Bu Blogda Ara

2 Eylül 2011 Cuma

"bu bilgiler benim mi?"

Bu sorun aslında modern zamanla postmodern zamana sıkışmış bir insanın sorunu. Bu sorun, postmodern dünyaya girmeye çalışırken, eski, modern değerlerin sizi yakanızdan tutup çekmeye çalıştığının belirtisi.
"Bu bilgiler benim mi?"

İşte soru bu. Eskiden, Ortaçağ döneminde bir feodal sistem vardı. Her şey nicelikle ölçülüyordu. Şaşa, gösteriş, azamet her şeyden daha önemliydi. Devasa şatolar, devasa kiliseler vardı. Zenginlik de nicelikseldi. Bir tepeye çıkıp baktığında, karşında duran tüm tarlalar senindi ve bu uçsuz bucaksız arazilerin senin olması, seni "zengin" gösteriyordu. O zamanki zenginliğin maddi karşılığı altınlardı. Kontun şatosunun on odası silme altınla dolu olurdu. Yani her şey sabitti o çağda. Ve bu anlamda bilgi bile sabitti. Bir insan ne kadar çok bildiğiyle ünlenirdi. Örneğin bu anlamda ansiklopedik bilgi en çok işe yarar bilgiydi. Ama dönemin kendinde olduğu gibi, dinamik bilgi yoktu şimdi olduğu gibi. Bilgi size verilir, siz de alırdınız bu bilgiyi. Bilginin kendisinin bir yerlerde bir sandıkta öylece sabit durduğu ve bazı kişilerin bu bilgileri bulup bulup dağıttığı sanılıyordu. O kişiler çok değerli kişiler oluyorlardı, onlara "bilge", "filozof" deniyordu.



Oysa Rönesans, aydınlanma çağı ve sanayi devrimiyle birlikte her şey değişti. Bilgi ayağımıza geldi. Bilgiyi bulmak için aramaya gerek yoktu artık. Ayrıca bilginin kendisinin de bir önemi kalmamıştı. Bilginin üstüne çıkan, analiz sentez yapabilen kişiler değerli olmaya başlamıştı. Çünkü diyelim öğreten kişi size bilgisini sunuyordu, diyordu ki "Türkiye’nin demokratik bir ülke olması gerekiyor". Fakat demokratik bir ülke olunabilmesi için hiçbir şey yapmıyordu. Bilgisi orada öylece duruyor, kımıldamıyordu bile. Bilgisinin üzerine bir şey koymayı beceremiyordu. Bir sosyalist işçilerin sömürüldüğünü söylüyor, ama kendisinin sömürüldüğünü -sevgilisi tarafından- göremiyordu. Çünkü zihniyeti eskiydi. Ona hangi bilgiyi verirsek verelim, tüm bu orijinal bilgiler onun feodal zihniyetinden geçip eciş bücüş bir hale geliyordu.

Önemli olan zihniyetti çünkü. Bilgi de bir işe yaramıyordu. Peki, bilgi işe yaramıyor diye okumamak gerekir mi? elbette hayır. Ama zaten her şey bir metindir. İsmail’in Adorno'dan bahsetmesi bir metindir. Filmler de, reklamlar da, resimler de metindir. Her şey "metinsel" yani "textual"dır. Haliyle bilgi sana her yerden gelmektedir. Eski kafalı biri bilginin sadece kitaptan geldiğini sanır. Oysa bilgi sevgilinden de gelir. Ama kafamız eskiyse kendimizi mutlu hissetmeyiz, çünkü o bilginin bize ait olmadığını düşünürüz. Kendimizi bir asalak gibi görmeye başlarız. Oysa öyle değildir. Bilgi sadece sevgiliden geliyor diye "sevgilimin dediği her şeyi söylüyorum, benim hiçbir fikrim yok" demek, "South Park'ta her şeye gülüyorum, Allah belamı versin" demektir.

Buradaki en önemli kriter körü körüne inanmamaktır. Ben Yasemin Çongar’ı okur ve kadının haklı olup olmadığına kendim karar veririm. Aynı şey Mahçupyan, Belge, Uygar Şirin ve herkes için geçerlidir. Bu kişilerin görüşleri benim zihniyetimden (prizmamdan) geçebildiği anda artık sorun yoktur. O bilgiler benimdir. Post modern dünyada bunun eğlencesi düzenlenmektedir. Baudrillarde "yaşanacak her şey yaşandı, keşfedilecek her şey keşfedildi" demiştir. 1989 yılında, "bu yıldan hoşlanmıyorsanız tarihi 2000 yılına alabiliriz" diye öneride bile bulunmuştur. Postmodernler saf bilginin olmadığını iddia etmişlerdir. Hiçbir bilgi "birinin" değildir. Bütün metinler iç içedir, hepsi birbirinin içine girmiştir. Orijinal fikir yoktur. O orijinal fikrin izini sürsek, der Derrida, taa tarihin başına kadar gideriz. Ve dediğimiz hiçbir şey aslında dediğimiz şey değildir, der Lacan. Her bir cümle, her bir dışavurumda hep içimizdeki Öteki bizimle birlikte konuşur. Seni seviyorum, sevmiyorum da demektir. Sensiz yaşayamam, yaşarım da demektir. Lacan Freud'un aksine ego'yu reddetmiştir. Ego yoktur. Özne bir olup-olmama halidir sadece. Lacan, ÖZNE dil'e girer girmez çizilir, der. Özne hiçbir zaman bütün değildir, dil evrenine -sembolik düzene- girer girmez, bu düzen hemen özneye bir çizik atar. Özne dediğimiz şey hep bu çizikle yaşayandır. Ortadan ikiye bölünmüş bir bütün-olmayandır. Haliyle bu öznesizlik hali orgazm etmeye yeter postmodernleri. Özne yoktur, ego yoktur, yazar yoktur... Bir karnavaldır bu. Her şey oyun, her şey pastiş, her şey eğlence olmuştur postmodern dünyada. Daniel Defoe "Robinson Cruso"yu kendisinden önceki bir yazarın kitabından yürütmüştür. Şeyh galip Mevlana’dan, Mevlana başka birinden yürütmüştür kitaplarını. Cervantes devasa büyük yapıtı Don Kişot'u bildiğin çalmıştır. Fuzuli'nin Ferhat ile Şirin’i, Shakspeare’in oyunları çağının hep anlatılan hikâyelerinin sadece çalınmasıdır. Kutsal kitaplar bile çalıntıdır. Yapılan araştırmalarda bu kitapların hangi kaynaklardan yürütüldüğü teker teker tespit edilmiştir. Haliyle her şeyin olduğu gibi orijinal olduğuna inanmaz PM'ler. Ve bu, kimilerine üzücü gelirken onlar bunu kutsarlar. "Kopyala-yapıştır" eski kafalı hocaların baş düşmanıyken postmodernler buna saygı gösterirler. Bu anlamda en büyük postmodern terim "intertextuality" oldu. "Metinlerarasılık". Tüm postmodern romanlarda bir karnaval vardır. Öykü’nün Öyküsü öyküsünü düşünün. Hem masaldır, hem yol hikâyesidir, hem edebiyat essay'idir... İçinde ikinci yenici şairlerin şiirlerinden alıntılar vardır. Bir masaldır, ama yazarı belli değildir. Bir metindir, ama "bütün" değildir, tıpkı Lacan'ın öznesi gibi yarımdır, tamamlanmamıştır, eksiktir.

Kısacası "kendi fikri olmamak" diye bir şey yoktur. Siz, tek başınıza düşünüp orijinal fikir bile bulsanız, bir gün bir bakarsınız o fikri Montaigne 500 yıl önce söylemiş. Orhan Pamuk, tam sizin içinde bulunduğunuz ruh halinin içinden romanlar yazar. Kişiler romanlarında hep -sizin gibi- kendileri olmak isterler. Kendileri olmak için çılgınlarcasına çabalarlar. Beyaz Kale'de hocayla Venedikli kendileri olabilmek için o kadar çok çabalasalar da en sonunda bunun imkansızlığı ortaya çıkar. Beyaz Kale'de, Kara Kitap'ta, Yeni Hayat'ta tüm başkarakterler bir dönüşüm yaşayıp bir başkasına dönüşürler. Çünkü zaten kendi olmak aslında bir başkası olmaktır. Hoca’nın kendi olmak istemesi her seferinde Venedikliyle yaptığı sohbetler dolayısıyla gittikçe imkânsızlaşır. Bu iki kişi birer metin'seler, sonunda metinlerarası'laşırlar. Ve bu durumu kutsar Orhan Pamuk. Yeter ki Zizek/Lacan'da olduğu gibi, kişi fantezisinin farkında olsun. Farkında olunduğu sürece sorun yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder