Milan Kundera’nın “Kimlik” isimli romanında Chantal ve Jean-Marc arasındaki ilişki anlatılıyor. Bu çiftin ilişkileri eskisi gibi değil, yıpranmaya başlayan bir ilişkileri var. Chantal, zaman içerisinde kendisini çekici bulmaktan uzaklaşıyor ve erkeklerin eskisi gibi kendisine bakmadıklarını gözlemliyor. Bunu sevgilisi Jean-Marc’a da anlatıyor. Derken, posta kutusunda isimsiz (daha doğrusu sahte isimli) bir mektup buluyor. Bu mektupta kendisini çok beğenen bir adamın onun güzelliğini tasvir edişi yer alıyor. Sonra bu mektuplar birikiyor. Chantal bu mektuplardan Jean-Marc’a hiç bahsetmiyor ama bir taraftan da bu gizli hayranın kim olduğunu araştırmaya başlıyor. Bir noktada mektuptaki yazıyı kontrol ediyor ve bunun aslında sevgilisi Jean-Marc olabileceğine dair bir fikir beliriyor kafasında. Mektuptaki el yazısı ama elbette Jean-Marc’ın el yazısına hiç benzemiyor. “Jean-Marc’ın el yazısı hafifçe sağa yatıktır, harfleri de küçük yazar; oysa yabancının mektuplarındaki yazı sola yatık, harfler de iri.” Demek ki bu yazı sevgilisine ait değil. Peki ya sevgilisi, kendisinden şüphe edileceğini bildiği için bizzat el yazısını değiştirdiyse? Chantal o zaman şu karara varıyor: “ne var ki onu bu yutturmacada ele veren, aslında iki yazı arasındaki belirgin fark.” Yani Jean-Marc’ın oyununun bozulmasının nedeni, yalanını doğrunun tam uç noktasında söyleyerek kurması. Kendi el yazması sağa yatık ve harfleri küçük, ona benzemeyen bir el yazısını yaratmak içinse sola yatık ve büyük harf kullanmış. O zaman şunu söyleyebiliriz: Her bir yalan gerçeğe gönderme yapar. Gerçeklikten kurtulmak için yarattığınız fantezi dünyanız size gerçeklik olarak geri döner. Şimdi duruma yakından bakalım:
Gerçeklikten kaçmamızın nedeni onunla aramızın iyi olmaması… 150 kiloluk arkadaşınıza “şişko” dediğinizde arkadaşınız bu gerçekliği kaldıramıyor. Arkadaşınızın sevgilisine çirkin olduğunu söylerseniz, kendisi duygusal yönden rencide oluyor. Size gösterilen bir tabloyu inceleyip hiç beğenmediğinizi söylediğinizde eserin sahibi bozuluyor vs. vs. Haliyle hepimizin kulağa hoş gelen şeyler duymak istediği ve bunların duruma göre yalan olması gerektiği açık. Demek ki bu bilgiye de sahibiz. Yani gerçeği söylemek “kötü” olabiliyor ve muhatabımızı üzüyorsa, o zaman yalan söylememiz gerekiyor. İyi ama, yalan söylenmesi gerektiğini de herkes bildiğine göre o zaman söylenen her bir yalan, yalan olduğu bilinmesine rağmen, göz göre göre söyleniyor. Çoğu zaman bu da söylenen yalanın direk gerçekliğini ortaya çıkarmış oluyor.
Şöyle bir fıkra anlatayım: bir gün bir çiftçinin atı çalınır. Çiftçi kapı kapı tüm kasabayı araştırır ve çalınan atını bir çiftlikte bulur. Atın sözde sahibine atını geri almak istediğini söyler ve kasaba halkına onun hırsız olduğunu belirtir. Atın sözde sahibi ise atın kendisinin olduğunda diretir. O an atın gerçek sahibi “madem at senin, söyle bakalım, atın hangi gözü kör?” diye sorar. Adam şöyle bir bocalayıp “tabii ki sağ gözü” der. Sonra bir an yanıldığını anlayıp “sol, sol gözü” der aceleyle. Çiftçi gülüp cevap verir: “hiçbir gözü kör değil atımın.” Hırsız böylece tuzağa düşer, çiftçi atını alıp gider. İşte bu örnekte olduğu gibi, yalan söylemek çoğu zaman gerçeği söylemek anlamına gelecektir. Bunun benzersiz bir örneğini ise şöyle verebilirim: bazen sokakta, bir kaldırıma oturmuş bira içen insanlar görürsünüz. Bira içtikleri anlaşılmasın diye kutu birayı gazeteyle sararlar. Bira içmek hoş karşılanmayan bir şeyse, o zaman bu adamlar “yalan söylemek” durumunda kalırlar ve içtikleri bira kutusunu örterler. Oysa zaten birayı gazeteyle örtmek, onun bira olduğunu daha fazla vurgulamaktan öte anlam taşımaz. Gerçeklikten kaçmak için uydurduğumuz yalan, bizzat gerçekliğin kendisine dönüşür.
Şimdi Jean-Marc’ın mektubuna geri dönelim. Jean-Marc sevgilisine bir başkasının elinden çıkmaymış izlenimi yaratacak bir mektup yazmaya karar veriyor. Mektubu aynen kendi el yazısıyla yazsa, sevgilisi kendisinden şüphelendiği anda bunu kontrol edecek ve mektubu onun yazdığını anlayacak. O zaman kendi el yazısına benzemeyen bir el yazısı kullanmalı. İşte burada Jean-Marc’ın çok dikkatli olması gerekiyor. Karısı kendisinden şüphelenecekse kendisinin mektubu alelade kendi el yazısıyla yazamayacağını biliyor olacak. O halde, zaten şüphe altında olduğu anda yazının bizzat değiştirileceği çok aşikârdır. Dolayısıyla Jean-Marc kendi el yazısının tam zıddı bir el yazısı yaratıyor ve bu, mektubu onun yazdığını ele veriyor. Şimdi en merak ettiğimiz soruya geliyoruz: Jean-Marc kendi yazısını yazsa (doğruyu söylese) yakalanıyor, başkasının el yazısını taklit etse (yalan söylese) yine yakalanıyor! Sizce Jean-Marc ne yapmalı? Bu örnekte (doğruya aşırı asimetri şekilde ) yalan söylemenin bizzat doğruyu söylemek olduğunu fark ediyoruz. Yani yalan söylemek sanıldığı kadar basit bir kavram olmaktan çıkıyor ve giriftleşiyor. Şimdi şöyle bir beyin fırtınası yapsak?
Chantal mektubu Jean-Marc’ın yazdığından şüpheleniyorsa mektuptaki yazıyla Jean-Marc’ın yazısını karşılaştıracaktır. Burada kendimizi Chantal’ın yerine koyup daha derin düşünebiliriz. Jean-Marc, eğer başkasının el yazısını taklit edecekse o zaman illa ki başka bir el yazısını kullanmak zorunda kalacaktır ve Chantal da bunu kesinlikle tahmin edecektir. Mektubu kendinizin yazmadığını göstermek istiyorsanız yapacağınız ilk şey başka bir el yazısı kullanmaktır. Oysa bu gerçeği, bu basit gerçeği hepimiz bildiğimize göre, belki de Jean-Marc ufak tefek değişiklikler dışında başkasının el yazısını hiç kullanmamalı. Yine kendi el yazısıyla ama tek tük değişikliklerle yazmalı mektubu. Chantal mektubu okuduğunda yazının Jean-Marc’a ait olduğunu anlayıp hemen sevinecektir, ama Jean-Marc madem kendisine bir oyun kurdu, o zaman kendini açık açık bu kadar deşifre eden bir el yazısıyla yazmış da olamaz! Demek ki bu kişi Jean-Marc değildir! Şimdi içine yuvarlandığımız delik çok daha eğlenceli artık: Jean-Marc kendi el yazısını kullandığında doğru, başkasının el yazsını taklit ettiğinde yalan söylüyordu. Oysa şimdi –tekrar- kendi el yazısını kullanmasına rağmen, yani az önceki cümleye referansla doğruyu söylemesine rağmen, yalan söylemiş oluyor!
Buradan çıkaracağımız sonuç şudur: gerçeklik sıkıcı, fantezi eğlenceli… Ama fantezi, gerçeklik var olduğu sürece anlamlı ve bu kavramlar sürekli yüzergezerler, asla sabit değiller. Küfür örneğini anımsayın:
“senden rahatsız oluyorum” = sıkıcı gerçeklik.
“Senin ananı becermişler” = fantezi- yalan.
Küfrün realitede hiçbir karşılığı olmamasına rağmen yine de küfrü realite dünyası içinde algılamayı tercih ediyoruz. Yalanın yalan olduğunu biliyoruz ama onu doğruymuş gibi kabul edip oyun oynuyoruz. Yalandan kaçmanın tek yolu da böylece doğruyu yalan şekline getirmekten geçiyor. Scarface’te Tony Montana “ben yalan söylerken bile doğruyu söylerim” diyordu. Belki de asıl mesele doğruyu söylerken bile yalan söylemek. Çünkü hem daha karlı hem daha eğlenceli...
iğrenç
YanıtlaSil