Politika, sinema, popüler kültür vb. konular hakkındaki fikirlerimin bulunduğu bir blog sitesidir.
Bu Blogda Ara
2 Eylül 2011 Cuma
türban üzerine
Yıllar geçti, hala türban tartışmalarını izlerken türban-karşıtlarının bu konu hakkındaki yeterliliklerinin ne kadar da az olduğunu bir kez daha anımsayıp üzülmeden edemiyorum. Bu tartışmaları ve türban-karşıtlarının argümanlarını izlerken içten içe bu kişilerin okudukları onca kitap, aldıkları onca eğitim nereye gidiyor, diye düşünmeden de edemiyorum. Böylece, belki daha iyi anlaşılır diye olaya başka açılardan örnekler vererek yaklaşmaya çalışayım, diye düşündüm ve bunun için de Nilüfer Kuyaş’ın 8 Ekim’de Taraf’ta çıkmış yazısını (“Hicap duymak”) referans alarak bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Şöyle başlamakta yarar var: türban-karşıtı kimi görsem ilk cümlesi şu: “x nedeniyle kapanıyorlar”. Örneğin Nilüfer Kuyaş yazısında türbanlıların “cinsel tacize uğramamak, saygı görmek, muhafazakâr, otoriter, şiddetin yaygın olduğu, erkek-egemen bir dünyada daha emniyette olmak, daha serbestçe dolaşmak, kısaca rahat etmek için” kapandığını düşünüyor. Şimdi benim iddia ettiğim şey, bu tartışmanın dinle, ideolojiyle filan hiç ilgisinin olmaması üzerine… Bu, koca bir yanılsama. Zaman içinde, hepimizin bildiği en basit gerçek; dille, kültürle, eğitimle, devletle ve aslında ideolojik aygıtların kendisiyle başkalaşıma uğruyor ve gerçeklik, kendi başına son derece anlamsız bir yığına dönüşüyor. Gerçeklikten konuşmanın ekranlarda hiçbir değeri ve anlamı kalmıyor ve böylece gerçekliğin üstüne kurulu bambaşka bir meta-gerçeklik inşa ediliyor. Bu meta-gerçekliğin yarattığı şey üzerinden sanki onu tartışıyormuşuz gibi geveleyip duruyoruz biz de, oysa tartıştığımız şey artık ideoloji değil, post-ideolojik bir çöplük. Üstelik hemen herkes, bu çöplükte, nasıl konuşulacağını adeta gizil bir şekilde öğreniyor ve ekranlardaki tartışmalar meta-gerçeklik çöplüğünde post-ideolojik bir kafeste gerçekleşiyor. Bu kafeste nelerin nasıl söyleneceği bir şekilde hep başından belliymiş gibi oluyor. Bir bakıyorsunuz uzun uzun türbanın neden aptalca olduğunu anlatan profesörler, akademisyenler, sosyologlar etrafı kaplamış. Yapılan her açıklama ise savunma mekanizmalarının en eğlencelilerinden olan entelektüelleştirmeden muzdarip.
Şimdi garip bir yerden yaklaşalım: bu türbanlılar bir şey yüzünden kapanıyorlar. Değil mi? Otoriter dünya onları kapanmaya zorluyor. Babaları kızıyor. Zorla, dayakla başlarını örtüyorlar bu kızların. Burada, hepimizin içselleştirdiği bir dikotomi sorunu var (açıklık/kapalılık-örtülülük). Nasıl oluyorsa, garantici bir şekilde açıklık’ın tarafını tutuyoruz ve bu tarafı tuttuğumuzun o kadar farkında değiliz ve bu tarafın savunulması gerektiğini o kadar özcü olarak sindirmiş durumdayız ki, açıkça, alenen karşı tarafı, yani kapalılık’ı bombardımana uğratıyoruz. Unutmayın, “Batı felsefesi bütün inançlarımızın temelini oluşturan biz öz ya da doğruluk bulunduğuna inanır. Kuşkusuz bu konuda kendisiyle doğrudan doğruya birebir ilişkide bulunabilecek, “aşkın gösteren” için “aşkın gösterilen”in (yani bir Us) dengesini koruyacak bir düzen özlemi görülür. Bu türden göstergelere en iyi örnekler şunlardır: İdea, Madde, Tin, Tanrı vb… Bu kavramların her biri diğer bütün göstergelerin kendi çevresinde döndüğü bir düşünce ve formlar dizgesinin temelini oluşturur.” Ve ben de (birçok düşünür gibi) bu türden her aşkın anlamın kurgudan öte bir şey olmadığına inanırım. Zaten bu açıdan bakınca, yaratılan bu dikotomi sözsel ve ontolojik olarak da bir tarafa sadece “buradalılık/presence” anlamında üstünlük taslıyormuş gibi görünür. Bunu sağlayan şeyse başımıza bela olan usçuluk ve dil-merkezciliktir. Örneğin başı açıklar türbanlılara, sırf kapalı oldukları için saldırabilmekte; türbanlılar ise sadece bu saldırıya cevap verebilmekte, ama karşı-atağa geçememektedirler; çünkü dilin yapısı ve taşıdığı anlam buna izin vermez. Türbanlı birinin, tartışmanın ortasında, başı açık birine “sen neden açıldın” diye sorması, herkesi şok edecektir. Ama bu soru, us düzleminde saçmadır çünkü “neden açıldın” sorusunun sorulabilmesi için karşı-kişinin ilk önce kapanması gerekir. Hiç kapanmayan birinin açılması da mümkün görünmez bize. Oysa bizim yapmamız gereken dil’e başkaldırmak ve ontolojik gerçekliği zorlamaktır. Nilüfer Kuyaş şöyle diyor: “türban takan kadın hiç baskı görmeden, gerçekten özgürce mi karar veriyor yoksa bir dayatmayı mı içselleştiriyor?” Bu durumda sorular şu düzleme çekilebilir: “siz neden açıldınız/açıksınız? Kendi iradenizle mi açıldığınızı sanıyorsunuz? Bir dayatmayı içselleştirmiş olabilir misiniz?” Açık olmak, neden bu kadar rahat bir pozisyonu ima etsin ki… Kapanmak’a ithaf edilen bu dışarısı paranoyaklığını kırmak en önemli mesele bence.
Ayrıca türban meselesinin ideoloji ve dinle ilgisinin olmadığının bariz örneklerini şöyle verebiliriz: benim yıllardır çok yakından tanıdığım ve üniversitede öğretim görevlisi bir arkadaşım var. Bu kişiyle ne zaman televizyon izlesem ve o esnada ekranda ne zaman Mehmet Altan’ı görsek, arkadaşım yıllar boyunca istisnasız her zaman “bu adam saçını sakalını niye kesmiyor arkadaş?” diye söylenip durmuştur. Ona “sana ne, adam istediği gibi bırakır saçını sakalını” diye cevap verdiğimde bana şöyle demişti: “tamam bıraksın ama adam maymuna benziyor.” Bunun bir benzerini yaşını başını almış ve dindar olan yakınlarımda görürüm. Bu kişiler de ne zaman saçı uzun ve küpeli bir erkek görseler derhal “böyle bir rezilliğin olmadığını” söyleyip hayıflanırlar. Onlara bunun nedenini sorduğumda da şu cevabı alırım: “uzun saçlı ve küpeli olan kadınlardır. Erkekler böyle kadınlara benziyor.” Pulp Fiction’da John Travolta’nın canlandırdığı karakterin piercing’i bol kadına nasıl şaşkın şaşkın baktığını anımsayın. Anlamakta güçlük çekerek kadına neden piercing taktığını soruyordu. Bir kişinin kendini neden delik deşik ettiğini anlamıyor ve kadınla “kevgir” diyerek alay ediyordu. Dikkat edin, bu örneklerin hepsinde birbirine karşıt ikilikler mevcut ve hepsinde asıl mesele bizzat görünüşün/dış görünüşün kendisi. Bir taraf öbür tarafın görünüşünü beğenmiyor, beğenmemelerinin nedeni de kendi yarattıkları şemalara, bu tiplerin uygun düşmemesi. Arkadaşım Mehmet Altan’ın saçını sakalını beğenmiyor. Düşünün, bir şekilde bu iki kişinin arasında bir köle-efendi diyalektiği oluşsa, diyelim arkadaşım patron Altan işçi olsa, arkadaşım ilk iş Altan’a saçını sakalını kesmesini söyleyecektir. Peki nedeni? Nedeni şemaya uygun düşmeyiş, o kadar… Ve şunu gözden kaçırmayın: görünüşünü beğenmediğimiz kişiler hep bir şeylere benziyorlar. Mehmet Altan maymuna (affına sığınıyorum), erkekler kadına, piercingliler kevgire, çarşaflılar ninjaya vb… Onları, bizim sevdiğimiz gibi giydirmek, istediğimiz gibi görmek istiyoruz. İnsanları hala işlem öncesindeki bir çocukmuşuz gibi bebek olarak görüyor ve onları istediğimiz gibi giydirebileceğimizi sanıyoruz.
İşte bu yüzden; uzun saçlıyı, piercingliyi, saçlı-sakallıyı beğenmiyor oluşumuzun nedeni neyse, bir türbanlıyı beğenmiyor oluşumuzun nedeni de sadece bu. Ve sırf bu yüzden, savunma mekanizması çalıştırabilecek kadar bile entelektüelleştirme yapamadığı için Ayşe Arman’ın türban hakkında kurduğu cümle, bana en samimi nedenmiş gibi geliyor. “Türban beni irkiltiyor, göz sinirlerimi geriyor, ruhum kaldırmıyor, sıkışma yaratıyor, bakamıyorum.” Bu kadar basit… Bu cümlenin ideolojiyle bir ilgisi var mı sizce? Ama varmış gibi yapıp, durumu entelektüelleştirenlerden Nilüfer Kuyaş, “kamu hizmeti aldığımız yerlerde karşımıza dini kılığa bürünmüş devlet memuru çıkamaz” gibi son derece garip cümleler kurabiliyor. Kuyaş gibilere derin derin “din nedir” seminerleri vermek lazım. Kadınların saçları görünmesin diye başlarına taktığı örtü-türban veya her neyse o, “dini kılık” kategorisinde değerlendirilebilir mi? Başı kapatan türban dinse, boyuna asılan Arapça Allah yazılı kolye ne (hani neredeyse Nasreddin Hoca’nın “ye kürküm ye” fıkrasına doğru gideceğiz)? Elbette kamu hizmetinde dini kılığa bürünmüş devlet memuru olmamalı, ama türbanlı birini de “dini kılığa bürünmüş” kabul etmek lafı eveleyip gevelemek değil mi? Türbandan hoşlanmadığınızı söyleyin, gerisini boş verin. Çünkü gerisi o kadar da mantıklı olmuyor. Ayşe Arman’ın türban yorumunu bu yüzden önemsiyorum. Konuyu meta-gerçeklik çöplüğünden gerçeğin bizzat kendisine çektiği için.
Hem, Kuyaş’ın türban konusundaki “acaba gerçekten kendi iradeleriyle mi türban takıyorlar” meramını şu şekilde açarak kapıyorum: acaba kaçımız her hangi bir davranışımızı gerçekten kendi irademizle yapıyoruz? İçinde bulunduğumuz “yapı” bize nasıl buyuruyorsa öyle yapıyor olabilir miyiz acaba? Ve biz o yapı’nın içinden baktığımız için kendimizi uzaktan göremiyor ama başkalarını gördüğümüzü sanıyor olabilir miyiz (aklınıza Marx geldi değil mi)? Ve hepsi bir tarafa… Başkalarının “geri kafalılığından”, başkalarının saçlarını özgürce dalgalandırmamasından, başkalarının başındaki kumaş parçasından size ne (Irak’a demokrasi götüren Amerika aklınıza geldi değil mi)? Ben sevmediğim halde ıstakoz yiyenlere ve anlam veremediğim halde burka giyenlere hiç karışmıyorum. Mayoneze tapanlarla ve muz kabuğu koleksiyonu yapanlarla da aram iyi… Burada taraf tutmadan herkese şu epigrafi sunarak bitiriyorum: “Farz et ki balık olduğunu ve bizim hepimizin balık olduğunu ileri süren bir deliyle karşılaştın. Onunla tartışır mısın? Ona yüzgeçlerin olmadığını göstermek için soyunur musun? Yüzüne ne düşündüğünü söyler misin?” Ben söylemem, basar giderim. Siz de öyle yapın.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder