Bizim kültürümüzde retorik sanatından anlayan kimse yok. Retorik derken bunun nasıl bir şey olduğunu, hangi anlama geldiğini ve neden sanat olduğunu açıklamak zorundayım, malum. Hepimiz, zaman zaman, bu ülkenin sadece savaşmaktan başka hiçbir şeyden anlamadığını yazıp duruyoruz. Savaşmak konusunda enfes bir yeteneğimiz var ama olay barışmaya gelince akıl almaz bir beceriksizlik söz konusu oluyor (özür dileyememek gibi). Aynı şey konuşmak, diyalog kurmak, amaca ulaşmak için zihin egzersizleri yapmak gibi konularda da kendini gösteriyor. Damarlarımızda asil bir kan yerine mızıkçı çocukların aktığını, tembelliğin yaşamımızı belirleyen en önemli unsur olduğunu, beyin fırtınası tekniğinden tek anladığımızın içinde beyin olmadan sadece fırtına estirmek sayılabileceğini gelin en başından kabul edelim. İşte böyle bir arka planla bugünlere gelmiş bu nesil ve bu nesillerin seçip oraya yolladığı vekiller, yetişkin bir insanla karşılaştırıldığında hepi topu bir çocuğa yakışacak seviyede bir performans sergiliyorlar. Benim bu hayattaki başlıca inançlarımdan biri retoriktir. Retorik, konuşma sanatı olarak lanse edilse de aslında bir düşünme sanatıdır. Düşünmesini bilmeyen bir kimse, aklına gelen en basit yöntemi söylemeyi marifet sanır. Bu yöntem de pek tabii dövmek, küfür etmek, taş atmak gibi ilkel yöntemlerdir. Bugün ve yıllardır siyasetimizi belirleyen yöntemlerimiz de hep bunlar olmuştur zira.
Şimdi gelin BDP’nin yaptıklarına bir bakalım: Biz hemen her zaman politik bir çıkmazdan, bir krizden, bir konudan bahsederken; konunun hep politikayla, ideolojiyle, dinle ilgili filan olduğunu sanıyoruz. Oysa bunların çoğunun bu tür kavramlarla hiçbir ilgisi yoktur. Hatip Dicle YSK’nın kararı ile milletvekili olamadı değil mi? Bu Kürtler için (ve birçok duyarlı kişi için) kötü bir haberdi. Siyaseten yanlış bir karar olduğu herkesçe söylendi. Devlet karşısında sürekli korku koşullanmasına maruz kalmış bir kültürün partisi olarak BDP, bunu kendilerine yapılmış bir oyun olarak algıladı (haklı olarak). Neye dokunsa elektrik akımına kapılmış Kürtler, dokundukları başka bir şey daha elektrik çarpınca, hemen korkup kabuğuna saklanan bir kaplumbağa gibi davrandılar. Bu korku koşullanması ve kabuğuna çekilme reflekslerinin sizi getireceği nokta bağımlılıktır. Hayat içinde karşınıza çıkan yığınla soruna verdiğiniz tepkiler koşullu ve refleksiv olursa, bu bağımlılıktan kurtulmanızın tek yolu bağımlı olduğunuz uyarıcınızın belki bir gün imana gelip sizle uğraşmasını bırakmaktan geçer. Bu, sizin dizginleri elinize alıp harekete geçmenizi sonsuza kadar engelleyebilir ve karşı tarafa (psikolojik olarak) “koşullu bağımlı” olduğunuz anlamına gelir.
Gerek İmralı’ya bağımlı yaşama (pozitif bağımlılık) gerek AKP’ye bağımlılık (negatif anlamda) bireysel olarak büyümek ve özgürleşmek isteyen bir partinin önünü sürekli kapatacaktır. Şöyle aptalca bir örnek yaratalım: BDP ile AKP sekizer yaşlarında ufacık çocuklar ve top oynuyorlar. Top BDP’nin… AKP’nin vurduğu top patlıyor. BDP hemen topun kendilerinin olduğunu ve AKP’nin topu alması gerektiğini söylüyorlar. AKP “ne demek canım alırız, topunuza mı kaldık?” diye cevap veriyor ve topu almaya bakkala doğru ilerliyor. BDP; topun alınması normal, gerekli ve kendileri de bu konuda %100 haklı oldukları için “tabii alacaksın oğlum topu, sen patlattın sen alacaksın, hem almayıp da ne yapacaksın, bizle maç yapmak zorundasın neticede” demeye başlıyor! AKP bakkalın önünde durup “Allah Allah, niye zorundaymışım (önemli kelime), sen beni bir şey yapmaya zorlayamazsın!” diye tepki vermesin mi! Haydaaa… Topu alırsın almazsın, alırsın almazsın, sonunda AKP topu almıyor, BDP “ben oynamam o zaman” diyor, AKP de “oynamazsan oynama, biz kendi aramızda oynarız” diyor! Ne oldu peki? BDP –her zamanki gibi- haklı olduğu yerde hakkını alamadı. Çünkü BDP retorikten anlamıyor, çünkü BDP siyaset yapmasını bilmiyor. Siyaset %100 haklı olduğunuzda ve/ya %100 doğruları savunduğunuzda (Mahçupyan’a selam) önünüze hazır paket olarak konulan bir şey değil ki… Siyaset haklı olduğunuzda haklılığınızı onu anlamayacak olanlara anlatma sanatıdır. Haklı olduktan sonra bir de onu anlatabilmeniz gerekir. Bugün liberallerin de başına çok sık gelen bir sorundur bu. AB komisyonu, soyut bir politik tahayyülden ibaret demeçlerinde, anayasanın, tüm partilerin ortak kararlarıyla yapılmasını ister, oysa bu naif ve steril isteğin Türkiye politikasında karşılığı yoktur. Yapılması gerekenlerin yapılabilmesini sağlayan şey siyasettir ve her siyaset kendi içinde o kültürün zihniyetini taşır.
BDP’nin boykot kararı politik bir karar değil, koşullu bir tepkidir ve politikanın değil psikolojinin alanına girer. Selahattin Demirtaş “AKP biz olmadan anayasa değişikliği yapacakmış, buyursun yapsın; ama özgürlükçü bir anayasa yapacaksa biz buradayız” mealinde bir açıklamada bulundu. Bu neresinden bakarsanız o kadar elinizde kalacak bir bakış açısıdır, çünkü bir ihtimali göz ardı etmektedir: “Ya AKP dediğinizi yapmazsa?” Bütün mesele budur (“buyursun yapsın” dediğinizde sizin bundan hiçbir çıkarınız olmaz ve bu kararla başladığınız noktadan daha geriye düşer, bir kişi için 35 kişiden olmak gibi son derece “rasyonel” bir sonuca da ulaşırsınız doğrusu). Olay kum havuzunda çocuk oyununa dönüştüğü için (bizde siyaset böyle yapılır) AKP de dediğinizi yapmaz. İşin ilginci kimse burada AKP’yi suçlayacak durumda da değildir. Suçlarız, yaptığını saçma ve uzlaşmacı bulmayız, ortalığı kızıştırdığını düşünebiliriz; ama tüm bunlar BDP’nin yaptığından daha kötü bir hamle değildir. Bu kadar kötü bir hamleye bu kadar kötü bir cevabı ben bu ülkede normal karşılayanlardanım ve AKP’ye hiçbir şekilde kızmıyorum (BDP’nin haklı ve mağdur olduğunu da sonuna kadar savunuyorum). Bu ülkede demokratik bakış açısına sahip avuç içi kadar kişi varken, bir anda başkalarının demokrat olacağını umut ederek kuyuya bu umutla inmek saflıktır, siyaseti ve retorik sanatını bilmemektir.
Bu ülkede neredeyse kimse ve hiçbir parti demokrat değildir, olmamıştır. Bin bir zorlukla, ite kaka, düşe kalka ilerliyoruz ama bu bizi –hızlı ilerlemeyle aynı hızla- demokrat yapmıyor. Zihniyet gelişimimiz ülkenin gelişimine oranla hayli ama hayli yavaş. Bu yüzden ilk öğrenmemiz gereken şey muhatabımızla konuşurken nasıl konuşacağımızı bilmek… Üç kelimeye, iki lafa, hemen her şeye alınan bir kültürden geliyoruz. Ben BDP’nin yerinde olsam, özgürlükler ve tüm haklı savaşım adına nasıl konuşmam gerektiğini öğrenirdim. Örneğin Erdoğan’ı ve partisini bol bol öven cümleler kullanırdım (belli ki bundan hoşlanıyor). Hatip Dicle kararı sonrası Erdoğan’a seslenir ve “Sayın Erdoğan aldığı oyla bu ülkede ne kadar sevildiğini göstermiştir. Partisi iki kişiden birinin oyunu almıştır ve mazlumların sesi olmuştur. Dicle’nin meclise girmesi için kendisinden ve partisinden yardım istiyoruz ve onun kalbinde çok iyi bildiğimiz tertemiz bir güzelliğin ve kardeşliğimizi pekiştirecek bir yiğitliğin var olduğunu da biliyoruz. Erdoğan dostumuza Diyarbakır’dan, sevgi dolu selamlar diliyoruz” dese, sizce bu cümlelere karşı AKP nasıl bir cevap verirdi? Şimdi birisi çıkıp bunun bildiğin boyun eğmek, yağ çekmek, tapınmak olduğunu filan söyleyecektir.
Ben de onlara şöyle cevap vereyim: taptığımız şeyler uğruna binlerce yıl sadece ölebileceğimizi öğrendik. “Tükürüğümü yalamaktansa ölürüm daha iyi”, “bir yemin ettim dönemem” ve benzeri cümlelerde hep bir sürü şey ölmekten daha kötü karşılandı. Benim anladığım, biz sadece bir şey uğruna ölüyoruz ama onun ötesinde bir şey yaptığımız da yok. Önerdiğim şeyse bu sefer özgürlükler adına övgü dolu cümleler kurmak ve muhatabımıza güzel sözler söylemek (ölmekten daha iyi bir fikre benziyor). İnanın bana, sadece bunu yaptığımız anda akıl almaz şeylerin gerçekleştiğini göreceksiniz bu ülkede; ama her şeyde olduğu gibi bu da bir paradoksa çıkıyor: retorik sanatını bilmek için demokrat olmak gerekiyor, çünkü ancak demokratlar bir amaç uğruna ölmektense konuşma sanatını kullanmayı becerebiliyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder