Bu Blogda Ara

1 Eylül 2011 Perşembe

daire felsefesi


Bir daire düşünüyoruz. Bir nokta koyup, o noktadan hareket edip diğer noktaya vararak oluştururuz daireyi. Bu durumda ilk koyduğumuz nokta (1). 1'den yola çıktığımızda yolun yarısına (2), sonra dönüp tekrar aynı noktaya gelip daireyi tamamladığımızda 1'in olduğu noktayla birleşen diğer noktaya da (3) diyoruz.




Bu numaralandırma işlemlerine isteyen istediği sembolik sıfatları yakıştırabilir. Örneğin şöyle denebilir: 1. çocuk 2. genç 3. yaşlı. Ya da şöyle denebilir: 1. teolojik 2. metafizik 3. pozitivist. Ya da şöyle: 1. tez 2. antitez 3. sentez ya da 1. feodalizm 2. sanayi 3. bilgi veya 1. klasik 2. modern 3. post-modern vs. Bu daire tamamen kişilerin kendi fikirlerine göre yorumlanabilir. Fakat bu yorumlamada ayırt edilmesi gereken sistem şu: 1 ile 3, aynı nokta üzerindeler! Benim daire sistemine göre iddia ettiğim şey 1 ile 3'ün aynı anlama geldiği üzerinedir. Aynı anlama gelecek şekilde bir daire hazırlamanız gerekir. Bu durumda listeleri irdeleyelim:

Yukarıdaki listelerde dairenin mantıkları “basamak” olarak anlamlandırılmasından kaynaklanır. Örneğin Comte'un üçlüsünde 1. teoloji tabanda 3. pozitivizm tavandadır. Yani Comte'un üçlüsü dairesel değil, dikey bir sistemdir, bir çeşit basamak sistemidir. Bu sistem dairesel sisteme uyarlanırsa Comte'un demeye çalıştığı şey çöker, çünkü o anlamda teolojiyle pozitivizmin aynı noktada olduğu ve aynı anlama geldiği anlaşılır. Comte asla ve asla kabul etmez bunu. Onun için pozitivizm varılacak son nokta, teoloji ise başlanılacak (insanlığın başladığı) ilk noktadır ve aralarında binlerce yıllık bir bilgi farkı-birikimi mevcuttur.

Daire felsefesinin mantığının uyarlanabilmesi için bu mantığı uyarlayacak sistem/ özne kendine şu soruyu sormalıdır: “içinde bulunduğum ideoloji bir üçlü şeklinde değerlendirilse benim yerim hangisi olur?” Burada varmaya çalıştığım nokta insanın gelişmişliğini saptayabilmek. Bunu Nietzsche’nin Üstün İnsanı’na benzetebilirsiniz. Nietzsche’nin 3. noktası "üstün insan"dı. Marks’ın 3. noktası "özgür insan/ sosyalist bir dünya"ydı. Tasavvufun ve doğu öğretilerinin 3. noktası "aşkın insan"dı. Bir nevi 3. nokta şu demek: bir insanın ulaştığı/ ulaşması gerektiği nokta.

Bir dindara göre varılacak 3. nokta Allah’ın sevgili kulu olmak, bir Kemalist’e göreyse Atatürk ilke ve inkılâplarına uygun bir kişi olmak. Hepimiz kendimizi iyi bir yere göre değerlendireceğimiz için, kendi yarattığımız listede kendimizi hep 3'te, en iyimser haliyle de 2'de göstereceğiz muhtemelen. Dindara göre iyi Kuran okuyabilmek 3'e dâhilken Kemalist’e göre operaya gitmek 3'e dâhil olacak. O zaman bu üçlü sistemin mantığı ne?

Mantığı şu: daire sistemi soyut olmasına rağmen sağlaması yapılabiliyor. Sorulan bir soru ile kendinizin dairenin neresinde bulunduğunuzu tespit edebileceksiniz. Anahtar soru da şu:

1, 2, 3'te; 3 ile1'in anlamı bir mi? Teoloji, metafizik ve pozitivist listesinde pozitivistseniz eğer, Daire size şunu söylüyor: pozitivist = teoloji... Şimdi eğer bir pozitivistseniz kendinize "ben dindar mıyım?" diye sorun. Cevabınız hayırsa siz 2'siniz. Örneğin bir dindara şu soruyu soralım (dindarın listesi de şu olsun: 1. ilkellik 2. çok tanrılı 3. tek tanrılı): "siz ilkel misiniz?" yani: tek tanrılık = ilkellik.

İddia ettiğim şey: aslında tüm felsefenin ve düşünce sisteminin başladığımız yere varmaya çalıştığı. Bu da basit bir mantıkla işliyor. Cahiliz. Cehaletin varılacak son nokta olduğunu bu yüzden bilmiyoruz. Bu yüzden hayatımızın tamamını cehaletten kurtulmak için harcıyoruz. Sonunda kapı açılıp da Oz Büyücüsü göründüğünde bize şöyle diyor: "ben cehaletim". Bunu Simurg efsanesine ya da Tarkovski'nin Stalker'ine ya da yol hikâyelerine benzetmek mümkün.

Buradan şu soruya varıyoruz: o zaman hiç yola çıkmayalım mı?
Sorun da bu soruda: 1 ile 3 aynı noktada olmalarına rağmen 3'ün bulunduğu durum 1'den -yine de- farklı. 3. nokta 1. noktaya geldiğinde gerisinde binlerce kilometrelik bir yol bırakarak geliyor. Bu yüzden de Zen Budistlerinin dediği gibi, sabit bir noktaya bir hafta sonra tekrar baktığınızda o nokta sabit bile olsa aslında değişmiştir.

Bu felsefenin "cehalet erdemdir" ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu cümleyi kullanan kişi 1. noktadadır, ya da depresif bir halde bulunan bir 2. nokta-zededir. Fakat aynı cümleyi kullanan bir 3. nokta'cı da bulunabilir. Haliyle 1. noktadaki kişiyle 3. noktadaki kişilerin kurduğu cümleler (cehalet erdemdir) aynı bile olsalar aslında inanılmaz derecede farklıdır. Örnek vermeye çalışalım:

Tayyip Erdoğan’ın köşe yazarlarını yererken kurduğu cümle: "siz elitler, elinizde viski, bilgisayarınızın başında oturarak Türkiye’yi anlayamazsınız!"

Bu cümle tabii feci eleştirildi. Eleştirenler haklı olarak şöyle dediler: “bu cümle direk karşıdakini belli bir kalıba sokan, tamamen belli bir konsepte göre var olmuş, son derece ötekini anlamaktan uzak, sığ bir cümle”. 'Elinde viski'den kastedilen Anadolu’nun sefaletine bir kinaye sokuşturmak, belli... Oysa biz biliyoruz ki, Tayyip’in 'elit' dediği kişilerle, kendi tarafında olup onu destekleyen kişiler arasında hiç de fark yok. Ne yani Ertuğrul Özkök sıcak evinde, elinde viski, yanında kedisi, bilgisayar başında Türkiye’yi anlayamıyor da; Ali Bulaç her gün dolaştığı Türkiye kasabalarından, damı akıtan buz gibi evlerin bok kokulu odalarından mı analiz edip anlıyor Anadolu’yu? Yoo. Bu durumda Ali Bulaç ile Ertuğrul Özkök'ün 'elitliği' arasında en ufak bir fark yok aslında. Tayyip Erdoğan’a bu anlamda eleştiri yöneltmek hayli doğru görünüyor.

Oysa biraz ilerlediğinizde Erdoğan’ın haklı olduğunu görüyorsunuz. Çünkü toplum zaten bir semboller, gösteren/ gösterilenler ve diller bütününden oluşuyor. Bu durumda hakikat denilen şeyi göz ardı etmek son derece kolay. Siz eğer, Erdoğan’ın söylediği cümleyi kendinizin 'gerçek' kabul ettiği bir bağlamda algılarsanız sorununuz var demektir. Üstelik bu gerçek 'gerçek' anlamında gerçek de olabilir, oysa bunun semboller dünyasında hiç de önemi yoktur.

O zaman Tayyip Erdoğan ne söylemek istemiştir: kurulan cümledeki sembollere odaklanmak bize bazı ipuçları veriyor: bu kelimeler: *sıcak oda *bilgisayar başı *kedi *viski *elit vb. kelimeler bütünüdür. Biz konteksti Gerçek’e, gerçek kelime anlamlarına çektiğimizde rahatlıkla yukarıdaki Ali Bulaç örneğini verebiliriz ve haklı çıkarız. Oysa bu kelimelerin toplamından bir 'mesaj' çıkar ortaya. Ne elit o elit, ne viski o viskidir. "Hiç dolaştınız mı Anadolu’yu?" sorusuna Emre Kongar "evet, her ilçesine kadar dolaştım," cevabı verebilir belki, tam aksine Ali Bulaç da, "hayır, Türkiye’nin hemen hemen hiçbir yerini bilmem" de diyebilir. Ama bunlar 'gerçek' cevaplardır ve anlamı zedelerler. Çünkü "dolaşmışlar mı Türkiye’nin varoşlarını" demek, aslında sonunda soru işareti olan ve cevaplanacak bir soru bile değildir. Kendi konteksti içerisinde bu cümleden net bir "sabun kokulu evler, nasırlı ellerin yaptığı ve yerde yenilen yemekler, tezek kokan elbiseler, oruçkenki ağız kokuları, hacı yağları, namazlar ve tespihler" geçer. Sembolik dünyada kullanılan kelimelerin tezatları kendi içerisinde yapı bozumuna uğratılabilir.

*sıcak oda = fakir evler asla ve asla sıcak olmaz.
*bilgisayar başı = evdeki tek teknolojik eşya televizyon veya radyodur.
*kedi = köylerde kediler en fazla fare yakalaması için beslenir ve kedi en fazla keçi/öküz/inekle eşleşebilir.
*viski = ince belli bardaklarda çay veya ayran...

Erdoğan’ın cümlesinin eleştirilmesinde "ne yani sanki Fethullah Gülen bilgisayar değil de mektup mu kullanıyor," tarzı cümleler anlamsızdır, anlamın daralmasıdır. Haliyle elit'in Erdoğan’ın zihninde ne oluğu ve aslında ne anlama geldiğini anlamak gayet basittir ve o anlamda eleştirmektense ben kendisinin bu cümlesine katılırım. Ama bu cümleye katılmam, görüldüğü gibi, bu cümleye körü körüne katılan Tayyip Erdoğan gibi olmaz. Burada Tayyip Erdoğan’ın elit cümlesine katılanlar 1. nokta,
onun kurduğu cümleyi eleştirenler 2. nokta ve elit cümlesine (bu şekilde düşünerek) katılanlar 3. noktadır.

1 ile 3 aynı şeyi savunurlar.
Basamak sistemine göre 2, 1'den daha iyi durumda gözükse de, dairesel sistemde -bana göre- 2'nin konumu en kötüsüdür ve asıl liste şu olabilir.

1.nokta = dindarlar
2. nokta = modernler (tüm pozitivist, 3.boyutçu, bilimsel düşünenler)
3. nokta = post-modernler (ya da 3. noktacılar, yani X'ler)

Şu cümle bu felsefenin ana damarıdır:

"Çok düşünürseniz dinden çıkarsınız... Biraz daha düşünürseniz dine dönersiniz." (Bacon’ın sözünün yoğrulmuş hali)

Dikkat ederseniz bu cümlenin de sağlaması var. Kendinize soru sorulmasını sağlıyor: Soruyorum: çok düşünüp dinden çıktım. Peki, şu an dindar mıyım? Cevap hayır mı? O zaman felsefe şunu diyor: demek ki yeterince düşünmedin!

İlginç değil mi?

Daire sistemi’ne ek

Kurduğum “Daire Sistemi”ne yeni şeyler eklenebileceğini düşünüyorum, ama önce biraz ne olduğuyla ilgili kısa bilgi verelim: bu felsefe sistemine göre bir daire var ve bu dairenin üzerinde de üç nokta var. Pergelin daire çizmeye başladığı ilk noktaya 1, dairenin tamamlandığı yarı yola 2 ve dairenin başlangıçla birleştiği 1'in olduğu noktaya da 3 diyoruz. Bu sistem doğu öğretilerine daha yakın, malum; ama -bence- onlardan da farklı.

Başında kurduğum sistem, zaman içinde sürekli değişime uğruyor. Örneğin 1'e din, 2'ye modernizm, 3'e post-modernizm demiştim. Oysa bu bildiğiniz batı standardında, klasik bir ‘progress’ sistemiydi. Sonra 3 olmayı aslında din'e endeksledim. Yani daireyi tamamladığımızda başladığımız yere varmalıydık. Başladığımız yer dinse dindar olmalıydık. Fakat gördüm ki başladığımız yer din değil. Aslında olan her şey 2'nin içinde oluyor. 1, aslında Lacan'ın "Real" dediği şey. Haliyle 1'in biyolojik vakti hepi topu imgesel döneme kadar sürüyor. 1 insan ömrünün sadece 2-3 yaş döneminden başka bir şeyi temsil etmiyor. Simgesel düzene girilir girilmez işte artık 2'ye girmiş oluyorsun. Haliyle dinin başlangıcı (eskiden iddia ettiğim gibi) 1'de değil bizzat 2'de oluyor. Peki din sonrası dönem, modernist dönem nerede gerçekleşiyor? Elbette 2'de! Eskiden dinle modernite arasında kesin bir ayrım yapıyordum ki, bu hala mümkün belli bir açıdan. Çünkü ne olursa olsun dinden sonraki basamak "aydınlanma" oluyor. Fakat bir müddet sonra aydınlanma da dönüp dolaşıyor ve o da din'e geri dönüyor. Bugün hacer-ül esved taşının sıradan bir taş olduğuna inanmayan dindar'ın mecburen bir modern'den geri olduğunu kabul etmek zorunda kalıyoruz. O zaman da başında kurduğumuz sistemi bu sefer 2'nin içine taşıyoruz. Din, modernizm ve postmodernizmin hepsi 1, 2, 3 şeklinde sıralılar ama 2'nin içerisindeler.

Dairenin başlangıcı bilincin olmadığı ve öznenin henüz özne olduğunu anlamadığı bir dönemse ve 3 de 1'e eşit olacaksa o zaman 3'ü temsil eden biri nasıl biri olacaktır? Bebekle karşılaştırılabilecek kim vardır? Ya bir ceset ya da bir ermiş veya belki bir deli. Demek istediğim tekrar 1'e dönmek, full bilgisizliğe geri dönmektir. Hayatta gördüğümüz ve öğrendiğimiz her şey aslında bir bebeğinki, bir cesedinki veya bir delininki kadardır, öyle olmalıdır. Söylediğiniz her şeyi üstü çarpılı söylemek gerekir. Cümleyi "değillemek" için söylemeliyiz. Yani negatif bir diyalektik kurulmalıdır, çünkü biz izi sürülebilirse milattan önceye kadar bile gidebilecek olan üç beş sözcük öğesinden başka bir şey değiliz. Dünyadaki tüm bilgileri bilgisiz olduğumuzu bilmek için bilmeliyiz. Hiçbir şey bilmediğimizi söyleyebilmemizin tek yolu her şeyi bilmekten geçiyor. Her şeyi bilmeliyiz ki, bilinecek hiçbir şey kalmadığında ölmeden önce son kez "tüm bildiklerim bir bebeğinki kadar" diyebilelim... Sokrates "hiçbir şey bilmediğini bildiğini" söylediğinde mütevazı değildi, bildiğin cahildi Sokrates. İçten içe cahilliğini bildiği için de kendine yalan söyleyemiyordu. Dürüsttü çünkü. Attika sokaklarında dolaşırken halkın aptallığıyla karşılaşıyor ve şöyle düşünüyordu: "bu insanlar bu kadar aptalsa ben kesin hiçbir şey bilmiyorumdur." Doğruydu, neticede Sokrates’in bir şeyler bildiğini hissetmesi için kendisinden çok bilen birine ihtiyacı vardı. Belli ki rastlamamıştı böyle birine. Kendinden çok bilen birine rastlamadığında "bilgisini" çarpıştıracağı bir ortam da hiç olmadı. Sokrates, "ya bu salaklar arasında ben onlardan daha az salaksam ve tüm olan buysa" diye düşünmüştü. Bu kadar samimi ve müthiş dürüst olduğu için GERÇEKTEN hiçbir şey bilmediğini söyleyebilmişti.

Oysa bugün 3'e vararak hiçbir şey bilmediğini söylemek artık mümkün çünkü öyle ya da böyle sizden çok bilen birileri var ve bunu hep bileceğiniz için gönlünüz rahat. Zaten tüm o düşüncelerinizden sonra hep bir "iyi ama bunlar saçmalık" diye eklediğiniz olmuyor mu? Aslında tüm çabamız "bunlar saçmalık" diyebilmek için her şeyi öğrenmeye çalışmak değil mi? Hayatı negatifleyerek -'değilleyerek'- yaşamamız gerekiyor. Evrenle ilgili bulduğumuz her şeyi boş bir kâğıda yazıyoruz. Yazdığımız kalem uçucu bir maddeden oluşmuş. Siz kâğıda yazılarınızı yazdıktan 20 sn. sonra yazdığınız her şey peşi sıra 20 sn. arayla silinip gidiyor. İşte hayatın anlamı da bu… Hiç yazmamak değil. Silineceğini bile bile yazmak, kilometrelerce uzunluktaki bomboş kâğıdı dünyaya gösterip "bu kadar biliyorum" demek. "İyi ama bomboş bu kâğıt..." "Bomboş evet, çünkü bir bebeğinki kadar biliyorum."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder