Bu Blogda Ara

1 Eylül 2011 Perşembe

varoluşçuluk ve "new age"

başını sartre, jaspers, camus ve haidegger'in çektiği ama daha çok sartre'la anımsanan, onun üzerinden tartışılan meşhur felsefe "varoluşçuluk"tan bahsedeyim. oğuz atay'lar, yusuf atılgan'lar, nuri bilge'ler, demirkubuz'lar "varoluşçu"ların içine düştüğü sorulara dalış yapmışlar ve bunlarla uğraşmışlar/yorlar. kafayı insanın içinde bulunduğu bu "ölümcül boşluk"la bozan varoluşçular nihayetinde sürekli karamsarlıklarıyla anılır oldular. haliyle varoluşculuğun insanın  aydınlanmasıyla ilişkisini eleyip, ortaya daha çok "tutunamayan" ve midesi "bulanan" insan modeli çıkardılar. oysa sarte'ın anlatmak istediği şey bu değildi. varolşuşçuluk ondan sonra gelendi. oraya varılan bir araçtı sadece.

 
bu felsefe beni çok şaşırttı ve zorla da olsa yeni çağ'la benzerlikler buldum sanki. kişinin özgür olmaya mahkum olmasıyla beraber tüm sorumluluğun kendisine ait olması, içinde duyduğu bulantının (hayattaki yerini bulamayan yeni çağ insanının mutsuz olması gibi) onu aydınlığa götürecek bir adım olması, en önemlisi: kendisi tek başına bir kişiyi değil, tüm evren insanını temsil etmesi, "onun yerinde ben  olsaydım ne yapardım?" diye sorarak, hatta bu düstur edinerek yaşaması gibi belli başlı fikirler yeni çağ'ın insana verdiği önemle örtüşen şeyler değil mi?
 
işin ilginç yanı, "tanrı yoktur ve insan bir şeye bağımlı değildir" diyen ateist varoluşçularla, "tanrı vardır ve insan onun parçasıdır, haliyle ona bağımlı olması imkansızdır," diyen yeni çağ arasında farklı açılardan bir uyum sözkonusu. çünkü varoluşçular tüm gücü insana vermeyi istiyorlar, haliyle tanrı'yı derhal saf dışı bırakmakla işe başlıyorlar. işin garibi yeni çağ da derhal insandan başlıyor. "isteyin verilecektir" diyen tanrı, "istemeyince  verilmeyecektir" de demiş oluyor. bu durumda (bu felsefeler açısından) tanrı'nın var-yok skalasında pek de bir önemi yok. 
 
ama varoluşçuluk temellendirilemediği düşünülen bir felsefe. özellikle tarihin büyük savunucuları olan marksistler sartre'a karşı çıkıyorlar. çünkü onlara göre insanı; tarihin/sosyal yaşamın/ekonomik çevrenin kendisi yaratıyor/biçimlendiriyor. oysa sarte'a göre tarihi oluşturan -tam tersi- insanın kendisi. haliyle ne olursa olsun sartre insanın tüm dünyadan sorumlu olma savı değişmiyor. fakat sartre sonlara doğru felsefesini marksçılığın içine yamamaya çalışıyor ve ikisinin sentezini gerçekleştirmeyi deniyor (boş bir çaba mı?).
 
gerek varoluşçuluk, gerek yeni çağ; bilimin dünyaya hakim olmayı görev olarak bildiği akıl/aydınlanma çağının insanına alternatif bir dünya olarak çıktı. özellikle dünya savaşlarından sonraki yıkımla beraber içine düşülen boşluk ve rasyonaliteye duyulan korku yeni bir fikir patlamasına yol açtı. post-moderniteye giden yolda her iki felsefe de anılabilir kanımca. yeni çağ, eklektik bir yapıyla birçok doğu öğretisini içine alıp sindirdi ve post-moderniteye uymayanları dışarı fırlattı. (tanrı kavramının içi oyuldu, kutsal metinlerin içi oyuldu, tüm kutsal kitaplara feci hermeneötik açılımlar getirildi, peygamberlerin filan sıradan insanlar olduklarından yola çıkarak tüm gücü insanın kendine verdi, şu sıralar ise kuantum fiziğiyle kafayı bozmuş durumdalar; bu da özündeki eklektik/sentez normuna çok uyan bir şey. keza yeni çağ dinle-bilimi sentezlemeye çalışan bir öğreti.) falan filan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder