Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2012 Cumartesi

osuruğa neden gülüyoruz?

Biz insanlar belli başlı şeylerden hoşlanmıyoruz. Hoşlanmadığımızı bilmemiz aslında hoşlanmadığımız bu şeyleri düzeltmek için bize sunulan bir nimet, ama bu hoşlanmadığımız şeyleri düzeltmek için çabaladığımızda bunun hiç de kolay olmadığını anlıyoruz. Sorunlarımız öyle iki denemeyle halledilebilecek şeyler olmayınca onları halletmemeyi tercih ediyoruz. Peki, sorunlarımızı halletmediğimizde, bu sorunun çözümü haline geliyor mu? Gelmiyor elbette. O zaman nasıl çıkıyoruz bu işin içinden? Sorunlarımız yokmuş gibi davranarak. Sorunlarımız yokmuş gibi davrandığımızda artık sorunlarımız bize zarar vermekten çıkıyor mu? Cevap koca bir hayır, ama ya hemen herkes sorunları yokmuş gibi davranmayı öğrenirse? Ya bizim de sorunlarımızın olduğunu bildiğimiz için; karşıdaki kişiye sorunları söylenirse, o da bize kendi sorunlarımızı söyler diye, hiç sorun yokmuş gibi davranmaya başlarsak? Tahmin ettiğiniz gibi toplum bir üç maymunu oynama performans sanatına dönüşmüş oluyor böylece. Kimseye “gerçek” fikirlerimizi, karşıdaki kişi rencide olur diye, söylememeye başlıyoruz. Ortaya çıkan bu dünya, insanların karşılıklı birbirlerini övüp durduğu, sevdiği, beğendiği, gülümsediği, güzel cümle kurduğu bir dünyaya tekabül ediyor. Kimse kötü bir şey söyleyip zor durumda kalmak istemiyor. Maskelerle gezen ve gerçek fikirlerini, toplumdan bağımsız kendi evlerimizde söyler hale gelen insan toplulukları oluyoruz. İşte herkesin birbirine gülüp gerçek fikirlerini söylemediği ve bol övgülerle dolu olan bu duruma biz kısaca “sistem” adını veriyoruz.


Sistem, haliyle, inanılmaz bastırılmışlıkların meydana geldiği bir nevrozlar mezarlığını andırıyor. Çünkü topluma çıkarken yüzümüze yapıştırdığımız persona, topluma gire çıka gire çıka kendi görevini unutuyor ve suratımıza yapışıveriyor (buna Jung “şişme” [infiation] adını vermişti). Artık istesek de o maskeyi çıkaramıyoruz. Maskenin suratına yapışması durumuna “depresyon”; maskenin çıkması için yardım istediğimiz kişiye de “psikanalist” diyebiliriz. Maskenin yapıştığını hisseden ve kendi yüzünü görmek, o yüzü hissetmek isteyenler toplumun dayattığı sahteliği çok fazla derecede sindirmiş ve bundan kurtulmaya çabalayan insanlar. Maskenin suratlarına yapıştığını bilmeyen ve bunun farkına varmayan, varsa bile bunu beğenenler de hayatlarına hep kendi olmadan yürümeye karar veren kişiler. Demek ki sistem dediğimiz yapının içinde iki tip insan var. Hasta olanlar ve hasta olmayanlar (veya hasta olsa bile hastalıktan kurtulmak için çabalayanlar). Hasta olanlar, hasta olduklarını bilmiyorlar. Bilseler bile bunu düzeltemeyeceklerinin farkındalar.

Şimdi, demek ki, topluma girdiğimiz anda, bizim istediğimiz gibi davranmamızı engelleyen, kurallar koyan, kendi fikrimizi söylememizi engelleyen; eğer iyi yerlere gelmek istiyorsak bize yarar sağlayacağını düşündüğümüz kişilere onları bol bol övmemizi salık veren bir sistem var. Bu sistem oturuşumuza, kalkışımıza, giydiklerimize, kurduğumuz cümlelere kadar her şeye karışıyor. Çok yasakçı ve asla esnek değil. Örneğin dostumuza el ense çekebiliyoruz ama bunu ilk tanıştığımız birine yapamıyoruz. Burnumuzu herkesin önünde karıştıramıyoruz. Bir iş yemeğinde şöyle bir güzel geğiremiyoruz. Rahat rahat osuramıyoruz. Küfür edemiyoruz. Herkesin içinde sevgilimizle öpüşemiyor, bir toplantıda patronumuz konuşurken bira içemiyoruz. Beynimizde her saniye bunları yapmayı istemekle bunları bastırmak arasında bir çatışma meydana geliyor. Bu çatışmayı elbette her zaman bastırmak kazanıyor. Çünkü bunları bastırmazsak toplumdan soyutlanırız. Toplumdan soyutlanırsak para kazanamaz ve sevişemeyiz. Para kazanamaz ve sevişemezsek de ölürüz. Demek ki, aklımızdan geçen ve kendi olmamızı bize söyleyen o sesi bastırmak, yaşamaya devam etmek istiyorsak, en mantıklısı.

Peki, psikolojiden çok şey öğrendik. Ne kadar bastırırsak bastıralım, yine de bu bastırdıklarımızı bir şekilde başka zaman ve mekânlarda başka şeylere yansıtıyor olmayalım? Evet, aynen böyle yapıyoruz. Çünkü bir sülük gibi, bastıra bastıra en sonunda patlamak istemeyiz (ki, toplumda “patlamak” tabirinin tam da bu anlamda kullanıldığını biliyoruz. İnsanlar eğer bastırdıklarını başka bir kanala aktaramıyorlarsa ve bu yıllar sürüyorsa (duruma göre aylar veya günler) kişi bir anda “gerçek” haliyle ortaya çıkıyor ve yılların bastırılmışlığıyla ortaya çıktığı için de hayli şiddet yanlısı bir görüntüye bürünüyor. Yıllar boyunca karıncayı incitmemiş kişilerin bir anda akrabalarını öldürmelerinin nedeni de bu). Patlamamak için bastırılmışlıklarımızı kanalize ettiğimiz şeylere de en yalın haliyle “aktiviteler” demek mümkün. Aslında insanların icat ettiği yüzlerce aktivite sadece toplum içerisinde sürekli bastırdığımız şeyleri kusup rahatlamaktan başka bir şey değil. Kadınların en müthiş aktivitesi çok klişe tabirle dedikoduyken, erkeklerin en müthiş aktivitesi elbette futbol/basketbol maçları... Futbol olmasaydı inanın bana dünya hiç görmediği kadar cinayet görürdü. Erkeklerin stadyumdaki o görüntülerinin anlamını şimdi yakalamak daha mümkün. Ağızdan tükürükler saçarak edilen küfürler, tüm güç bağırarak yapılan tezahüratlar; olmadı şişe, çakmak, taş atmalar; koltuk sökmeler, saldırılar… Tabii bastırılmışlık ne kadar azalırsa stadyumdaki görüntüler de o kadar normalleşiyor. Açık toplumlardaki persona kullanımı, kapalı toplumlardan çok daha az olduğu için açık toplum aktiviteleri daha rasyonel düzeyde seğirtebiliyor. Ama bu, toplumsal gücün, yani sistemin açık toplumlarda yer etmediğini kabul etmek anlamına gelmiyor tabii ki. Toplumun/sistemin ulaşamadığı hiçbir medeniyet veya topluluk yoktur, olmayacaktır da.

Bastırılmışlığın işte bambaşka bir yere kanalize olduğu bambaşka bir aktivite daha var; açık toplumların keşfettiği bir aktivite: mizah. Sistemin yarattığı ve aralarından su sızmayacak kadar sıkı tuğlalarla ördüğü bu yapının, yıkılmasa bile yıkılırmış gibi olduğu, bildiğimiz en bilgece yöntem mizah yapmaktan geçiyor. İnsanlar, gülerek arınıyorlar. Neye gülüyoruz peki? Gülmenin kendisi de başlı başına bir sistem karşıtlığı olmasın. Neden çok gülmenin başımıza kötü bir şey getireceğini söyleyen bir batıl inanç gelişmiş olabilir? İnsanlar çok güldüklerinde başlarına kötü bir şey geldiklerinden olmasın. Muhtemelen hemen her zaman ciddi olmayı tercih eden toplum, gülenleri pek de olgun şekilde karşılamıyordu. Toplum içinde yalan söylüyor, herkese gülümsüyor, ciddi ciddi takılıyor ve sıkıntıdan patlayarak yaşıyorduk. Toplumdan çıkar çıkmaz hemen kendi istediğimiz hale bürünüyor ve rahatlıyorduk. Topluma, toplumun içindeyken zarar verme şansımız olabilir mi? De facto bir zarar. Öyle bir zarar olmalı ki bu, hem toplum ne yapacağını şaşırmalı hem de beni sistemi bozmakla suçlayamamalı. Doğruyu söylersem olmaz. İstediğimi istediğim zaman yapsam, olmaz. Sinirlenince küfür etsem, olmaz. Yemekte geğirsem, toplantıda osursam; hiç biri olmuyor. Tek meşru yöntem belki de gülmektir. Gülmek, tüm o sıkıntı verici sistem içerisinde güneş gibi parlamak anlamına geliyor. Bir düşünsenize, iş yerinizde bir adam var; sürekli gülüyor, sürekli neşeli. Sanki 9 saat boyunca dosyalarla uğraşıp duran o değil. Sanki az önce patrondan azar yiyen o değil. Nasıl bir adam bu? Bizim bilmediğimiz neyi biliyor? Niye bu kadar rahat gülebiliyor? Bir sırrı mı var? Soruyoruz, “yok” diyor. Sinir bozucu biri bu… En iyisi şuna dersini vermeli. Öyle pişkin pişkin gülmek ne demekmiş öğrensin! Bakın, hafızanızı zorlayın ve gülen insanlara sistemin nasıl cevaplar verdiğini hatırlamaya çalışın: “Siz, neye gülüyorsunuz, söyleyin, biz de gülelim?” Neden? Neden benim gülmeme eşlik etmek istiyorsun? Yoksa kıskandın mı? “Gülme, ben çok ciddiyim.” “Ben bunda gülünecek bir şey göremiyorum.” “Niye sırıtıyorsun?” Gülmek, toplumun yarattığı sistemde açılan en büyük gedik. Üstelik en meşru gediklerden biri… Ama tabii ne kadar meşru olursa olsun, toplum gülmeyi de yasaklar listesine eklemekte gecikmemiş (o batıl inancın piyasaya sürülme nedeni de bu). Cem Yılmaz; oyununda bu durumu nasıl açıklıyor: “Abisi aklı başında, eli yüzü düzgün ama öbürü biraz ‘şey’”. Tam olarak ad bile verilememiş, Cem çok gülüyor, demek ki “şey”.

Gülmenin sistem içine yerleştirilmiş en mükemmel mayın olması, gülmenin bir sanat haline gelmesine yol açtı tabii. İnsanları güldürmeyi başaran sanatçılar yüzyıllardır bu sanatı kullanıyor ve her geçen gün geliştiriyorlar. Mizahın sisteme bu kadar muhalif hale gelmesinin çok muhtemel en büyük nedeni, gülme anının gizeminde gizli. Gülerken birçok şeyin unutulduğu, gülme anına çok fazla odaklanıldığı düşünülürse; espriyi yapan kişi, çok ani laf cambazlıklarıyla karşısındaki kişiye laf sokmayı başarabilir. Mizah, kelimelerle dans etmek, onları eğip bükmek anlamına geliyorsa eğer; mizahçı, esprilerini sistem içerisinde bastırıp durduğu şeylerin dışavurumu için kullanabilir. Örneğin Nasreddin Hoca fıkralarının evrim sürecinde hayatta kalmasının en büyük nedeni, bu fıkraların alttan alta sisteme çomak sokmasından kaynaklanır. Akıl almaz, çok ince bir ayarla toplumsal sistem her seferinde delik deşik edilir bu fıkralarda. “Ye kürküm ye”yi, “kavuk”u, “al hiç’ini git”i ve birçok fıkrayı bu gözle okumanızı tavsiye ederim. O zaman mizahın inanılmaz bir anlamı olduğunu keşfetmemiz gecikmez. Adeta, toplumun deşarj makinesi haline gelir böylece gülmek.

Demek ki güldüğümüz şeylerde sistem karşıtı bir şeyler aramak elzemdir. Mizahın içinde muhalif bir damar aramanın mantığı buradan gelir. Neden en basit şeylerin komik olduğunu hiç düşündünüz mü? Neden osuruğa güleriz? Neden geğirdiğimizde bu komiktir? Neden küfür komiktir? Neden paytak paytak yürümek komiktir? Mizahın içinde seks olmazsa olmaz, çünkü seks toplumun yasakladığı en büyük tabudur. Osuruğa güleriz, ama hapşırığa gülmeyiz. Çünkü hapşırmak sistem tarafından yasaklanmamıştır. Sistemin bastırdığı ve yapamadığımız birçok şeyin gerçekleşmesi sayesinde bizi buna gülmeye güdüleyen bir evrimsel damara sahip insanlar. Bu, evrimsel bir süreçten başka bir şey değildir aslında. Çok muhtemel ilk insanlar ne osuruğa ne de geğirmeye gülüyorlardı. Belki de onlar tam tersine, birisi düzgün yürüdüğünde ve ciddi olduğunda gülüyorlardı. Güldüklerimiz, aslında bastırılmış davranışlarımızdır. Böylece sahnede şişmanlara, cücelere, çirkinlere gülme şansı elde ederiz. Çünkü toplum bize bu insanlara gülme şansını elimizden almıştır. Şişmanın nesine gülelim? Osuruğun nesine gülelim? Mantıklı, rasyonel hiçbir açıklaması yoktur bunun. Osuruğa gülmeyi aşağılayıcı bir şey olarak görenlerin derdi de budur, çünkü osurukta gülünecek bir taraf olmadığını çok pozitivist bir açıdan bilirler bu tipler. Doğrudur da bu. Ama işte, toplumun kabul etmediği her şey otomatikman komik olup çıkar. Beynimizin bir tarafı, evrim süreci içerisinde, toplum içinde yapamadıkları şeyleri bu şekilde ödünlemektedir. Aslında gülmek, yani mizah, topluma karşı alınmış bir intikamdan başka bir şey değildir. Osurmak komiktir çünkü her bir osurukta sistemin ördüğü duvarlar teker teker yıkılır. İşte biz osuruğa gülenler, aslında götümüzden çıkan o sese değil, o sesi yasaklayan kuralları/ toplumu/ sistemi gözümüzün önünde, bir güzel, ballandıra ballandıra yok ettiğimiz için gülüyoruz. Bu da osuruğu devrimci bir pratik olmaya aday hale getiriyor doğrusu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder