Politika, sinema, popüler kültür vb. konular hakkındaki fikirlerimin bulunduğu bir blog sitesidir.
Bu Blogda Ara
2 Eylül 2011 Cuma
caputo- kierkegaard- din
That is because religious people are lovers; they love God, with whom all things are possible. They are hyper-realists, in love with the impossible, and they will not rest until the impossible happens, which is impossible, so they get very little rest. The philosophers, on the other hand, happen to be away that day, staying in a nice hotel, reading unreadable papers on "the other" at each other, which they pass off as their way of serving the wretched of the earth. Then, after proclaiming the death of God, they ject back to their tenured jobs, unless they happen to be on sabbatical leave and spending the year in Paris.
Şu bölüm gerçekten inanılmaz. Burada Kierkegaard’vari bir din açıklaması var ve bu açıklamayla Nietzsche’ye giydirmiş oluyor aslında Caputo. Çünkü örneğin umut etmenin aptalca bir şey olduğunu düşünmüştü Nietzsche. Umut etmek, aslında, aptalların yaptığı bir şeydir. Hayatı müthiş bir mutlak gerçeklikle gören Nietzsche için umut sahtekarlıktan başka bir şey değildi. İnsanların umut ederken nasıl sahtekarca kendilerini kandırdıklarını görüyordu ve kendi içini yokladığında –benim gibi- umut etme tuzağına düşmüyordu. Umut, kendi içinde çelişkiliydi ona göre. Her bir umut, umutsuzluğa atılan bir odun parçasıydı ve insanların kendi mutsuzluklarını nasıl bu kadar basitçe ve aptalca arttırdıklarını bir türlü anlamadı Nietzsche. Halbuki Caputo, zaten tam da “imkansıza” yatkınlığı nedeniyle dini el üstünde tutuyor ve çok “imkan” dahilinde konuştuğu için Nietzsche ve onun gibileri –belki beni- korkaklıkla suçluyor. Caputo, tam da umutsuzluğun aslında korkaklık olduğunu ve kendini kandırma hali olduğunu ortaya atıyor. Nietzsche’ci bir şekilde yıllardır umut etmeye hiçbir değer vermeyen ben bu iddiayla resmen dumura uğramış durumdayım. Çünkü gerçekten umut etmekten kaçmayı “rasyonalite” içinde kaçılan bir çeşit afyon olarak görmek mümkün. Aslında, sadece filozofvari bir şekilde atıp tutup- cümlelerle dans ediyoruz, bir çok şey ortaya atıyoruz ama belki Nietzsche’nin dahi yaptığı, zor olandan kaçmaktı. Nietzsche umut etmeye bok atıp (çünkü “umut” iyi bir şeydi toplum için ve aslında Nietzsche de Derrida’nın “dikotomi” tuzağına düşmekten başka bir şey yapamadı. “umut” iyi bir şeyse, demek ki kötü bir şeydi, tersine çevir, otel odanda takıl) kendini kandırma yolunda yoluna devam etti. O zaman dolaylı yönden Kierkegaard ve aslında şimdi Caputo’nun ne demeye çalıştığıyla bitireyim:
“Impossible” olan, yani hep umut edilebilir olan dindir. Gerçekleşme şansı “mucize” olanı beklemek dindir. Çünkü din-dışı olan dünya sıkıcı ve aptalca. Oysa din zevkli-ironik ve seksapeldir. Dinde heyecan vardır, çünkü “imkansızın” peşinden koşulur, ne olacağı belli değildir, belirsizdir; oysa bilim zaten oyununu “imkan” dahilinde oynar. Daha da beylik bir Kierkegaard din yorumuyla açayım, der ki aslında üstad:
“Yiyorsa umut edin; yiyorsa inanın!”
İşte bu yüzden Kierkegaard dindarlığın dinsizlikten daha mükemmel VE DAHA ZOR olduğunu iddia etti. Çünkü İbrahim’in oğlunu kesecek olmasının nedeni –akıl almaz bir şekilde- sadece inanmasıydı.
"barda" üzerine...
"barda", beyaz türklerin kabus fantezisini gösteren bir film bir nevi. öteki türklerin de rüya fantezisi olmuş oluyor böylece. nabzınıza göre, meşrebiniz neyse, bu filmi ona göre ele alabilirsiniz. eğer eğitimli-çağdaş-laik-beyaz türkseniz, bu damarlarınıza kadar sinmiş "öteki" korkusu feci depreşecek ve pekişecektir. eğer eğitimsiz-gerici-kıro, öteki türkseniz, bir nevi rahatlayacak ve intikam aldığınız duygusuyla rahatlayacaksınız.
şükran moral üzerine...

king kong üzerine...
dün, tv'de peter jackson'ın king kong'unu izledim. ilk filmi, 33 yapımı filmi izleme şansım olmadığı gibi, ondan sonraki yapılmış herhangi bir king kong filmi de izlemiş değilim. fakat popüler kültürde olsun, referans sinemasından olsun göndermelerini ala ala, oradan buradan aşina oldum elbette kong'a. fakat kong'u dün bir kez daha izleyince filmi farklı açılardan okumak için yine yollara düştüm.
film üzerine nasıl bir yorum yapıldığı hakkında en ufak fikrim yok. incelemiş değilim. haliyle yapacağım her tür okuma, başka okumaların pek muhtemele tekrarı da olacaktır, kaçınılmaz olarak.
filmin en muhtemel okuması "aşk hikayesi" ile başlayalım.
kustirica olayı üzerine...
işin en eğlenceli tarafı ne biliyor musunuz? kusturica'nın giderken ermeni soykırımını tanımaktan bahsetmesi. bunu semih kaplanoğlu'na demesi üstelik. şimdi türkiye'de ermeni soykırımını tanıyıp ermenilerden özür dileyen toplam iki elin parmağı kadar adam çıkar. bunlardan biri de semih kaplanoğlu'dur zaten. ne demeye kusturica böyle bir laf eder?
türban üzerine
Yıllar geçti, hala türban tartışmalarını izlerken türban-karşıtlarının bu konu hakkındaki yeterliliklerinin ne kadar da az olduğunu bir kez daha anımsayıp üzülmeden edemiyorum. Bu tartışmaları ve türban-karşıtlarının argümanlarını izlerken içten içe bu kişilerin okudukları onca kitap, aldıkları onca eğitim nereye gidiyor, diye düşünmeden de edemiyorum. Böylece, belki daha iyi anlaşılır diye olaya başka açılardan örnekler vererek yaklaşmaya çalışayım, diye düşündüm ve bunun için de Nilüfer Kuyaş’ın 8 Ekim’de Taraf’ta çıkmış yazısını (“Hicap duymak”) referans alarak bu yazıyı yazmaya karar verdim.
ateizm üzerine...
Çoğu zaman, insanların bilinçli bir şekilde başkalarını sosyal anlamda gözlemleyip kendisiyle özdeşleştirdiğini veya uzun uzun düşünerek belli bir amaca varabildiğini düşünüyoruz. Örneğin, bir bara gidip arkadaşlarımızla buluşuruz. Orada yeni insanlarla tanışırız. Bu insanların kim olduğunu öğrenmeyi deneriz. Birinin, yüksek lisans yaptığını, dil bildiğini, piyano çaldığını, ateist olduğunu ve CHP’ye oy verdiğini öğreniriz. Başka biri bölüm birincisi olarak mezun olmuş, sosyalist, pozitivist biridir. Bir diğeri tanrı'ya inanmakta, öbür tarafı önemsemekte fakat sadece cumaları namaz kılmaktadır vb. Bu insanları 'bilinçli' addederiz. En azından ateist-laik-solcular, kendilerini hayli bilinçli, diğerlerini -özellikle dindarları- bilinçsiz görürler. Hayattaki gerçekleri görenler onlardır, dindarlar ise safsatalara inanmaya devam eden kişilerdir sadece.
Eğitim-sizlik şart!
Türkiye halkının, gerekli gereksiz en çok kullandığı “slogan”lardan biri, malumunuz, “eğitim şart”tır. Akademisyeninden futbolcusuna, mimarından çiftçisine hemen herkes bu ülkede en az bir kez de olsa bu cümleyi söylemiştir. Bir ülke insanının diline bu kadar yerleşmiş ve bu kadar klişeleşmiş bir cümlenin, art arda söylenen sözcüklerin bir müddet sonra asıl anlamlarını yitirmeye başlaması gibi, gittikçe asıl anlamından uzaklaştığına ve deformeye uğradığına tanık oluyoruz. Nasıl bir cümle daha bitmeden o cümle hakkında yorumda bulunamıyorsak; cümle, harfi harfine aynı da olsa, yıllar sonra yapısal olarak hiçbir değişikliğe uğramasa da, içinde bulunduğu “kontekst” hiçbir zaman var olmamayı sonlandıramayacağı için, aynı kalmamaya da mahkûm olur aslında. “Eğitim şart” şiarının başına gelen de bu.
Entelektüellik ve gizil halk düşmanlığı
Etyen Mahçupyan; “Cemaatin Afyonu” yazısında (Taraf: 16.12.2009) popülizmin sadece siyasi alanda değil entelektüel alanda da hayli geçerli olduğunu söylüyordu. Ben bunun uzun zamandır en geçerli olduğu alanın ‘popüler kültür eleştirisi’ olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda Mahçupyan’ın cümlelerini şu şekilde dönüşüme uğratıyorum: Bu eleştiri türünde, içinde bulunulan yaşam koşullarının neden olduğu apaçık haksızlıkların sırlanmasıyla makalenin ‘alt yapısı’ hazırlanıyor ve üstü de kimsenin itiraz edemeyeceği evrensel doğrularla süsleniyor. Böylece örneğin ‘popüler kültür eleştirisi’nde modası hiç geçmeyecek, ama hiçbir zaman da eleştirel anlamda işlevsel olmayacak ‘steril’ yazılar yazmak mümkün oluyor. Bu yazılar duygusallığı öne çıkartarak ‘güçlü’ oluyorlar... Açıklamaya çalışalım:
metot oyunculuk
not: metod oyunculuk denen şeyden artık iyice tiksinmeye başladım. yok russell crowe rolü için 80 kilo aldı, yok bir annenin nasıl hissedeceğini anlayabilmek için 200 tane hamile kadınla görüştü, yok bacağı kopmuş birini gerçekten hissedebimek için ameliyatla bacağnı aldırdı filan... hiç unutmuyorum, johnney depp tim burton'ın filmi "alice"teki şapkacı rolünü oynayabilmek için efendim aylar boyunca araştırma yapmış. işte o dönem şapkadaki bilmem ne yapıştırıcısının kafayı iyi yapan bir özelliği varmış, bu yüzden o dönem şapkacılar "kafayı yemiş" tipler gibi gözüküyormuş vb. rolüne çok iyi hazırlanmış depp. filmi bir izliyorsun, depp'in bir uyumadığı kalmış. boktan bir oyunculuk. rezalet.
yani bu tarz cümleler bence moda oldu. herkes rolüne ne kadar iyi hazırlandığını bol keseden anlatıyor. ve bence oyunculuk bu değil. bu sadece masturbasyon.
yani bu tarz cümleler bence moda oldu. herkes rolüne ne kadar iyi hazırlandığını bol keseden anlatıyor. ve bence oyunculuk bu değil. bu sadece masturbasyon.
alien serisi üzerine...
alien'ların hepsini izledim. hem de en baştan ve sırayla. güzel oldu. malum, en beğendiğim alien, kesinlikle ridley scott'ınki. inanılmaz bir şey. şimdiki kuşak, eski filmlerini değil de, gladyator'den bu yanaki filmlerini izleye izleye körelmiştir herhalde. bu kuşağa, blade runner, alien veya thelma & luise'i izletsek neye uğradıklarını şaşırırlar büyük ihtimal.
oğuz atay üzerine...
Düşünüyorum da, aslında Oğuz Atay bizim bildiğimiz anlamda "çok iyi" bir adamdı. Türkiye’nin ne mal olduğunu bilen, kaç yüzyıl geriden geldiğini gören, bu ülkenin yalanlar üzerine kurulduğunu, her şeyin bir göz boyama, her şeyin bir "oyun" olduğunu fark eden bir adamdı Oğuz Atay. Belki de "kral çıplak" diyen ilk Türk edebiyatçısıydı. Bu üçüncü dünya ülkesinde tabiri caizse tutunmaya çalışıyor, tutunamadıkça da oyunlarla yaşıyordu. Bunun yaşamla derin sorunları olan bir tutunamama hali olduğunu düşünmüyorum ben. Yani, modernistler gibi değildi aslında Atay. Örneğin bir Kafka, bir Beckett değildi. Woolf değildi.
zeitgeist üzerine...
"Zeitgeist" isimli belgesel film bu yıl üçleniyor sanırım. Ben 2007'deki ilk filmi izledim. Bu filmin benim kulağıma geliş nedeni bir arkadaşım sayesinde oldu. Bu arkadaşım bilime tapan, Ortodoks Marksist ve koyu bir ateist… Bir ara nasıl olur da bu filmi çok beğenip, bu filmin verdiği mesajla aynı fikirde olur, diye düşünmüştüm. Bu bana çok garip de gelse, aslında garip değildi. Çünkü filmin genel mesajı şu: "biz insanları, hepi topu 10 kişi yönetiyor. Bu dünyayı hep onlar yönetti ve yönetmek için de hep bir "araç" kullandılar. En büyük araçlardan biri de dindi. Haydi, şimdi uyanma zamanı. Bir şey yapmalı. vb." Başkaları tarafından yönetilme/ sömürülme ve dinin koca bir yalan olduğu argümanları yukarıda tanımladığım gibi birini büyüler elbette. Fakat burada belli başlı sorunlar var. Bu filmin tezi, maalesef, kendini yapı sökümüne uğratıyor. Örnekler vermeye çalışalım:
hıncal uluç BAL'ı nasıl sevdi?
Hıncal Uluç’un "Bal"ı çok beğenmesi üzerine biraz spekülasyonda bulunalım mı?
Ben diyorum ki, her şeyin belli bir yapısı var. Benim "yapı" dediğim şey çoğu zaman ideoloji, çoğu zaman altyapı olarak lanse edilebilir. Hepimizin derdi bir neticede. Peki, yapı diyerek neyi kastediyorum. Şunu: bazı insanlar bu yapıya göre davranıp, bu yapıya göre hareket ediyorlar. Yapının varlığını ve yaratılma sürecini bilen/gören insan sayısı hemen hiç olmadığı için, ideolojinin-dinin sıcacık havuzunda usul usul yüzmeye başlıyorsunuz. Oysa sizi siz yapanın bir başka güç, bir "yapı", bir mıknatıs çekimi olduğunu görmüyorsunuz (Oscar Wilde'ın bir sayfa bile tutmayan müthiş öyküsündeki gibi: demir parçacıkları bir gün karar verip "hadi yola çıkalım" derler ve uzun bir yola çıkarlar, vardıkları yer mıknatıs olur. Mıknatısa vardıklarında da "oh ne iyi ettik de gelmeye karar verdik" derler. Mıknatısın reddi/inkârı onlara yaşamlarında bir anlam verir; oysa burada mıknatıs bizzat "yapı"nın kendisidir).
görünen/görünmeyen din
Kohlberg, gelişim evrelerini üçe ayırıyor. Gelenek öncesi, geleneksel ve
gelenek sonrası... Gelenek öncesi, bireyin daha çok kendini düşündüğü, kendi
üzerinden hayata baktığı, son derece çıkarcı, bencil kişileri anlatan bir
dönem... Geleneksel dönem ise empatinin harekete geçtiği, kişinin
kendisinden çok başkalarını önemsediği ve toplumun neredeyse tek yasa koyucu
haline geldiği dönem... Post-geleneksel dönem ise hepimizin bildiği demokratik
tutumu anlatan dönem... Şimdi, bunlara bakarken, geleneksel dönemdeki
"kişilerarası uyum" bölümüne dikkat ediyorum. Burada, diyor Kohlberg,
kişi, kendini bir gruba üye yapmak için uğraşır; yani o grupla uyum içinde yaşamak hayatının en
önemli olayı halini alır. İşte... Tam da benim bahsettiğim "klana üye
olmak" bu değil mi? Benim, olaylardan/kişilerden bahsederken sürekli klana
üye olmak örneğini verip durmamın nedeni, Kohlberg’e göre, tüm bu insanların geleneksel
dönemde olmalarından kaynaklanıyor. Ve düşündüğüm zaman şaşılası bir gerçeklik
görüyorum bu savda. Buradan şuraya geçiş yapıyorum.
"bu bilgiler benim mi?"
Bu sorun aslında modern zamanla postmodern zamana sıkışmış bir insanın sorunu. Bu sorun, postmodern dünyaya girmeye çalışırken, eski, modern değerlerin sizi yakanızdan tutup çekmeye çalıştığının belirtisi.
"Bu bilgiler benim mi?"
İşte soru bu. Eskiden, Ortaçağ döneminde bir feodal sistem vardı. Her şey nicelikle ölçülüyordu. Şaşa, gösteriş, azamet her şeyden daha önemliydi. Devasa şatolar, devasa kiliseler vardı. Zenginlik de nicelikseldi. Bir tepeye çıkıp baktığında, karşında duran tüm tarlalar senindi ve bu uçsuz bucaksız arazilerin senin olması, seni "zengin" gösteriyordu. O zamanki zenginliğin maddi karşılığı altınlardı. Kontun şatosunun on odası silme altınla dolu olurdu. Yani her şey sabitti o çağda. Ve bu anlamda bilgi bile sabitti. Bir insan ne kadar çok bildiğiyle ünlenirdi. Örneğin bu anlamda ansiklopedik bilgi en çok işe yarar bilgiydi. Ama dönemin kendinde olduğu gibi, dinamik bilgi yoktu şimdi olduğu gibi. Bilgi size verilir, siz de alırdınız bu bilgiyi. Bilginin kendisinin bir yerlerde bir sandıkta öylece sabit durduğu ve bazı kişilerin bu bilgileri bulup bulup dağıttığı sanılıyordu. O kişiler çok değerli kişiler oluyorlardı, onlara "bilge", "filozof" deniyordu.
"Bu bilgiler benim mi?"
İşte soru bu. Eskiden, Ortaçağ döneminde bir feodal sistem vardı. Her şey nicelikle ölçülüyordu. Şaşa, gösteriş, azamet her şeyden daha önemliydi. Devasa şatolar, devasa kiliseler vardı. Zenginlik de nicelikseldi. Bir tepeye çıkıp baktığında, karşında duran tüm tarlalar senindi ve bu uçsuz bucaksız arazilerin senin olması, seni "zengin" gösteriyordu. O zamanki zenginliğin maddi karşılığı altınlardı. Kontun şatosunun on odası silme altınla dolu olurdu. Yani her şey sabitti o çağda. Ve bu anlamda bilgi bile sabitti. Bir insan ne kadar çok bildiğiyle ünlenirdi. Örneğin bu anlamda ansiklopedik bilgi en çok işe yarar bilgiydi. Ama dönemin kendinde olduğu gibi, dinamik bilgi yoktu şimdi olduğu gibi. Bilgi size verilir, siz de alırdınız bu bilgiyi. Bilginin kendisinin bir yerlerde bir sandıkta öylece sabit durduğu ve bazı kişilerin bu bilgileri bulup bulup dağıttığı sanılıyordu. O kişiler çok değerli kişiler oluyorlardı, onlara "bilge", "filozof" deniyordu.
eşcinsellik, liberalizm ve antagonizm
Hilal Kaplan’ın eşcinsellik konusunda yaptığı yorumlar başta Yıldırım Türker olmak üzere Zeynep Gambetti’yi de kızdırmış. Gambetti; “Eşcinsellik, içki ve diğer benzeri günahlar üzerine...” yazısında güzel güzel “Müslüman demokratların limitlerinin” bu olmadığını anlatıyor. Son derece demokrat bir bakış açısından ve son derece özgürlükçü bir şekilde konuya yaklaştığını görmemek mümkün değil. Tıpkı Türker gibi, onun da yazısına “yok artık, bu kadar saçma bir şey savunuluyor olamaz” hissinin bulaştığını da söylemek mümkün. Ayrıca, bu yazılarda başka bir “his” daha var: bu kişiler, kendi iç dünyalarında kendi demokratlıklarından o kadar eminler ki, eşcinseller konusunda içleri o kadar rahat ve onları o kadar içten ve tüm insanlıklarıyla destekliyorlar ki... Sorun da belki bu. Dünyayı net çizgelere bölüp, net gerçeklerin olduğunu sanmak... Hele konu özgürlük olunca... Oysa bu özgürlük denen metnin bile sürekli bir metinlerarasılıkla bozulduğunu anlamaya yatkın değiller, çünkü hayatta kalabilmek için “indirgemeci” olmak zorundalar. Öyle olmak zorunda olmasalardı, uzun uzun ve tabii haklı haklı eşcinselliğin hastalık veya günah olmadığını anlatmaya kalkmazlar ve şu soruya cevap aramayı unutmuş olmazlardı: “İslamiyet içinde eşcinselliğin yeri nedir?”
marx ve din
Bir kez daha kendilerine sosyalist diyen kişilerle konuşmak beni tuhaf
buhranlara sürükledi. Bir kez daha insanlık olarak çok ciddi sorunlarımız
olduğunu düşündüm. Bir kez daha politikanın değil,
sosyolojinin-edebiyatın-felsefenin-sinemanın ne kadar önemli disiplinler
olduğunu düşündüm. İlginç bir deneyim oldu benim için, buradan yola çıkıp
birkaç bir şeyler söyleyeyim istiyorum.
gore verbinski's the ring
dün, gore verbinski'nin filmi "halka"yı bir yerinden yakalayıp izlemeye başladım. zamanında sinemada izlemiştim, sanırım 16 yaşında. beğendiğimi hatırlıyorum. dün, yine beğendim ben bu filmi. fakat, tabii yıllar sonra bambaşka bir şey fark ettim: filmin konusunun hayalet hikayesi olduğunu düşünüyordum. yani, ruhu bir şekilde rahat olmayan ve acı çeken ruhlar dünyayı pek de rahat bırakacak hareketler yapmazlar. bu ruhlar, yine de, ya boş yere öldürülmüş, ne bileyim bok yoluna gitmenin verdiği acıyı bu dünyada seçtiği kişilere görünerek, onun kendi acısını dindirmesini filan isterler. bunun günümüzdeki en iyi örneklerinden biri alıntı his'ti. hayaletlerin neden çocuğa göründüğünü anlıyorduk. zaten paranormal olaylarda dahi, ruhun belli bir amacının olduğu söylenir. ruh acı çekmektedir ve cesedinin yeri belli olursa rahatlayacaktır. yani, kötü bir amacı yoktur hayaletlerin. finalde kötü son beklemek pek de olası değildir.
filmlerde ayrımcılık üzerine (2)
usanmadan anlatmaya devam edelim, tekrar tekrar:
bir korku filminin ilk amacı korkutmak olmamalıdır. bir komedi filminin ilk amacı da güldürmek olmamalıdır. bu, bilinçaltımızda bize empoze edilmiş bir çeşit ayrımcılık aşısı olabilir mi? biz neden bir espriyi sadece espri olarak göremeyip "ama tüm espriler küfürlü, ondan gülüyorlar," diyoruz? cem yılmaz'ın verdiği cevap en demokratik cevaplardan değil mi? "küfürlü küfürsüz espri yoktur, iyi ve kötü espri vardır." yani, espriyi dallandırıp budaklandırmaya gerek yok; hatta işi iyice çığırından çıkarıp şöyle de diyebiliriz: bir esprinin sadece komik olup olmadığına bakılmamalıdır. çünkü o espri komiktir, güldürebilir; fakat asla ve asla iyi-kaliteli değildir. ölçüt espride bile "komiklik" değildir. sadece bütün olarak iyi olup olmadığıdır. zaman içerisinde "humour" duygusu/kavramı da kültürel değişimden nasibini alır, transformasyona uğrar, gelişir... 30 yıl önce güldüğümüz şeylere gülmeyebiliriz, çünkü artık eskimiştir o espriler, modern espriler onların yerini almıştır (bazıları da eskimez, bin yıl geçse de gülünür). örneğin osuruğa gülmek komiktir çünkü evrenseldir osuruk. oysa osuruğun bile "update" edilmesi ve belli kontekstler içerisine taşınması gerekir. kaliteli dizilerde, osuruğun günümüz kullanımını ve bunun nasıl iyi şekilde başarıldığını görürsünüz.
bir korku filminin ilk amacı korkutmak olmamalıdır. bir komedi filminin ilk amacı da güldürmek olmamalıdır. bu, bilinçaltımızda bize empoze edilmiş bir çeşit ayrımcılık aşısı olabilir mi? biz neden bir espriyi sadece espri olarak göremeyip "ama tüm espriler küfürlü, ondan gülüyorlar," diyoruz? cem yılmaz'ın verdiği cevap en demokratik cevaplardan değil mi? "küfürlü küfürsüz espri yoktur, iyi ve kötü espri vardır." yani, espriyi dallandırıp budaklandırmaya gerek yok; hatta işi iyice çığırından çıkarıp şöyle de diyebiliriz: bir esprinin sadece komik olup olmadığına bakılmamalıdır. çünkü o espri komiktir, güldürebilir; fakat asla ve asla iyi-kaliteli değildir. ölçüt espride bile "komiklik" değildir. sadece bütün olarak iyi olup olmadığıdır. zaman içerisinde "humour" duygusu/kavramı da kültürel değişimden nasibini alır, transformasyona uğrar, gelişir... 30 yıl önce güldüğümüz şeylere gülmeyebiliriz, çünkü artık eskimiştir o espriler, modern espriler onların yerini almıştır (bazıları da eskimez, bin yıl geçse de gülünür). örneğin osuruğa gülmek komiktir çünkü evrenseldir osuruk. oysa osuruğun bile "update" edilmesi ve belli kontekstler içerisine taşınması gerekir. kaliteli dizilerde, osuruğun günümüz kullanımını ve bunun nasıl iyi şekilde başarıldığını görürsünüz.
tim burton's alice in wonderland
evet, bugün tim burton'ın "alice"ine gittim. kısaca söyleyeceğim şey şu: tim burton bu kadar büyük bir malzemeyi bu kadar berbat bir hale getirebildiğine göre olgunlaşma çağına giriyor demektir.
bugün hala özgün olduğu malum, hele zamanının çok ötesinde, inanılmaz bir yapıtı; bu kadar klasikleştirbilmek ancak bir terbiyecinin yapabileceği bir şeymiş gibi geliyor bana. sanki alice'in filme çekileceği duyurulduktan sonra tim burton filmin sansür grubuna dahil edilmiş ve filmi tüm arızalarından arındırıp rafine hale getirmiş. wonderland denilen yer ne harika'ya ne de bir diyar'a benziyor.
bugün hala özgün olduğu malum, hele zamanının çok ötesinde, inanılmaz bir yapıtı; bu kadar klasikleştirbilmek ancak bir terbiyecinin yapabileceği bir şeymiş gibi geliyor bana. sanki alice'in filme çekileceği duyurulduktan sonra tim burton filmin sansür grubuna dahil edilmiş ve filmi tüm arızalarından arındırıp rafine hale getirmiş. wonderland denilen yer ne harika'ya ne de bir diyar'a benziyor.
telesiyej ve kaçılamayan modernlik
Telesiyej’in twitter hakkında yazdığı yazı anladığım kadarıyla sadece benim sinirimi tepeme çıkarmamış. İki gün arayla hem Markar Esayan hem de Hıdır Geviş, sıkı birer twitter kullanıcıları olarak Telesiyej’e cevap verme gereği duymuşlar. İkisinin yazdıklarını okudukça içimin yağları eridi ama yine de bir şeylerin eksik kaldığını hissettim. Birincisi twitter kullanıcısı olmayan birilerinin de bence bir şeyler yazması iyi olabilirdi, ikincisi Telesiyej’in yazdıklarına şimdiye kadar hiçbir tepkinin gelmemiş olması beni hep şaşırttı. Bu yazıda twitter eleştirisine ben de kendimce cevap verirken bunun sadece bir twitter dil sürçmesi olmadığını, Telesiyej’in yazdıkları şeylerin birçoğunda buna benzer sorunlar olduğunu göstermeye çalışacağım. Derdimi anlatmaya çalışayım:
pelin batu ve tarihin arka odası
pelin batu olayını newton izleseydi, "taşı yukarı attığınızda düşer" derdi. bir ara, pelin batu, harun tekin ve cem mumcu birlikte kanal 24 veya tv8'de program yapıyorlardı. o programda bu iki adam, sürekli bu zavallı kıza laf vermiyor, kızla altan alta alay ediyor, zaman zaman onu fazla entel olmakla filan suçluyorlardı. o programda da kavgalar filan olmuştu. ama ta o zaman bu erkek milletinin nasıl bir ego sorunu yaşadığı filan belliydi.
1 Eylül 2011 Perşembe
din üzerine...
Hani yaş ilerledikçe dinin bir çeşit yapay-kurgu olduğunu anlayan ve bir
çırpıda aydınlanan kişiler var ya... Örneğin biz bu insanlara laikler diyelim.
"Laik" dediğimiz bu kişilerin ortak özellikleri; dinin skolastik
“gericiliğini” geride bırakmış olmanın verdiği iç rahatlamasıyla yaşamaları ve
bu rahatlığı zırt pırt hatırlatmaları. Efendim, hani mesela insanlar türbelere
koşuyor, namazlar kılıyor, sakallı insanların ellerini öpüyor, bir taşın
etrafında dönüp şeytan filan taşlıyorlar ya; hah, işte tüm bunlar onlara komik
geliyor, çünkü onlara göre hayat çok net. “Bu insanlar afyonla uyutuluyorlar.
Hiç var olmayan bir çeşit güce tapıyorlar” vb. Oysa onlar bunu anlamış, aşmış,
reform geçirmiş insanlar... İnsanlar arasında hiyerarşi var. Onlar şeytana
inanan birinden daha yukarıdalar çünkü şeytanın var olmadığını biliyorlar.
borges ve william blake
borges'in ingiliz edebiyatını anlattığı korkunç kısa kitabını okuyorum. bir noktada borges william blake'ten bahsederken onun edebiyat anlayışını özetliyor. şimdiye kadar kendi edebi anlayışıma en uygun şeyi bu adamın cümlesinde hissettim, heyecanlandım, panik oldum, müthiş bir hal aldım. artık edebi derdimi blake'in cümlesiyle anlatma şerefine ulaşabilirim:
"gerçeği görmemizi engelleyen şeyler beş duyu organımızdır. duyu organlarımızdan kaçıp da ne kadar karanlığa sürüklenirsek [ki ben bu karanlığı "hiçlik" olarak da yorumluyorum] o kadar gerçeğe ulaşırız."
şimdiye kadar buna en çok hizmet edenlerin romantik manyaklar olduğu açık ama romantikler de bir noktadan sonra istediğim şeyi yapmıyorlardı. çünkü onların karanlığı aydınlığın karşıtı olan karanlıktı. tamam irrasyonalizmlerine bayılıyorum ama bu, bir şeyin anti'si/ karşıtı olunca, o zaman o da sistemin bir parçası olmaktan başka bir işe yaramıyor. nasıl rasyonalizmin karşıtı olmadan anti-rasyonel olunabilir?
aydınlığın karşıtı olan karanlığa ulaşmak elbette bir amaç ve sıkı bir sıçrayış, ama karanlığı da aşıp başka bir karanlığa ulaşmak gerekiyor. bunun adı "nihilizm" anlamındaki hiççilik değil. herhangi bir kelimeyle özetlenemediği için hiçlik/hiççilik. oranın tanımına işte, beş duyunun olmadığı karanlık demiş blake.
asıl edebiyat dağlara bayırlara gitmek (romantizm), yoksul semtleri yazmak filan değil (realizm). mağaranda tek başına yaşayıp hayaller kurmak. bu, tek başına kalındığında poe'nun yaptığı gibi uçuk mantıkçı dedektif hikayeleri yazmaya da itebiliyor sizi (bkz: shelley ve stevenson). oysa mağaranda tek başına kaldığında düşüncelerini dizginleyip düşünmemeyi başardığın ve bunu kağıda dökebildiğin anda işte gerçek edebiyata ulaşmak mümkün. blake'in fake cennet-cehennemini düşününce, kendisinin ileride benim naçizane adamım olması ihtimal dahilinde görünüyor.
"gerçeği görmemizi engelleyen şeyler beş duyu organımızdır. duyu organlarımızdan kaçıp da ne kadar karanlığa sürüklenirsek [ki ben bu karanlığı "hiçlik" olarak da yorumluyorum] o kadar gerçeğe ulaşırız."
şimdiye kadar buna en çok hizmet edenlerin romantik manyaklar olduğu açık ama romantikler de bir noktadan sonra istediğim şeyi yapmıyorlardı. çünkü onların karanlığı aydınlığın karşıtı olan karanlıktı. tamam irrasyonalizmlerine bayılıyorum ama bu, bir şeyin anti'si/ karşıtı olunca, o zaman o da sistemin bir parçası olmaktan başka bir işe yaramıyor. nasıl rasyonalizmin karşıtı olmadan anti-rasyonel olunabilir?
aydınlığın karşıtı olan karanlığa ulaşmak elbette bir amaç ve sıkı bir sıçrayış, ama karanlığı da aşıp başka bir karanlığa ulaşmak gerekiyor. bunun adı "nihilizm" anlamındaki hiççilik değil. herhangi bir kelimeyle özetlenemediği için hiçlik/hiççilik. oranın tanımına işte, beş duyunun olmadığı karanlık demiş blake.
asıl edebiyat dağlara bayırlara gitmek (romantizm), yoksul semtleri yazmak filan değil (realizm). mağaranda tek başına yaşayıp hayaller kurmak. bu, tek başına kalındığında poe'nun yaptığı gibi uçuk mantıkçı dedektif hikayeleri yazmaya da itebiliyor sizi (bkz: shelley ve stevenson). oysa mağaranda tek başına kaldığında düşüncelerini dizginleyip düşünmemeyi başardığın ve bunu kağıda dökebildiğin anda işte gerçek edebiyata ulaşmak mümkün. blake'in fake cennet-cehennemini düşününce, kendisinin ileride benim naçizane adamım olması ihtimal dahilinde görünüyor.
cem yılmaz hakkında...
cem yılmaz görüşlerimi kısaca toparlayayım: bu konuda enfes bir örnek aklıma geldi: bir araba reklamı var. bir adam, reklamı yapılan arabaya bakıyor ve arkada arabayı satmaya çalışan görevli adama çeşitli sorular soruyor: "iki çocuğunuz var ve birlikte pikniğe gitmeyi seviyorsunuz." adam hayır diyor. "dalgıçsınız ve geniş bir bagaja ihtiyacınız var, bu yüzden bu aracı tercih ettiniz." hayır cevabı geliyor. işte şusunuz busunuz, bu yüzden alıyor olmalısınız, cevap yine aynı: en sonunda bomba soru geliyor: "sizin gerçekten bu araca ihtiyacınız var mı?" cevap şu: "hayır, ama yine de satın almak istiyorum."
filmlerde ayrımcılık üzerine ve cem yılmaz filmleri...
şunu anlamakta zorluk çekiyorum: cem yılmaz'ın filmleri üzerine denilen hiçbir şeyi doğru bulmadım şimdiye kadar. Gora küfürle güldürüyor. hayır efendim, sen ota boka gülüyorsun. cem yılmaz'dan başkası güldürmüyor. hem yalan, hem de ne olmuş yani sadece o güldürürse. arog'da gönderme manyağı olmuş, izleyiciyi küçümsemiş. e ama sen de iki film izledikten sonra kendini bir halt sanıyorsun. yahşi batı -bu sefer- eskisi kadar komik değilmiş, ciddi bir filmmiş. izledim, alakası yok. diğer filmler ne kadar komikse bu film de o kadar komik. ben anlamıyorum. e gora'da çok küfür vardı. bu filmde yok mu? niye çok küfürden bahseden yok? ve gelelim asıl meseleye... film milliyetçiymiş...
james cameron hakkında
aslında klasik grammar kuralını harfi harfiyen uygulayan ama iyi uygulayan yazar/yönetmenleri de seviyoruz nihayetinde. fakat yine de ben sevmediğimizi iddia edeceğim.
çünkü diyelim "klasik" dendiğinde benim aklıma ron howard geliyor örneğin (a beutiful mind, cindrella man). şimdi howard'ın klasikliğiyle cameron'ın klasikliği bir mi allah aşkına? her ne kadar cameron'a ben "klasik" desem de, onun bir zanaatkar değil bir sanatçı olduğunu düşünüyoum. bu anlamda onu spielberg tarafına koyabilirim. klasik yapının dışına çıkacak cesaretleri yok, zaten o yapının dışına çıkarlarsa yapamayacaklarının farkındalar; ama o klasik yapının içinde müthiş bir profesyonellik görüyorum ben. dört film: titanic, terminator, aybss, aliens. nerdeyse dördü de tarihe geçmiş, dördü de "klasik" ama dördü de o klasik yapıyı daha da dallandırıp budaklandıran filmler değil mi?
çünkü diyelim "klasik" dendiğinde benim aklıma ron howard geliyor örneğin (a beutiful mind, cindrella man). şimdi howard'ın klasikliğiyle cameron'ın klasikliği bir mi allah aşkına? her ne kadar cameron'a ben "klasik" desem de, onun bir zanaatkar değil bir sanatçı olduğunu düşünüyoum. bu anlamda onu spielberg tarafına koyabilirim. klasik yapının dışına çıkacak cesaretleri yok, zaten o yapının dışına çıkarlarsa yapamayacaklarının farkındalar; ama o klasik yapının içinde müthiş bir profesyonellik görüyorum ben. dört film: titanic, terminator, aybss, aliens. nerdeyse dördü de tarihe geçmiş, dördü de "klasik" ama dördü de o klasik yapıyı daha da dallandırıp budaklandıran filmler değil mi?
son 15 yılın en iyi 15 filmi
15 film listesi by ismail yaprak:
1. lost in translation [sofia coppola]
2. eternal sunshine of spotless mind [michael gondry]
3. fight club [david fincher]
4. cast away [robert zemeckis]
5. bin-jip [kim-ki duk]
6. eyes wide shut [stanly kubrick]
7. brand upon the brain [guy maddin]
8. funny games [michael haneke]
9. heaven [tom tykwer]
10. yumurta [semih kaplanoğlu]
11. kill bill [quantin tarantino]
12. unbreakable [m.n. shyamalan]
13. matrix [wachowski bros.]
14. pulp fiction [q. tarantino]
15. big lebowski [coen bros.]
1. lost in translation [sofia coppola]
2. eternal sunshine of spotless mind [michael gondry]
3. fight club [david fincher]
4. cast away [robert zemeckis]
5. bin-jip [kim-ki duk]
6. eyes wide shut [stanly kubrick]
7. brand upon the brain [guy maddin]
8. funny games [michael haneke]
9. heaven [tom tykwer]
10. yumurta [semih kaplanoğlu]
11. kill bill [quantin tarantino]
12. unbreakable [m.n. shyamalan]
13. matrix [wachowski bros.]
14. pulp fiction [q. tarantino]
15. big lebowski [coen bros.]
siyaset meydanı ve guy maddin
dün, siyaste meydanı'nda, ermeni açılımını konuşmak üzere 5 kişi çağırıldı, bunlardan üçü aynı tarafa, ikisi ayrı tarafa oturmuştu. ayrı tarafa oturanlar da elbette aynı şeyleri istiyordu. ermeni açılımından ama, şüphe duyan ikili, bir devlet bakanıyla bir azerbeycan milletvekiliydi. bu tarafta ise sedat laçiner, son zamanların gözdesi ceyda karan ve taraf'tan markar esayan. markar esayan, inanılmaz biri. mülayim, mütevazi, ılıman, samimi, naif, sevecen, tatlı, akıllı, barışçıl... ahmet altan'ın dediği gibi kötülüklere meydan okuyor. umudu var. barışa güveniyor. “azerilerle türklerin değil, ermenilerle üçünün kardeş olucağı bir dünya gelecek”, dediğinde herkesi güldürdü. hiçbirimizin aklına ermenilerle kardeş olacağımız gelmiyor. örneğin, ne kadar ermeni açılımını savunursa savunsun, sedat laçiner hep bir türkiye taraftarı olarak konuştu, ermenistan'dan üzerine işenen bir klozetmiş gibi bahsetti. biz kazandık, onlar zavallı, çökmüş durumdular, muhtaçlar, diz çökmüşler vb. cümleleri fark eden esayan ise "dil sorunumuz var, hala eski dilde konuşmaya devam ediyoruz" dedi.
stephen king romanları üzerine...
ben türkiye'de stephen king ile ilgili olarak hepi topu toplam sadece iki şey işittim okuyanlardan:
1) king okudum, korkmadım
2) king'in romanlarının hepsi kötü biter.
insanın okuduğu aynı metin olmasına rağmen bu kadar net bir yanlış okuma nasıl gerçekleşir anlamakta güçlük çekiyorum. king okuyup korkmayanlara diyeceğim bir şey yok. bu, çağda söylenecek en beylik laf olabilir ancak. ama ikinci cümleyi öyle böyle değil birçok kişiden duydum ve nasıl oluyor da bunu farklı yerlerdeki farklı insanlar -birbirleriyle sözleşmişler gibi- söylüyorlar? deli mi bu millet?
en son bu savı, bir ortamında, bir öğrenciden duydum. şöyle demişti: "stephen king'in romanlarında asla iyiler kazanmaz, işte bu yüzden bu adama tapıyorum!" inanılır gibi değil ama, kim diyor bunu? king hiçbir zaman ve hiçbir döneminde asla pesimist olmadı. kendisi koyu bir romantiktir (alman romantisizmi anlamında değil). aşka, mutlu aileye vb. inanır. "asla iyiler kazanmaz" lafı öyle bir laf ki, akla derhal haneke'yi filan getiriyor. bu anlamda king ile haneke arasında korkunç büyük bir fark vardır. haneke izleyicisinin algısıyla oynamayı sever, izleyicinin kafasında yarattığı tüm o "yalandan dünya"yı (hollywood filmlerinin yapaylığıyla çevrelenmiştir) bozmayı, yıkmayı ister. king'se böyle şeylerle uğraşmaz. bir nevi tüm dünyanın okuduğu popüler bir yazardır o. ahlaki normlara, aile kurumuna, geleneksel değerlere görece sahip çıkar. yazdıkları dindarları elbette kızdırır ama southpark'taki yüksek voltaj eleştiri gücü yoktur. haliyle asla kötülerin kazanmasına göz yumamaz king. çok çok çok gariptir ama, king'in hemen hemen tüm kitaplarında hep iyiler kazanır.
yukarıdaki iddianın tek anlamlanabileceği şu durum var: king, iyilerin kazanması için mutlu mesut bir porte çizmeyi de reddeder. kitaplarının büyük çoğunluğunda iyi ile kötünün "vücut bulmuş" tezahürleri sürekli kavga ederler ve koyu bir iyimser olan king iyilerin kazanmasını kitaplarının en sonunda sağlarken, o noktaya kadar birçok iyinin ölmesine izin verir. bunun er ryan'ı kurtarmak'a benzetebiliriz. hepimizin özdeşleştiği karakterler -tom hanks bile- filmde patır patır ölürler, bu izleyiciyi şok eder, ama sonuçta spielberg gibi büyük bir blockbuster uzmanı filmini bu kadar kötümser bitirecek cesarete sahip değildir, tüm o askerleri sadece biri için öldürtür ve finali sağ kalan ve filme adını veren ryan üzerinden bitirir. böylece sevilen karakterlerin ölmesi tam tersine "ölmek" demek değil bir çeşit "sacrifice" olur. king'in kitaplarında kötülerin kazandığı savı bu anlamda koca bir palavradır. örneğin needful things'te (iyi bir örnek) king koca bir kasabanın nerdeyse yarısını havaya uçurur, çılgınlar gibi insan ölür bu kitapta, sayamazsınız ölen kişileri. ama en sonunda (tıpkı klasik hollywood'vari şekilde) iyi ile kötü (şerif ile ruhları çalan şeytan) karşıkarşıya gelip savaşırlar ve şerif kazanır. kitap bittiğinde koca bir kasaba yok olmuştur, hemen herkes ölmüştür ama İYİLER KAZANMIŞTIR. şimdi aşağıda bunu bizzat açıklayacağım.
Türkiye'de yayınlanmış romanları
· Göz (Carrie) [burada carrie, tam da istediğimizi yapar ve intikamını -biraz abartılı olarak- alır. bu inek'in intikamıdır. king, öğrenim hayatı boyunca ezilen tüm ineklerin evrensel intikamını almıştır. sonu iyinin iyisidir yani]
· Korku Ağı (Salem's Lot) [hatırlamıyorum]
· Medyum (The Shining) [yukarıdaki formül burada da vardır. kötü baba, çocuğunu öldürmeye çalışır. kötü baba ölür, aile kurtulur. kötülüğün nedeni -kökü- otel patlar.]
· Mahşer (The Stand) [koyu bir iyi kötü savaşı. bir disutopya- iyiler kazanır]
· Çağrı (The Dead Zone)
· Tepki (Firestarter)
· Kujo (Cujo) [bir araba içinde anne ve çocuk mahsur kalır (dışarıda kuduz bir saind bernar beklemektedir). çocuk sıcak ve susuzluktan ölür, anne beysbol sopasıyla köpeği öldürür. kısmen mutsuz bir son. peki ya anne ve köpek?]
· Christine [sonunda kötü araba christine "ölür".]
· Hayvan Mezarlığı (Pet Sematary) [burada kötü bile yok. hortlayan cesetler var. tamam, biraz vahşet verici şeyler yapıyorlar, sonu da korkunç bitiyor.]
· Tılsım (The Talisman) (Peter Straub ile) [%100 iyiler kazanıyor.]
· O(It) [sonunda palyaçonun kazanamayacağı kesin değil mi? evet, yine birkaç iyi çocuk ölüyor, ama sonunda "biz" kazanıyoruz.]
· Ejderhanın Gözleri (The Eyes of the Dragon) [zaten bir masal bu ve elbette sonuç yine aynı]
· Sadist (Misery) [yine aynı teknik. paul sheldon'ın orası burası kesiliyor, kırılıyor. ama psikopat annie ölüyor. daha ne olsun?]
· Şeffaf (The Tommyknockers) [işte bu hayli radikal. uzaylılar meğer salakmış. tüm kasabayı ele geçiriyorlar. pek iyi bittiği söylenemez.]
· Hayatı Emen Karanlık (The Dark Half) [richard bachman ile savaş! kim kazanıyor, tabii ki king!]
· Ruhlar Dükkanı (Needful Things) [koca kasaba gidiyor ama kazanan iyi-yakışıklı-genç şerif]
· Oyun (Gerald's Game) [işin içinde korkunç ensestler ve feci bilinçaltı yönelimler var ama nihayetinde bizim kız kurtulmayı başarıyor. ne yani ölse miydi?]
· Dolores Claiborne (Dolores Claiborne) [peki dolores'in sapık kocasını öldürmesi mutsuz son mu?]
· Uykusuzluk (Insomnia)
· Falcı (Thinner) [son anda iyi finale bir sapış. bachman bile dayanamıyor kötü sona.]
· Çılgınlığın Ötesi (Rose Madder) [kadının dayakçı kocadan muhteşem bir intikamı. mutsuz son mu demiştiniz? ha ha. bu arada en iyi king romanlarından.]
· Yeşil Yol (The Green Mile) [evet, koca kalpli iyi zenci sonunda sandalyede pişiyor. feci mutsuz bir son. peki kitaptaki iki kötü adama ne olduğunu hatırlayan var mı? sizce king'ten kötü final beklemenin imkansızlığı en çok yeşil yol'da kendini göstermiyor mu?]
· Yaratık (Desperation) [müthiş bir iyi-kötü savaşı. verilen kurbanlar var ve kazanan elbette iyiler.]
· Kemik Torbası (Bag Of Bones) [bu yazarın iç dünyası temalı... yazarın iç dünyası ve duraklama dönemine girmesi "kötü"yü temsil ediyorsa söylüyorum, maalesef herif en sonda bir kitap yazıyor.]
· Maça Kızı (Heart In Atlantis)
· Yüzyılın Fırtınası (Storm Of The Century)
· Tom Gordon'a Aşık Olan Kız (The Girl Who Loved Tom Gordon) [mükemmel ötesi king romanı. en iyi romanı olabilir mi? kim kazanıyor dersiniz? tom gordon'u seven kız kazanıyor. hem de ne biçim!]
· Rüya Avcısı (The Dreamcatcher) [yaratıkların kazanmadığı ve dünyanın kurtulduğu kesin. ne boktan romandı öyle.]
· Kara Ev (Black House) (Peter Straub ile) [elbette hala biz kazanıyoruz. inanmazsanız okuyun.]
· Bir Aşk Hikayesi (Lisey’s Story) [burada iyi-kötü yok zaten.]
evet, durum bu.
Türkiye’nin bilinçaltına inme
Okulda tarih hocam Amerika’ya verip veriştirirken ve onların tarihlerini deşifre etmekle (işte, Kızılderililerin yok edilmesi mevzusu) meşgulken; birden nasıl oluyorsa Ermeni soykırımına geçiş yapıyor. "Savaş zamanıydı," diyor. "Biz onları kestik, onlar bizi kesti. Karşılıklı bir katliam yaşandı, ama elin Amerikalısı tutmuş bana diyor ki: soykırım yaptığını kabul et. Ulan ne edicem!"
Hiç olmazsa artık 'karşılıklı öldürdük' denebiliyor. Bu, 'Türkler asla böyle
bir şey yapmadı/yapmaz' demekten çok daha revizyonist bir adım. İşte şimdi
bunun münakaşasını yapacağız.
daire felsefesi
Bir daire düşünüyoruz. Bir nokta koyup, o noktadan hareket edip diğer noktaya vararak oluştururuz daireyi. Bu durumda ilk koyduğumuz nokta (1). 1'den yola çıktığımızda yolun yarısına (2), sonra dönüp tekrar aynı noktaya gelip daireyi tamamladığımızda 1'in olduğu noktayla birleşen diğer noktaya da (3) diyoruz.
gora, ivedik ve engin ardıç...
"Bir komedi filminin birinci vazifesi güldürmektir. Gerisi laf-ı güzaftır."
cevap veriyorum: bir komedi filminin birinci vazifesi güldürmek değildir. bir korku filminin ilk amacı da korkutmak değildir. amaç, sinemasal bir bütünlük sağlamak, yani ilk iş, derli toplu bir "film" ortaya çıkarmaktır. bu "derli topluluk" durumu filmde yoksa, o filme film denmez. komedi/korku filmi (bir şeyin filmi) hiç denmez.
"güz sancısı" olayı üzerine...
güz sancısı ekibi bence abartıyor (bunu ümit ünal da yaptı). film seçilmeyince seçilmiyor işte.
seçilmeyince bu sefer şöyle deniyor: zaten bu kriterleri olan festivaller ne boka yararsa? şimdi hem mahçupyan, hem giritlioğlu, "kriterlerini açıklamayan eleştirmenleri biz ne yapalım, böyle saçma bir iş olur mu?" diyorlar. dorsay ve taşçıyan'ın ikisinin de yorumu, "film çok kötü, eleştirmenlerden zaten beğenen yok. o yüzden girmedi" oldu. iki nokta var:
1) itiraz üzerine jürinin yorumu elbette rezalet. "seçmedik ulan, hesap mı vereceğiz" kıvamında...
2) mahçupyan ve giritlioğlun cevapları da rezalet. "demek siz filmleri böyle seçiyorsunuz. tüüüü" diyorlar. "niye seçmediniz açıklayın?" diye sorduklarında -ki inanılmaz aptalca bir soru- taşçıyan da cevap vermiş: "film şu şu şu açılardan kötü," diye. e zaten verilen karardan memnun olmadığın için soruyorsun niye beğenmediniz diye. haliyle verilen cevabı da beğenmeyeceksin doğal olarak değil mi?
hala öğrenemedi insanlar şu işi. mahçupyan bile (sinemadan mıdır nedir) şunu anlayamıyor ya, pes!
herkesin bir kriteri var, beğenin beğenmeyin. ha beğenmiyorsanız o zaman götünüzü dönüp gidin.
seçilmeyince bu sefer şöyle deniyor: zaten bu kriterleri olan festivaller ne boka yararsa? şimdi hem mahçupyan, hem giritlioğlu, "kriterlerini açıklamayan eleştirmenleri biz ne yapalım, böyle saçma bir iş olur mu?" diyorlar. dorsay ve taşçıyan'ın ikisinin de yorumu, "film çok kötü, eleştirmenlerden zaten beğenen yok. o yüzden girmedi" oldu. iki nokta var:
1) itiraz üzerine jürinin yorumu elbette rezalet. "seçmedik ulan, hesap mı vereceğiz" kıvamında...
2) mahçupyan ve giritlioğlun cevapları da rezalet. "demek siz filmleri böyle seçiyorsunuz. tüüüü" diyorlar. "niye seçmediniz açıklayın?" diye sorduklarında -ki inanılmaz aptalca bir soru- taşçıyan da cevap vermiş: "film şu şu şu açılardan kötü," diye. e zaten verilen karardan memnun olmadığın için soruyorsun niye beğenmediniz diye. haliyle verilen cevabı da beğenmeyeceksin doğal olarak değil mi?
hala öğrenemedi insanlar şu işi. mahçupyan bile (sinemadan mıdır nedir) şunu anlayamıyor ya, pes!
herkesin bir kriteri var, beğenin beğenmeyin. ha beğenmiyorsanız o zaman götünüzü dönüp gidin.
benjamin button üzerine...
benjamin button'ı izledim. bir adam yaşlı doğup genç ölürse ne olur, diye bir fikir aklınıza geldiğinde bunun bir "fikir" olduğunu bilir ve biraz genişletirsiniz bunu. tamam ama, dersiniz, bu fikrin bir açılımı olmalı... değil mi? bir film "hayatta hiçbir şey tesadüf değildir," cümlesini öyle bir anlatır ki, bu fikir fikir olmanın ötesine geçer, size ulaşır, damarlarınıza siner. işte bu yüzden vardır zaten sanat denilen şey. hiçbir şeyin tesadüf olmadığı cümlesi, sanatsız ancak didaktik/politik bir cümle olur kalır. haliyle de, verilmesi gereken mesajlar, sanat olmadan, alt alta bir kağıda yazılıp kişilere verilse yerinde olur. "işaretler"e gidiyorsunuz, koltuğa oturuyorsunuz, görevli geliyor, elinize üzerinde "tesadüf yoktur" yazılı bir kağıt veriyor ve salondan ayrılıyorsunuz. olmaz değil mi? işte bu yüzden "yaşlı doğup genç ölmek" fikrini bir fikir olmaktan öteye taşımak zorundasınız. filmde bu fikir yok mu? var elbette.
iki kadın
iki kız arkadaşımdan ikisi yaklaşık aynı zaman diliminde sevgililerinden ayrıldılar. elbette çocukların sorunları yüzünden, yoksa kızlara kalsa, ayaklarına kapanıp af dileyecekler, düşmeye son derece hazırlar.
biri (ona "h" diyelim) 1,5 yıldır çıkıyordu ve gerçek aşkı bulmuştu. diğeri (ona da "b" diyelim) de gerçek aşkı bulmuştu ve 6 aydır çıkıyordu. şimdi aşkları bitti. h'nin sevgilisi başka bir kıza aşık olmuş, b'ninki ise ne zaman bir şey olsa b'nin biriyle seviştiğini düşünen arızalı bir tipti, ama tabii tek neden -asla- bu olamaz.
biri (ona "h" diyelim) 1,5 yıldır çıkıyordu ve gerçek aşkı bulmuştu. diğeri (ona da "b" diyelim) de gerçek aşkı bulmuştu ve 6 aydır çıkıyordu. şimdi aşkları bitti. h'nin sevgilisi başka bir kıza aşık olmuş, b'ninki ise ne zaman bir şey olsa b'nin biriyle seviştiğini düşünen arızalı bir tipti, ama tabii tek neden -asla- bu olamaz.
modernler üzerine...
bu aralar en çok karşılaştığım şey şu: modernist insanlar, eğer siz bir basamak daha atlayabilmiş ve post-modernist olabilmişseniz eğer, en az pre-modernist insanlar kadar anormal geliyor size artık (anormal tırnak içinde). işin tuhafı, pre-modernistler "normal" gelirken modernistler acayip sıkıcı ve "anormal" geliyorlar (hayatımda hep savunduğum felsefe: "hırsızın hiç mi suçu yok?", "hayır, hırsız zaten suçlu." "peki kara cahil/gerici/cinci hoca'nın hiç mi suçu yok?" "hayır, o zaten cahil."). sorun kim mi? elbette cahilliğin ne olduğunu bilen insanlar (cahil olduğunu bilen artık cahil değildir, dikkat!). işte buna biz modernist diyoruz. çünkü onlar gericiliğin ne olduğunu çözmüş insanlar. hayatlarındaki tüm gerici şeyleri defetmişler, aydınlanmışlar, yollarını bulmuşlar; bunları yapmakla da kalmayıp başkalarının hayatlarını da ZORLA aydınlatma derdindeler. tamam mıyız? modernistle cinci hoca arasındaki farkı kaptık mı (gerçi cinci hoca'nın da kendi çerçevesinde aynı amacı var ama biz o kadar felsefe yapmayalım, modernistleri kızdırmayalım şimdi)?
demokrat olmanın zorlukları
demokrat olmanın zorlukları üzerine bir şeyler söyleyeyim istiyorum. neticede öğrenci yurt ciddi anlamda bir "karnaval". her ırktan, milletten insanlar bu yerlerde bir araya gelebiliyorlar; en kozmopolit yerlerin başını çektiği bir mekan kısaca. odada bir dindar, bir kürt, bir ulusalcı var. ben tarih okuyan bir arkadaşla tartışıyorum, tartıştığım şey tarihin saçmasapan bir kurgu olduğu üzerine, tabii o da tarihçi ya, tarihin gayet bilime dayalı bir şey olduğunu savunuyor bana. en basitinden ermeni soykırımını örnek veriyorum, diyorum ki, tarih denildiği gibi bilimsel olsaydı bunların hiçbiri olmazdı. sonra da tutuyorum, kürt'e söz hakkı veriyorum, “konuşsana abi”, diyorum, “sen kürtsün, kendi tarihinle türk tarihini anlatsana arkadaşa”...
ulusalcılık manyaklığı
güzel bir ulusalcılık örneği yazayım ve bitireyim. selim diyor ki, "ankara artık iğrenç bir yer oldu." nedenini soruyorum, anlattığı şey şu: "bir gün arkadaşla arabayı park etmek için sokağa girdik. baktık boş yer yok. başka yere park ettik, geri döndüğümüzde ne gördük dersin (hayır, ceset ya da uzaylılar değil)? camiden çıkmış sürüyle adam (tanrım, nasıl da korkunç! tam wes craven'lik)!!! başlarında beyaz takkeleri, böyle akın akın geliyorlar. neyse, arabalarına atlayıp gittiler (bu arada arabaları son modelmiş, selim ona takılmış, camiden çıkan adamların arabaları son model olduğu için ayrıca bir de onlara küfür ediyor, nedenini anlayamadım ama olsun)." hikaye bu kadar. işte bu yüzden Selim Ankara'da yaşamak istemiyor artık. Selim’in ve bir çok ulusalcı-Kemalist'in en büyük sorunu bu. Selim babasından şeriatın geleceğini duyuyor sürekli, diyelim. sürekli bir akp'ye küfür. “üç yıla kalmaz herkes namaz kılar, kızlar başını örter” filan diyor. dinci birini görünce midesi bulanıyor vb. selim tüm bunları özümsüyor. sadece belli bir açıdan hayata bakmayı öğreniyor. sanki bu topraklarda 700 yıldır hiç cami yokmuş gibi davranıp, namaz kılanlara öcü muamelesi yapmasının nedeni de bu. kara çarşaflı insanlar, şalvarlı hacı amcaları filan, ok, onların gözünden korkmalarını anlayabiliyorum. ama bu içselleştirdikleri durum artık hat safhaya çıkıyor ve daha hiç tanımadığı dindar bir çocuğa kin beslemeye kadar gidiyor. tam bir psikolojik vaka.
bir şeyin bedeli nasıl ölçülür?
almanlar ii. dünya savaşı'nda 6 milyon yahudi'yi katlettiler. yahudilere yapılan işkenceleri okuduğumda anlatılması güç şekilde şaşırıyordum. özellikle doktorlar, joseph mengele ya da heim gibilerin insanlara yaptıkları hakikatten akıl alır gibi değildi. hatta heim 90'lı yaşlarında bulunmuştu. bir ay önce filan oldu bu galiba. hastaların gözlerine mürekkep enjekte ediyor, farklı kan gruplarını farklı insanlara aktarıyor, kafa koleksiyonu filan yapıyordu. şimdi de karadzic yakalandı ve adam temize çıkacağına inandığını söyledi. sırplı askerlerin karşılarına dizdiği bosnalı sivilleri ellerindeki silahlarla taradıkları görüntüler insanın kusmasını sağlayacak kadar dehşet verici değil mi? benim tam bu noktada kafamda bir soru parlıyor: nürnberg mahkemeleri'nde nazi subayları yargılanmıştı, uzun uzun tartışmalar olmuş, aylar süren mahkemeler gerçekleşmişti. ve bu insanların çoğu 10 sene, 20 sene filan almış, üstelik de sağlık sorunları nedeniyle ileriki yıllarda serbest bırakılmıştı. bu noktada aklıma ilk gelen şey şu oluyor: dakikada belki 50'ye yakın insan öldüren bu subaylar yakalandığında bunun bedelini ödemeleri gerekiyordu. yargı öyle diyordu çünkü. peki 6 milyon yahudiyi öldürmenin bedeli nedir? üst üste yığılmış 6 milyon tane insan düşünün. karşınızda duruyorlar. bunu gerçekleştirmiş kişilerin bedeli nasıl verilir? ne yapılır? akla ilk gelen şey şu oluyor: "en yüksek bedel neyse o verilmeli." şimdi dr. heim'ı düşünün. bu adam kafa kesiyor, canlı canlı insanları ameliyat ediyor, organları bir kavanozda saklıyordu. dr. heim'ın elleri kolları bağlı bir insanı anestezi uygulamadan neşteriyle kaburgalarını ikiye ayırdığını hayal edin. tüm o insanların en vahşi şekilde öldürülmesinden sonra heim yakalandığında mahkemeye çıkarılıyor ve yargılama günler-aylar sürüyordu öyle mi? avusturya'daki adam kızına tam 24 yıl tecavüz etti. bir kadına gidip şöyle deyin: "bir senede bir adamın biri gelip sana tecavüz edecek." 24 yıl tecavüze uğrayan bir kız var o ülkede. şimdi de içinizden 24'e kadar sayın. 24 saniye ile 24 yıl arasındaki farkı anlayabilmek için. şimdi bu adam 10 yılla yırtabilirmiş. 24 yıl tecvüze uğramanın bedeli 10 yıl hapisanede çorba içip kıç büyütmek mi yani? bedel bu mu? işte beyinde parlayan o ışık bu. hayatımda idamı hiç savunmadım. ama 24 yıl tecavüze uğrayan bir kız var. 24 yıl. bana 24 yıl sinema filmi izlememe cezası verseler? evin bodrumunda tam 24 yıl fayanslara bakacağıma “24 yıl film izlemeyeceksin” deseler? bu bile ne kadar kötü değil mi? o kız 24 yıl üç metrelik bir odada yaşamış. tam 24 yıl. belki de hiçbirimiz o kadar da önemsemiyoruzdur. 24 sadece bir rakamdır. gazetede haberi okuyup, "vay be 24 yıl" diyor, sonra da portakal yiyoruzdur. belki de einstein haklıdır. oradaki 24 yıl bizde gazetenin sayfasının çevrilmesi kadardır (yani 2 saniye).
haneke's funny games
haneke'nin funny games'ini izledim. ilk filmi izlemediğim için karşılaştırmasını yapamayacağım ama bu filmden sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim: coenler, lynch ve haneke (aklıma bu üçü geliyor hemen ama tabii daha onlarca adam var) sinemayı en çok şekillendiren, onu en çok yapıbozumuna uğratan adamlardan birkaçı. coenler daha çok türlerle oynuyorlar, intertextuality yapıyorlar, janrları tersyüz ediyorlar. david lynch enfes sinema duygusundan hiç prim vermeden algı mekanizmasını bozuyor ve sinemada bilinçakışını kullanıyor, bilinçaltlarında dolaşıyor, lineer zamanı umursamıyor. haneke ise, bambaşka bir şey deniyor, sinemayı sinemayla öldürüyor. günümüz drama filozofları ve düşünürleri, dramanın kendi içinde onu zaten non-dramatik yaptığını keşfetmişlerdi, yani, drama -her şeyde olduğu gibi- kendi içinde zıttını taşıyordu. aynı şey sinema için de geçerli. haneke, tüm bir sinema algısını baştan kuruyor. filmi izlerken, bundan önce izlediklerimizin bizim istediğimiz gibi biten klasik, mimetik ve katarsise uygun, "film" olduklarını anlıyoruz. bu filmi izlerken, tam tersi, bunun da film olduğunu anlıyoruz, haliyle felsefe yapmak kaçınılmaz hale geliyor. mimetik olan filmse, funny games de filmse, gerçek olan ne o zaman? işin ilginci, diyelim "fargo" o kadar gerçek olup, o kadar mimesis olup o kadar hayat-dışı duruyordu ki, bu fargo'yu ister istemez haneke'nin yaptığı şeye koyuyordu. fargo ile funny games arasında çok az kişinin görebileceği bir bağ var bence. bana kalırsa ikisinin de vardığı sonuç aynı, şimdiye kadar izlediğmiz mimetik filmler aslında birer kurgudan ibaretti ve biz izlediğimiz için varoluyorlardı. o filmler biz izlediğimiz için varoluyorlardı. coenlerin bu konudaki mükemmel çalışması "the man who wasn't there" de tam bunu söylemiyor muydu? coenlerin sinema felsefesi (allah aşkına şuna bak: nerdesin birader?, barton fink, fargo, big lebowski) o sinemayı izleyicinin düşündüğü sinemadan uzaklaştımak. (fargo'da hamile kadın doğum yapmıyor, barton fink o kutuyu açmıyor, big lebowski'de danny ölüyor vb) haneke'nin acımasız yapıbozumu ile -ki görüp görülebilecek en sistem karşıtı adamdır bu- coenlerinki sinemayı alıp tavanlara koymuştur bence. funny games ise, net bir post-modern sinema başyapıtıdır. PM kelimesinin ileri geri konuşulduğu bu çağda, gerçek bir PM sinema başyapıtıdır.
sinemada, watts şişko'yu tüfeğiyle vurduğunda salondaki hemen herkes "ohhh canıma değsin" deyip sevinç çığlıkları attı. sonra haneke'nin ne yaptığını anladılar mı bilmiyorum ama, son derece sinirlendiklerine ve kalelerine doksandan gol yediklerine emindim, haneke olsa zevkten uçardı ama ben en az onun kadar zevkten uçtum.
sinemada, watts şişko'yu tüfeğiyle vurduğunda salondaki hemen herkes "ohhh canıma değsin" deyip sevinç çığlıkları attı. sonra haneke'nin ne yaptığını anladılar mı bilmiyorum ama, son derece sinirlendiklerine ve kalelerine doksandan gol yediklerine emindim, haneke olsa zevkten uçardı ama ben en az onun kadar zevkten uçtum.
eraserhead üzerine...
eraserhead'te "tipikaymış/insanımsı/mutasyonik bebek" ilk görüldüğünde aklıma gelen ilk şey "bu bebek aslında normal bir bebek" oldu. sadece lynch bunu sıradan bir şekilde anlatmak istemiyor. çünkü (post) modernist her dünyada sınırlar "kesinlikle" değil "muğlaklıkla" ölçülüyor. kesin olan hiçbir şey bu alana giremiyor. orada normal bir bebek duruyor ama o bebek Silgi Kafa için normal değil. çünkü bu onun dünyası ve bu adam o bebeğe istemeden sahip, kazayla. haliyle bebek adamın gözünde öyle bir şey. ben böyle film/öyküleri şöyle açıklamayı uygun buluyorum: 4 boyutun (zaman dahil) tek boyuta indiği bir evren. hem bir boşluk, hem de eraserhead tek boyutlu bir öykü/film. küreyi salladığınızda ortaya çıkan karmaşa, kustuğunuzdaki o kusmukluk hali ya da rüyalarınızdaki zaman olmaksınızın iç içe geçen imgeler. işte bunlar birer freud sonrası edebiyat tasvirleri
varoluşçuluk ve "new age"
başını sartre, jaspers, camus ve haidegger'in çektiği ama daha çok sartre'la anımsanan, onun üzerinden tartışılan meşhur felsefe "varoluşçuluk"tan bahsedeyim. oğuz atay'lar, yusuf atılgan'lar, nuri bilge'ler, demirkubuz'lar "varoluşçu"ların içine düştüğü sorulara dalış yapmışlar ve bunlarla uğraşmışlar/yorlar. kafayı insanın içinde bulunduğu bu "ölümcül boşluk"la bozan varoluşçular nihayetinde sürekli karamsarlıklarıyla anılır oldular. haliyle varoluşculuğun insanın aydınlanmasıyla ilişkisini eleyip, ortaya daha çok "tutunamayan" ve midesi "bulanan" insan modeli çıkardılar. oysa sarte'ın anlatmak istediği şey bu değildi. varolşuşçuluk ondan sonra gelendi. oraya varılan bir araçtı sadece.
iklimler ve lost in translation
iklimler'deki iki sahne:
1. isa ile bahar, isa'nın arkadaşının evinde yemek yemekteler. bahar birden -hava müsait olmasa da- "denize girelim mi?" diye soruyor. cevabını bilmesine rağmen soruyor. o kadar ümitsiz. o kadar kopmuş durumda.
lost in translation'dan iki sahne:
1. charlotte ile kocası john uyumaktalar. charlotte'u uyku tutmamış. uzun zamandır uyuyamıyor. ona sorsanız "yabancı" bir şehire geldiğinden. o kadar aciz durumda ki, izleyicinin dahi horladığını duyduğu kocasına, "john... uyanık mısın?" diye soruyor. o kadar ümitsiz. o kadar kopmuş durumda.
iki film de bir çok açıdan benzerlik gösteriyor. sahnelerine, diyaloglarına kadar... ilişki içinde yabancılaşma ve genel anlamda hayata yabancılaşma ve sonra ruhun aydınlığı ile aşkın imkansızlığı belli başlı kesişmeler.
1. isa ile bahar, isa'nın arkadaşının evinde yemek yemekteler. bahar birden -hava müsait olmasa da- "denize girelim mi?" diye soruyor. cevabını bilmesine rağmen soruyor. o kadar ümitsiz. o kadar kopmuş durumda.
2. bahar kabustan uyanıyor ve derin derin nefes alırken, isa okuduğu kitaptan başını yana çevirip, "bahar, yoksa uyuya mı kaldın? aaa, çok tehlikeli, sakın yapma öyle şeyler," tarzında bir cümleyle karısını ne kadar "sevdiğini" gösterip, kitabını okumaya devam ediyor.
lost in translation'dan iki sahne:
1. charlotte ile kocası john uyumaktalar. charlotte'u uyku tutmamış. uzun zamandır uyuyamıyor. ona sorsanız "yabancı" bir şehire geldiğinden. o kadar aciz durumda ki, izleyicinin dahi horladığını duyduğu kocasına, "john... uyanık mısın?" diye soruyor. o kadar ümitsiz. o kadar kopmuş durumda.
2. john tekrar çekimler için aceleyle üstünü başını toplamış, alet edevatı almış, bir hışımla odadan çıkacak ve karısı charlotte'u tekrar kabusvari bir yanlızlığa bırakacak. charlotte üzgün, ümitsiz, sıkılmış... elinde sigara, acele eden kocasına bakıyor. suratında yalancı bir gülüş. tam çıkmadan önce john duruyor ve, "tatlım, sigarayı bırakmalısın, biliyorsun çok zararlı," diyerek karısını ne kadar çok "sevdiğini" gösteriyor... çıkıyor gidiyor.
iki film de bir çok açıdan benzerlik gösteriyor. sahnelerine, diyaloglarına kadar... ilişki içinde yabancılaşma ve genel anlamda hayata yabancılaşma ve sonra ruhun aydınlığı ile aşkın imkansızlığı belli başlı kesişmeler.
sinefil ve sinema manyakları örnekleri
1. film manyakları
2. film manyağı sinefiller (melez)
3. sinefiller
* sadece beğenip beğenmeme/haz üzerine kurulu (sinema bilgisinden yoksun) beğenme standartaları olan film manyakları (bunlar "crash"i, "hayat güzeldir"i, "akıl oyunları"nı veya "finding neverland"ı %80 ve üzeri beğenirlerken, "kayıp otoban"ı, "stalker"i veya "broken flowers"ı %80 ve üzeri beğenmezler).
* sinema bilgisi olan film manyakları (bunlar sinema bilgisi olduğu için yukardakilerin beğenmedikleri filmi beğenme şansları çok yüksektir. sinefilden farkları her filmi izlemeleridir. sinema tarihi açısından iyi/kötü ayrımına varmadan önüne ne gelirse izlerler. b sınıfı filmler, istismar filmleri, dövüş filmleri, kanal 1'de gösterilen öcülü böcülü piranalı filmler, hemen her filmi. en mükemmel örneği TARANTİNO. eleştirmenlerden Engin Ertan)
* sinefiller ikiye ayrılmaz. bir sinefil sadece sinema tarihinde önemli bulduğu filmleri izler. örneğin eleştirmenlik görevi olmasa "maskeli beşler kıbrıs"ı ya da "kutsal damacana"yı izlemez. filmleri seçer. dvd'lerini alıp bekletir ve yeri gelince gider izler. izlenecek yüzlerce "başyapıt" varken hintli bir yönetmenin boolywood sektörü için çektiği 50'ye yakın filmi izlemeye gerek duymaz. 5'ini izleyip olayı kapatır. örnek: Uygar Şirin)
2. film manyağı sinefiller (melez)
3. sinefiller
![]() |
tarantino, film manyağı değil, "sinema bilgisi olan film manyağı" kategorisinde... |
* sinema bilgisi olan film manyakları (bunlar sinema bilgisi olduğu için yukardakilerin beğenmedikleri filmi beğenme şansları çok yüksektir. sinefilden farkları her filmi izlemeleridir. sinema tarihi açısından iyi/kötü ayrımına varmadan önüne ne gelirse izlerler. b sınıfı filmler, istismar filmleri, dövüş filmleri, kanal 1'de gösterilen öcülü böcülü piranalı filmler, hemen her filmi. en mükemmel örneği TARANTİNO. eleştirmenlerden Engin Ertan)
* sinefiller ikiye ayrılmaz. bir sinefil sadece sinema tarihinde önemli bulduğu filmleri izler. örneğin eleştirmenlik görevi olmasa "maskeli beşler kıbrıs"ı ya da "kutsal damacana"yı izlemez. filmleri seçer. dvd'lerini alıp bekletir ve yeri gelince gider izler. izlenecek yüzlerce "başyapıt" varken hintli bir yönetmenin boolywood sektörü için çektiği 50'ye yakın filmi izlemeye gerek duymaz. 5'ini izleyip olayı kapatır. örnek: Uygar Şirin)
filmleri neye göre beğeniyoruz
mesela neden bir luc besson filmi bir bresson'un filminden daha iyi olamaz? neden bir john waters filmiyle bir harold ramis filmi mukayese edilebilir de tarkovski ile edilemez? bir izleyici "kuşlar kanatlı uygarlık"ı kubrick'in 2001'ine tercih edebilir mi? sinan çetin'in fellini ve tarkovski eleştirileri neden saçmadan öte değildir? harry sally ile tanışınca filmine gerçek değerini veren nora ephron mudur yoksa rob reiner mı?
Kaydol:
Yorumlar (Atom)