Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2012 Cumartesi

bastırılmış cinsellik ve kişilik bozukluğu

Maslow piramidinin en altında fizyolojik ihtiyaçlar bulunur. Bunlar kısaca yeme, içme, uyuma ve sevişmedir. Seks yapmak, insanın temel davranış özelliklerinden biridir. Davranış psikologlarına göre, insanların gelişim sürecinde, içine girdikleri her dönem, gerçekleştirmeleri gereken görevleri vardır. Bu görevler, o dönem içerisinde ne kadar layıkıyla gerçekleştirilirse, kişinin gelişimi de o kadar yerinde ve “normal” olur. Bu görevlerin gerçekleştirilemeyişi kişilerin gelişimine büyük sekte vurur, onların ego bütünlüğüne ulaşmasını engeller. Örneğin Erikson,
gelişimi sekiz basamaktan oluşan bir süreç olarak tanımlar. 0-2 yaş arasındaki ilk döneme ‘güvene karşı güvensizlik’ adını vermiştir. Yani, çocuk, bu süreçte annesi tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini, kısacası güvende olduğunu bilmek ister. Anne, bu güveni çocuğa veremezse, gelişimin en temel kavramlarından güven, daha ilk evrede çocukta sekteye uğrar. Daha sonra bu, anneye olan güvensizlikten hayata olan güvensizliğe evirilir. Başka bir evreyi, Freud’un anal evresini ele alalım. Çocuk bu dönemde tuvalet eğitimini uygulamakla yükümlüdür. Bu süreçte, anne baba tutumu çocuğu korkutursa çocuk dışkısını dışarı çıkarmaktan korkabilir ve tam tersi olursa da tuvaletini rahatlıkla yapabilir. Anal dönem başarıyla atlatılırsa kişi cömert, başarısız atlatılırsa ise cimri olur. Erikson’un izinden gidersek, 18’le 30 yaş arasını kapsayan, kendisinin ‘yakınlığa karşı uzaklık’ dediği dönem, bana kalırsa kişinin yaşadığı en önemli dönemdir. Bu dönemin bu kadar önemli olmasının nedeni, artık kişinin kendi sorumluluğunu üzerine almasından ve ailesinden kopup, onlara bağlı olmayan “tek başına bir ben” olduğunu kanıtlamasından/ kanıtlayacak olmasındandır. Ama elbette bu dönem, diğer dönemlerden bağımsız, mutlak bir dönem değildir; içinden geçilmesi gereken her dönem kendinden sonraki dönemi etkilediği gibi, içine girilen dönem, geride bırakılan bir dönemi de etkileyebilir. Erikson’un kuramında, 18 yaşına gelene kadar tam 5 dönemden geçilir ve bu 5 dönemin hepsinin nasıl atlatıldığı, 18 yaşına gelmiş bir gencin hayatını/ geleceğini nasıl şekillendireceğinin de en büyük ölçütlerindendir. Örneğin çocuk 4-6 yaş arasında, girişimcilik duygusu hat safhadayken, ailesine aklına gelen her soruyu sorduğunda, bu sorulara “sus”, “her şeyi merak etme” gibi cevaplar alırsa suçluluk duygusu yaşayacak ve bunu diğer dönemlere de taşıyacaktır. 18 yaşına kadar tüm dönemleri başarısız atlatmış biri, güvensiz, utangaç, kendini yetersiz hisseden ve kimlik kazanmada sorun yaşayan biri haline gelecektir. Dolayısıyla ailesinden ayrı bir birey olarak iş ve eş bulma döneminde hayli zorlanacaktır. 18-30 yaş arasındaki kişilerin eş bulması gerektiği savını, illa evlenmek anlamında düşünmeyeceğiz elbette. Bu dönemdeki kişiler karşı cinsle sorunsuzca hareket edebilmeli, sağlıklı bir cinsel hayata adım atabilmelidirler. Oysa geride bıraktığı dönemlere referansla, kendine güvenmeyen, utangaç ve kendini yetersiz/ ezik hisseden biri, karşı cinsle ilişki kurmakta zorlanacak ve hatta belki de başarısız olacaktır. Demek ki psiko-sosyal gelişim kuramı bir nevi domino etkisi gibi işlemektedir. Başarılı geçirilen bir dönem, öbür döneme olumlu bir başlangıç anlamına gelirken; başarısız bir dönem, geçilen öbür dönemde olumsuz etki yapacaktır.


18-30 yaş arasının benim için en önemli dönem olmasının bir nedeni de, bireyin nihayetinde çocuk olmaktan çıkmasıdır. Ailesinin, kültürel çevresinin, toplumun dayatmalarıyla hemen her dönemi başarısız atlatmış bir çocuğun; ipleri kendi ellerine alacağı ve kendisinden başka kimseyi rehber edinmeyeceği bir dönemdir bu. Birey toplum içerisinde hakkını arayamadığını fark edebilir, insanlara karşı neden bu kadar korkak davrandığını, fikrini söylemekten neden bu kadar çekindiğini, neden bu kadar itaatkâr olduğunu ve yaptığı çoğu davranışta neden suçluluk hissettiğini sorgulayabilir. Bu sorgulamaları kendi içine dönük, kendiyle yüzleşerek ve samimi bir şekilde yaparsa, bu sorunlardan kurtulmak için elinden geleni yapmaya çalışacaktır. Örneğin bir marketten aldığı ürün bozuk çıkarsa, bu ürünü götürüp yenisiyle değiştirmekten eskisi gibi korkmayacaktır. Beğendiği bir kadına yakınlaşmak dünyanın en zor ve meşakkatli olayı olmaktan çıkacak, son derece sıradan bir rutine dönüşecektir. Ama elbette bunu çok az kişi gerçekten başarır, çünkü 18 yaşında bir birey olarak yola çıkarken, sırtında o istemeden ona yüklenmiş tam 18 yıllık bir yük taşımak zorundadır. Kendini geliştirmeye ve büyümeye meraklı nadir insanlar, yıllar içinde bu yükü yavaş yavaş boşaltarak ilerlerken; zaten o kadar yılın yükünün ardında ezilen büyük bir çoğunluk, o yükü biraz olsun boşaltmaktansa her geçen sürede daha da biriktirirler. 

Seks, hayatımızdaki en temel içgüdülerimizden biridir. Hayatın bir parçasıdır, yaşamın kaynağıdır. Günümüz insanının başat ihtiyaçlarının başında düzenli bir seks hayatının gerekliliği yatar. Herbert Marcuse, William Reich gibi Frued sonrası birçok psikanalist ve düşünür, toplumun en büyük sorununun insanların libidinal boşalmalarını rahatlıkla sağlayamamaları olduğunu iddia ederler. İşin garibi, seks, insanın fizyolojik ihtiyaçlarının başında gelmesine rağmen, ataerkil zihniyete sahip geleneksel toplumlar, hemen her zaman çocuklarını seksten habersiz büyütür, onların ‘seks dünyasını’ tanımalarını, bilmelerini engellerler. Bu tür toplumlardaki, seksi öteleyen ailelerin illa dindar/ dini bütün aileler olması gerekmez; birçok laik ve kendine çağdaş diyen ailelerin de çocuklarına uyguladıkları muamele hemen hemen böyledir. Erikson’un kuramında 18 yaşından sonra birey, karşı cinsten biriyle yakınlaşabilmeli, dolayısıyla da sağlıklı bir seks yaşamına sahip olmalıdır. Oysa hem önceki evreleri başarıyla atlatamayan, hem de seks gibi bir kavramı tabu haline getiren kişiler; karşı cinsle ilişki kurmada son derece başarısız olurlar. 

Üniversitede 2,5 yıl devlet yurdunda kaldım ve bastırılmış cinsellik denilen kavramı burada en bariz şekliyle gördüm/ deneyimledim. Üniversite, bir anlamda büyüyen çocuğun ailesinden kopuşunun sembolik bir görüntüsüdür. Ailesine bağlı gençler üniversite hayatında onlardan uzakta olduğu için hayli zorluk çekerken; ailesinin baskılarından bezmiş gençler üniversiteyi -tam tersine- bir çeşit kaçış olarak görürler. Bu yaşa kadar hiçbir şekilde dokunulmasına, görülmesine, koklanmasına dahi izin verilmeyen seks, artık yasak koyucudan uzakta, rahatlıkla ve özgürce deneyimlenebilir hale gelmiştir. Üniversite, hem kızlar hem de erkekler için, birlikte seksi keşfedecekleri bir çeşit rüyalar ülkesidir artık. Fakat yasaklar, onların ilk koyulduğu yerden (aileden) uzaklaştığınızda yok olmazlar. Yasağın yazılı olduğu yer görünmeyen bir kâğıt değil, daha çok aklımızdır. Dolayısıyla yasa koyucudan öte, uzaklarda, özgür olduğunu düşünen gençlerin peşini yine de yasaklar bırakmaz. Böylece kızlar ve erkekler, kendi içlerinde savaşmaktan, birbirlerini ötekine sunamaz, birbirlerini tanıyamaz/ keşfedemez hale gelirler. Bir erkek için kadın; çözülemez, ulaşılamaz bir muamma olarak kalırken, bir kadın içinse erkek; aklı hep ‘o tür’ şeylere çalışan kötü çocuk olup çıkar. Her iki taraf da içgüdüsel olarak seks yapmak için adeta çırpınmaktadır; ama Freud’un çıkışsızlığı burada kendini gösterir gibidir: erkekler kastre edilme korkusundan, kızlar da penis kıskançlığından nasıl mustaripse, her iki cinse de bulaşmış yapısal bir ‘tahakküm’, seksi, gökyüzünden yeryüzüne indirmeyi engeller. 

Yurtta, bir odada sekiz kişi kalıyorduk ve arkadaşlarımın hiçbirinin kız arkadaşı yoktu. Elbette herkes deli gibi kadınlardan, seksten bahsediyor, porno filmler izleniyordu ama kimsenin hayatına bir kadın da girmiyordu. Odadaki herkesin orada burada gördüğü/ tanıştığı kızlardan bahsediyor olması, hepsinin bir kızla tanışmak için çabaladığının da kanıtıydı; ama bunların çoğu başarısızlıkla sonuçlanıyor, hatta hemen hepsi hiç eyleme bile geçmeden sonlanıyordu. Bir müddet sonra şunu keşfettim: arkadaşlarımın hiçbiri bir kızla çıkmayı seks yapmak için istemiyordu. Normalde hepimizin kızlarla çıkma amacı, en azından ilk elde, seksi deneyimlemek olmalıydı; ama arkadaşlarım seks kavramını bir şekilde beyinlerinden silmişlerdi. Kimse seks yapmak istediğinden bahsetmiyor, sadece kız arkadaş yapmak istediğinden bahsediyordu. Çünkü bir kızla çıkmak, onunla el ele dolaşmak ve öpüşmek filan, zaten yeterince zahmetli ve zor bir aşamaydı; bir de üstüne seks yapmak! O düşünülemezdi bile! Demeye çalıştığım, seks, bu şekilde öteleye öteleye öyle büyük bir tabu haline gelmeye başlıyordu ki, seks yapma fırsatı bulunduğunda dahi, kişi, bu fırsatı göz göre göre –çaktırmadan- harcayabiliyordu. Böylece hepimiz en büyük hayalimizden, keşfetmeye can attığımız şeyden, onu gerçekleştirme fırsatı bulsak dahi kaçmaya başlıyorduk. 

Bir gün oda arkadaşlarımdan birine neden kız arkadaşı olmadığını sordum. Ona, eli yüzü düzgün, yakışıklı, giyimine kuşamına dikkat eden, espri yapabilen biri olduğunu, bu haliyle neden bir kız arkadaş bulamadığını merak ettiğimi anlattım. Bana, lisede bir sürü kızla çıktığını, hepsiyle öpüşüp yiyiştiğini, vakit geçirdiğini ve düşününce tüm bunların aptalca olduğunu anlattı. Yani, deneyimleyebileceği her şeyi deneyimlemişti, bir de şimdi –zaten sevmediği şeyleri- deneyimlemenin ne lüzumu vardı? Örneğin öpüşünce ne oluyordu ki? Sadece öpüşüp duruyordun, hatta vakit kaybetmek demekti kızlarla birlikte olmak. Onlarla takılmak yerine daha çok okumak, daha çok bilgi edinmek daha mantıklıydı. Ona “her şeyi deneyimledim, derken, seksi de deneyimlemiş olmaktan bahsediyorsun değil mi?” diye sordum. Şaşırtıcı şekilde “hayır” dedi. 

Şimdi bu çocuk, neden kız arkadaşı olmadığını lisede her şeyi deneyimlediğini söyleyerek açıklıyor. Yaşı 20… 16-17-18 yaşlarında yaşadığı derin tecrübelerden öylesine bıkmış ki, yenilerini yaşamaya gerek görmüyor. O derin tecrübelerin içinde el ele tutuşmak, sinemaya gitmek ve öpüşmek var. İşin ilginci şu: çocuğun kendine yalan söylediğini açıkça görebiliyoruz. Ama o derin tecrübelerin içinde seksin olmadığını söylemesi ne demek? Eğer tutarlı bir yalan dünyası kurmazsak, yalan söylememizin ne mantığı kalır? Biri yanınıza gelip “ben uçuyorum” dese, siz de ona “uç da görelim” deseniz, o da “kimse beni görmediği zaman uçuyorum” dese, uçtuğunu iddia eden bu kişiyi anlarız. Arkadaşımın derin tecrübeleri arasında seksi saymamasının iki nedeni olabilir: birincisi, kendine yalan söylemesine rağmen, dürüst olması. Yalanı bana değil, kendine söylüyor. Üstelik anlattıkları muhtemelen doğru… Yani doğru bir yalan söylüyor, başka bir deyişle, anlattıkları doğru olmasına rağmen gerçek değil. İkincisi ise seksin, yalan söylenemeyecek kadar dünya dışı bir fenomen olarak görülmesi. Seks öyle ulaşılmaz bir şey ki etik anlayışınızı bir kenara koyarak rahatlıkla “seviştim” diyemiyorsunuz. Bu, Tanrı’yı gördüm, demek gibi bir şey. Kısacası, 20 yaşına gelmiş ve kız arkadaşı olmayan biri, kız arkadaşının neden olmadığını “rasyonelleştiriyor”. Rasyonelleştirmek kelimesini tırnak içine almamın nedeni, kişinin kendine söylediği yalanın kesinlikle rasyonellikle bir bağının olmaması… Tamamen irrasyonel, tamamen mantık dışı, tamamen uydurma olduğu belli olan bir argümanı, bu kadar rahat ve sıradan bir şekilde sunmak, kişinin içine düştüğü nevrozunun ne kadar derin ve zor olduğunun bir kanıtı adeta. 

Böylece, gerçeklikle bağı olmayan bir fanteziler dünyası yaratılmaya başlanıyor. Kişi, diyelim, istese kız arkadaş bulabileceğini, ama kızların hepsinin “geri zekâlı” olduğuna kendini inandırıyor. Bununla ilgili, kapasitesi ölçütünde, yığınla argüman geliştiriyor ve bunlardan kafasına göre istediğini seçip kullanıyor. Bunu ilk elde anlamak mümkün, dışarıya, ‘kötü’ olan dışarıya, kız arkadaşlarıyla gezen ‘kötü’ erkekler olan dışarıya, seks yapan ‘kötü’ insanların olduğu bir dışarıya karşı kendini ‘koruma ayarı’ bu. “Benim kız bulamama nedenim benden değil, benim dışımdaki başka/ öteki koşullardan kaynaklanıyor.” Veya benden kaynaklansa bile (“çok fazla kadınla takıldım, sıkıldım”) bu çok havalı bir neden olmalı… Buraya kadar tamam (tamam değil aslında ama anlaşılır). Fakat asıl şaşırtıcı olan kurulan bu fantezi dünyasının gerçekliğe dönüşmesi! Kişiler, toplumsal hayatın üzerlerinde kurduğu görünmez baskıdan kaçabilmek için yarattıkları fantezi dünyasında, bir müddet sonra kaybolmaya başlıyorlar; kaybolmaktan kastım, yolunu kaybetmek değil, kendini o dünyaya bırakmak, o duygunun içinde kaybolmak… Neden böyle oluyor peki? Çünkü git-gel dünyasında yaşamak, bu tarafa bunu söylerken kendine bunu söylemek, sürekli bir denge politikası gütmek kişiyi yoruyor, bunaltıyor. Kurduğumuz gerçekçi veya yapay dünyadan vaz geçmeyi belirten kavrama da ‘öğrenilmiş çaresizlik’ deniyor. Kişi, kendisi için önemli bir sınava girip kazanamadığında ‘iyi çalışamadığını’ itiraf ediyor. İkinci sınavda yine başarısız olunca diyelim ‘soruların zor olduğunu’ iddia ediyor. Üçüncü sınavdan da başarısız olunca (veya dört, beşinci sınav) yavaş yavaş kendine bu işi yapamadığını fısıldamaya başlıyor. Bu, kişinin çaresiz kaldığını öğrenmesi demek… Dolayısıyla kişiler, belirledikleri hedefe varamayacaklarını anladıkları anda bundan vaz geçiyorlar ama bundan vaz geçiş nedenlerini yine zihniyetlerine göre veriyorlar. Çaresizliğini öğrenmiş iki kişiden ikisinin bu çaresizliğini dışa vurdukları sebep, bizi yalanla gerçeğe çıkarabiliyor. Sınavı asla kazanamayacağını kabul eden biri “kapasitem bu sınava yetmiyor” diyebilirken, bir diğeri “bu sorular tamamen saçmalıktan ibaret, bu saçmalıklarla uğraşamam” diyebiliyor. Kişi ya birini ya ötekini tercih ediyor. 

Örnek verdiğim arkadaşım, bir kız arkadaş bulana kadar “bu işlerle vakit geçirmek aptalca, onun yerine bol bol okuyup bol bol yazmak lazım. Kızlar peşinde koşacağınıza biraz kütüphaneye gidin” diyen bir argümanı kullanıyor. Bir taraftan ama kızların peşinden de koşuyor, onları tavlamak için elinden geleni yapıyor. Zaman içinde kızlarla tanışmak için yaptığı her şey geri tepiyor, bu işten sıkılmaya başlıyor, bir kız arkadaşı olabileceğine artık inanmıyor. Çaresizliğini kabulleniyor. Bu durumda, daha önceden neden kızlarla ilgilenmediğini anlatmak için uydurduğu argüman birden onun kendi gözüne de mantıklı görünmeye başlıyor. “Sahiden” diyor, “ne diye hayatımı kadınların peşinden koşarak geçireyim ki?” Bu gerçeklikten kopuş travmasını alt etmenin en işlevsel yolu, zaten elimizde olan (uydurmuş da olsak) kendi ellerimizle yarattığımız sahte-gerçekliğe (fantezi dünyasına) abanmak. İşte artık kişiliğimiz yavaş yavaş oturuyor. Kadınlarla doğru düzgün hiçbir ilişki kurabilmiş değilim, seks hayatım yok; ama bunu isteyen benim, bu benim tercihim. Sonra televizyon izliyorum, bir dizide sürekli kadınlarla birlikte olan bir ‘Kazanova’ görüyorum. Başka bir kanalı açıyorum, orada da karşıma bedensel isteklerin boş olduğunu söyleyen, asıl güzelliğin içimizde olduğunu anlatan, ruhu yere göğe koyamayan bir yazara rastlıyorum. Oluşturduğum bu yeni kişilik, bu ikisinden birini tercih etmem gerektiğini fısıldıyor bana. Kadın vücudunu, o göğüsleri, yaptığım seksi düşünüp Kazanova’ya gıpta ediyorum adeta, onun yerinde olmak için neler vermezdim? Ama öbür tarafta da bir dünya var. Bedensel haz peşinde koşmanın, sevişip bu dünyadaki gerçeklerden uzaklaşmanın kötü bir şey olduğunu söylüyor. Olmak istediğim şey orada, ama olduğum şey de burada. İkisi birbirinden ayrılmaz, asla birbiriyle iç içe geçmez kavramlar mı? İkisinden birini seçmek zorunda olmam bir yanılsama değil mi? Şunu yapma şansım yok mu: 

Kadınlarla birlikte olamadıkça öğrenilmiş bir çaresizliğin içine düştüm. Karşı cinsle çıkmak, sevişmek, sağlıklı bir cinsel hayat kurmak benim için nerdeyse imkânsız. Bunu kabul etsem, bu konuda başarısız olduğumu itiraf etsem nasıl olur? Neden kız arkadaş bulamadığım sorulduğunda, “ya kız milleti bir tuhaf” veya “ben haz peşinde koşmak istemiyorum” demek yerine “sorma arkadaş, bir türlü beceremiyorum şu işi, çok dertliyim” desem, bunu açıkça ortaya koysam olmaz mı? Arkadaşımın kendini ‘koruma ayarı’na nazaran, bu kendini ‘koruma ayarı’ arkasına sığınmam gereken bir sahte-gerçeklik de yaratmaz. Oysa bu gerçekliğin bizzat kendisi tehlikelidir çünkü bir müddet sonra, hala karşı cinsle ilgili sorunlar yaşıyorsam, bu benim ayan beyan başarısızlığım olacaktır. Başarısızlığımı sahte-gerçekliğin ardına sığınmadan, gerçekliğin kendisiyle açıklarsam tehlikeye düşerim, neticede çevrem beni ‘açık hedef’ haline getirir ve doğruyu söylediğim için anlayışla karşılanacağıma, tam tersine alay konusu olurum. Olamadığım için olmak istediğim şeyi (Kazanova) sevdiğimi söyleyebilir, aynı zamanda olduğum şeyle de geçinebilirim. Ama bu denildiği kadar basit bir şey değildir. Çünkü olmak istediğiniz şeyi olamadıkça gerçek benliğiniz buna direnememeye başlar ve bir noktadan sonra pes eder. Çaresizliğinizi öğrendiğiniz andır bu. Fantezi dünyasının ardına saklanmayıp gerçeklerle yüzleşen ve ‘koruma ayarını’ gerçeklikle temellendiren biri de, fantezinin arkasına saklanan ve kendine yalan söyleyen biriyle aynı kaderi paylaşmak zorunda kalır. Kendimize doğruyu söylemek (“kız arkadaşım yok, çünkü ben çok utangaç biriyim”) kendimize yalan söylemekten farklı bir anlam ifade etmemeye başlar. Amaca ulaşana kadar ortaya konulan argümanlar sahteyse, amaca ulaşmanın mümkün olmadığı anlaşıldığında bu sahteliğin gerçekliğine inanılır; yok eğer bu argümanlar gerçekse, bu sefer onu sahteye çevirmek ve savunma mekanizması çalıştırmak artık meşrulaşır. 

Demek ki olmak istediğim şeyle olduğum şey arasında bir geçişlilik değil, katı bir geçişsizlik vardır (geçişliliğin mümkün olduğu tek durum, Fight Club’taki veya Doktor Jekyll ve Bay Hyde’taki gibi, olmak istediğin kişiyle olduğun kişiyi aynı bedende barındıran bir çeşit ‘kişilik bölünmesi’dir). Önemli olan savunma mekanizmamızın nasıl işlediği veya sunduğumuz argümanların gerçek veya sahte olması değil, bizzat bu argümanların ortaya çıkış nedeni, yani başarısızlıktır. Kişi, çok büyük oranda, kendisinin başaramadığı bir şeyi başaran kişiye sempatiyle yaklaşamaz. Her gün seviştiği kadınlardan veya seksten bahseden birinin, bakir bir adam için ‘idol’ haline gelmesi hayli zordur. O halde çaresizliğini öğrenen, başarısızlığını kabullenen birinin hayatını sürdürebilmesi için, yarattığı fantezi dünyasına belini dayaması ve orayı mümkün olduğunca iyi dekore etmesi gerekir. Tam bu noktada Marx ile Engels’in cümlesi kendini apaçık belli eder: “yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinci belirleyen yaşamdır.” Kişi çok istemesine rağmen varmak istediği bilince ulaşamamış, çünkü yaşam, bilinci belirlemek zorunda kalmıştır. Artık kadınlar ve seks konusundaki fikirlerini, onun karşıtı bir noktada şekillendirecek, bunu ‘onun yerine’ gerçekleştirmiş kim ve ne varsa ona sahte (ama doğal) bir çekilim hissedecektir. Kendi fikirlerinden ‘oraya’ değil, ‘oradan’ kendi fikirlerine gelecek; kişiliğini oluştururken kendi iradesiyle hareket ettiğini sanacaktır. 

18-30 yaş arasındaki bu ‘yakınlığa karşı yalıtılmışlık’ dönemini başarıyla atlatamayan kişiler, doğal olarak yalnızlık ve yalıtılmışlık hissiyle yaşamak zorunda kalırlar. Bu dünyanın daha tutarlı ve daha ayakları yere basan bir yer haline gelmesi için, yani yalnızlığın bir zorunluluk/ bir başarısızlık değil, bir tercih meselesi olduğunu kanıtlamak için, kişi, dünyasını yaratmaya/ şekillendirmeye başlar. Örneğin kadınlarla hiç cinsel ilişki kurmayan, bir mağaraya çekilip aylarca orada Nirvana’ya ulaşmaya çalışan (yalnız kalmayı seven) ve bunu başaran, öğretilerinde bedenin değil ruhun önemli olduğunu belirten bir bilgeye, diyelim Buda’ya sempati duyar, onu oluşturmaya başladığı kişiliğinin bir parçası haline getirir. Kadınlarla ilişkisi her zaman sorunlu olmuş, kendini hayat karşısında hep pasif hisseden, hayatın zorluklarıyla baş edebilmek için elinden geleni ardına koymayan ve aslında bir bakıma onu anlayabilecek seviyede bir kadınla hiç tanışmadığı için de kadınlarla sorun yaşayan birini, diyelim Kafka’yı da sepete atıverecektir. Bu şekilde, temeli tamamen illüzyonlar üzerine kurulu, bilincin kişiliğin kendisini değil, yaşamdaki belli başlı başarısız evrelerin bilinci oluşturduğu bir dünya ortaya çıkar. Bastırılmış cinselliğin ortaya çıkardığı, bambaşka, özgün/ olası gerçekliğin çok ötesinde bir dünyadır bu. 

Bu sahte-gerçeklikten oluşan dünyanın temeli, seks yapamamak üzerine kurulu olduğuna göre, seks yapıldığında bastırılmış dünya tekrar özgün haline gelir mi? Muhtemelen gelir; ama diyelim o zamana kadar savunulmuş ve söylenmiş her şey, bir çırpıda yok da edilemeyeceği için, kişi arafta kalmaya başlar. Artık onu oradan alıp oraya yapıştıracak, orayı sökecek, burayı dikerken başka bir yer sökük verecektir. Talihsizlik şurada ki, dünyasını sahte-gerçeklik üzerine kurmaya başlayan ve artık elini eteğini kadınlardan çeken kişi, kendini bu dünyaya öylesine kaptırır ki, tutarlı olmak adına –bu sefer- gerçekten seksin o kadar da önemli bir şey olmadığına kendini inandırır. Buna inanmazsa tutarlı bir kişilik oluşturamaz ve içine düştüğü dengesizlikten kişilik bozukluğuna adım atabilir. Kendine yalan söylemek, sahte-gerçekliği yaratırken bu gerçekliği birbirine tutkallamak –bu açıdan- yanlış değil, son derece doğru ve hatta gereklidir. ‘Yakınlığa karşı uzaklık’ dönemini başarıyla atlatamayan, sağlıklı bir cinsel hayatı olmayan, hatta bakir olan birinin oluşturduğu bu fantazmatik, sahte, ama tutarlı olmaya yazgılı dünya; bir açıdan kişilik bozukluğunun kendisiyken bir açıdan sağlıklı olmanın da bizzat kendisidir. Bu sağlık ama kişinin kendi iç dünyasının sağlığıdır, onu sosyal hayatta ‘kendinde sorun görmeyen birey’ haline getiren bir sağlık… Genel olarak bakıldığındaysa, bunun çok net bir nevroz olduğunu söylemeye gerek bile yoktur. Bu kişilerin kişiliği bozuk değil, sahtedir, dolayısıyla da bozuktur.

8 yorum:

  1. valla bu kadar uzun ve sıkıcı bir yazıyı ilgiyle okumuş olmanız tam bir mucize. tebrik ederim :)

    YanıtlaSil
  2. Parmaklarınıza sağlık. Artık takipçinizim.

    YanıtlaSil
  3. kaynak yok mu hepsini sen mi yazdın inanmam

    YanıtlaSil
  4. İlginç bir yazı olmuş. Emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
  5. Emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
  6. Uzun süredir böylesi içine çeken ve etkileyen bir yazı okumamıştım. Tebrikler.

    YanıtlaSil
  7. kardeş Freud den bir kesit araştırırken rast geldim fakat ilgi çekici bir yazı olmuş Allg gönlüne göre versin :D

    YanıtlaSil