
görüşlerinde hiçbir canlı öldükten sonra dirilemez. Bu; bilimsel temellere
hiçbir şekilde uymayan, mitsel, masalsı bir uydurmadan başka bir şey değildir.
Böylece ortaya kaba bir ayrım çıkar: hurafelere inanan, geri kafalı bu yobazlar
ile mitolojiden arınmış, Tanrı’dan ayıklanmış, bilimin önderliğinde ilerleyen
pozitivistler karşı karşıya gelirler. Bu kaba ayrım, bilime tapan/ üç boyuta
hapsolmuş insanların, kendilerinin haklı olduklarına yüzde yüz emin oldukları
için, egosunun şişmesine neden olur.
Kierkegaard gerçeklikle kafayı bozmuş
realistlere asıl gerçekliğin bir yanılsama ve bir afyon havuzu olduğunu
göstermeye çalışmıştır. Ona göre afyon olan din değildir, gerçekliktir. Çünkü
gerçeklik içinde sadece “olan şeyi” barındırır. Gerçekçi dünyada Tanrılar,
mucizeler, masallar yoktur; koyu bir sıkıcılık, koyu bir “her şeye hâkim olma”
vardır. Gerçekçiler bir şeyi bilimsel olarak süzgeçten geçirmeden
anlayamadıkları için kendi içinde bir bataklıkta yaşarlar. Kierkegaard tam da
bu noktada araya girer; gerçekçiliğin içinden çıkamayacağı bir paradoksu
vardır. Bir olguyu kendi yöntemiyle açıklayamazsa onu reddeder. Peki, ya bazı
şeyler gerçekten de bu yöntemlerle açıklanamıyorsa? İşte asıl babayiğitlik
burada başlar. Kierkegaard bilmenin/ görmenin/ gördüğüne inanmanın zaten
“olduğunu”, bu yüzden de artı bir çaba gerektirmediğini iddia eder.
Pozitivistler sıkıcı bir dünyaya hapsolmuş ve ufkun ötesini görmekten
uzaklaşmışlardır. Oysa bilmeden, görmeden, kanıtlanmadan bir şeye inanmak en
zorudur. Bu yüzden inanç devrimcidir. İsa’nın dirilişine inanmak büyük bir
hüner, büyük bir cesaret işidir ve aklın bunu yapma yeteneği yoktur. Realistler
inançlıları hurafelere inanmakla suçlayadursun, Kierkegaard tam tersine
realistleri inanmayı başaramadıkları için “akılsızlıkla” suçlar. Tanrı’nın
varlığına inanmamak olabilecek en basit ve en çaba gerektirmeyen sonuçtur,
pozitivistler bunun kanıtını bulamadıklarından yakınırlar; Kierkegaard yine
şaşılası bir manevrayla Tanrı’ya inanmasının nedeninin onun varlığının
kanıtlanamıyor oluşu olduğunu söyler. Tanrı’nın varlığı kanıtlanabilse o zaman
neden ona inanalım ki? Böyle bir durumda onun varlığı zaten bilinecek ve inanca
yer kalmayacaktır; bu da hayatı mahveden sıkıcılığa dönüş anlamına gelecektir.
Umut etmenin saçmalık, umutsuzluğunsa bir
erdem olduğunu savunan Nietzsche gerçeklikle kafayı fazla bozduğu için
yanılıyordu. Her şeye umutla yaklaşıp sürekli başarısızlığa uğramaktansa en
başından hiç umut etmeden yola çıkmanın daha gerçekçi olduğunu düşünüyordu
Nietzsche. Bunun daha gerçekçi olduğu
kesindir, ama gerçeklik her defasında gerçekçi olmakla kendini meşrulaştırır ve
üstün görürken; büyük bir gizemi de bizden saklar: cesaretsizliğini… Başından
gerçekleri kabul ederek yola çıkan Nietzsche kendi tabiriyle sürü dediği
zavallılardan bu şekilde kendini ayırırken, bunun korkaklık olduğunu fark
etmedi. Umutsuzluk, rüyalar âleminden uzaklaşıp gerçeklikte boğulmaktır.
Korkaklıktır. Dolayısıyla asıl zor ve gerçekçi olan umut etmektir. Derrida’nın
çok iyi bir takipçisi olan John Caputo işte bu yüzden, modernizmle ve
aydınlanmayla tukaka edilen inanca ve dine geri dönülmesi gerektiğini söyler.
Levent Yılmaz’dan devam ediyorum: “Tayyip Erdoğan “kardeşlik hukuku” dediği bir
hikâyeye Kürtlerin inanmasını bekliyor. Kürtler ise hikâyede anıştırılan ne
varsa artık görmek istiyorlar. Görmeden inanmak istemiyorlar.” Gördükten
sonra inanmanın bir mantığı kalmayacağı için aslında Kürtler bir şey istememiş
oluyor. Görmeden inanmamak, içinde cesaretsizlik ve tembellik barındırıyor.
Bizim, İsa’nın dirilişine nasıl inanıyorsak Türk ve Kürt kardeşliğine de öyle
inanmamız gerek. Francesca gibi kalkıp birinin bunu bize göstermesine gerek
yok. Tüm rasyonel saçmalıklardan arınık bir şekilde bu kardeşlik hukukuna
inanıyor muyuz? Ne olursa olsun ölümüne umut ediyor muyuz? Gördükten sonra
inanılmaz, inanıldıktan sonra görülür. Asıl gerçeklik inanmaktır çünkü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder