Kohlberg, gelişim evrelerini üçe ayırıyor. Gelenek öncesi, geleneksel ve
gelenek sonrası... Gelenek öncesi, bireyin daha çok kendini düşündüğü, kendi
üzerinden hayata baktığı, son derece çıkarcı, bencil kişileri anlatan bir
dönem... Geleneksel dönem ise empatinin harekete geçtiği, kişinin
kendisinden çok başkalarını önemsediği ve toplumun neredeyse tek yasa koyucu
haline geldiği dönem... Post-geleneksel dönem ise hepimizin bildiği demokratik
tutumu anlatan dönem... Şimdi, bunlara bakarken, geleneksel dönemdeki
"kişilerarası uyum" bölümüne dikkat ediyorum. Burada, diyor Kohlberg,
kişi, kendini bir gruba üye yapmak için uğraşır; yani o grupla uyum içinde yaşamak hayatının en
önemli olayı halini alır. İşte... Tam da benim bahsettiğim "klana üye
olmak" bu değil mi? Benim, olaylardan/kişilerden bahsederken sürekli klana
üye olmak örneğini verip durmamın nedeni, Kohlberg’e göre, tüm bu insanların geleneksel
dönemde olmalarından kaynaklanıyor. Ve düşündüğüm zaman şaşılası bir gerçeklik
görüyorum bu savda. Buradan şuraya geçiş yapıyorum.
Aslında gelenek öncesi dönem id. Geleneksel dönem süper-ego. Gelenek sonrası dönem ise ego bütünlüğü… Toplumdaki en büyük sorun teşkil edenler id-merkezli olanlar. Çünkü bu, toplumu tehdit eden marjinaller demek. Zizek'in "sonra gidip kendimize psikopatları, pedofilleri, sapıkları hedef seçiyoruz" derken bahsettiği bu kişilerin id-çıkışlı oldukları malum. Ama id, öylesine gerçek ve öylesine görünen-anlamda-gerçek ki, aslında sorun filan değil. İd, toplumun sadece kendine antagonist yaratma çabasının bir ürünü. Eğer id'ler toplumda olmasaydı, emin olun toplum iflas ederdi. Yani id'lerin topluma hazzını veren kesim olduğunu söyleyebiliriz. Toplum tüm hazzını bu kişiler üzerinden aldığı için aslında bu kişileri seviyor, onları kutsuyor ve onlara tapıyor. Bugün Cem Garipoğlu cinayetinin bize kanıtladığı şey budur.
Burada benim "din" olarak açıkladığım şey de, şuna denk düşüyor. Anakronik din, malum, o kadar görünen-anlamda-gerçek ki, hiç kimseye bir zararı yok. Hepimiz din denilen şeyin saçma olduğunu bilmenin verdiği ego-patlamasıyla mastürbasyon yapmaya devam ediyor ve sabahlara kadar eğleniyoruz. Dolayısıyla gelenek-öncesi dönem nasıl id'e denk düşüyorsa, tüm bunlar aslında "anakronik din"e de denk düşüyor. Bugün hacca gidip şeytan taşlayan biri bir ateist tarafından müthiş eğlenceli bir şekilde komik bulunup aşağılanıyor; yani Ortodoks dindarlar bu insanlara en büyük hazlarını veren id'ler. Dolayısıyla görünen-gerçek, tam tersine göründüğü için topluma bizim bildiğimiz anlamda büyük bir tehdit oluşturmuyorlar. Onlar bize -topluma- müthiş bir eğlence dünyası, bir çeşit 'reality show' yaratıyorlar.
Haliyle gerek gelenek öncesi dönem, gerek id, gerekse Ortodoks İslam; toplum için hiçbir şekilde büyük bir tehdit oluşturmazken; geleneksel dönem, süper-ego ve "asıl din" toplumun asıl büyük sorunu haline geliyor. Bugün psikolojik sorunları incelerseniz bunların çok büyük bir çoğunluğunun toplum-merkezli, yani geleneksel olduğunu görürsünüz. Oysa eline silah alıp üç kadını öldüren katil hemen deşifre oluyor ve toplum tarafından -rahatlıkla- dışlanabiliyor. Toplumsal sorunlar yaşayan süper-ego merkezli kişiler görünüşte hiç sorunlu değiller. Kimseyi öldürmüyor, kimseye tecavüz etmiyor, hırsızlık yapmıyorlar. Dolayısıyla toplum için, toplumun kendi çıkarları için tehdit filan değiller.
Oysa biliyoruz ki, zaten toplum için sorunlu hale gelmememizin nedeni de süper-egonun müthiş bir mimar olmasından kaynaklanıyor. Örneğin çocuğumuz olduğu için karımızı aldatmıyoruz. Sivilcemiz var diye dışarı çıkmıyoruz. Her an yükselebilirim diye patronun ceketini ütülüyoruz. Yaşlanmış annemizin ölmesini istediğimizi kimseye söyleyemiyoruz. Kıllarımız var diye denize giremiyoruz. Komşunun arabası son model diye gece yatarken üzülüyoruz. Çocuğumuza pizza yediremiyoruz diye içimiz kan ağlıyor. Hiçbir kızla sevişemediğimiz için ölesiye mutsuzuz. Karşı daireye kapkara insanlar, Kürtler taşınmış, sinirden çatlayacak gibiyiz. Ama bunların hiçbiri topluma görünen bir zarar vermiyor. Komşularınız, iş arkadaşlarınız, akrabalarınız... Hepsiyle aranız iyi. Herkes birbirine gülümsüyor, herkes mutlu. Gidip toplantının ortasında bağıra bağıra erken boşaldığınızı söyleyemiyorsunuz. Kendinizi kandırma hali, sürekli bastırma hali... İşte bu görünmeyenler sayesinde kendimizi mutlu yaşatmaya devam ediyoruz.
Yani asıl bizi kanser eden, asıl yaşamı bize zehir eden, asıl büyük tehdit biziz, yani toplum! Ve bunlar Cem Garipoğlu'nun Karabulut'un kafasını kesmesi gibi ortaya çıkmıyor. İçimizde binlerce yıl yaşıyor. Oraya yerleşiyor. Orayı çürütüyor. İşte bu anlamda gelenek öncesi dönem (hırsızlık), id (tecavüz), din (namaz kılmak) en büyük sorunumuz olmuyor, çünkü bunlar 7/24 sürekli görünüyorlar. Asıl büyük sorunumuz geleneksel dönem ("buyurun hocam buyurun"), süper-ego ("gel teyze otur") ve asıl din ("ben ateistim") haline geliyor. Çünkü bunlar görünmüyorlar.
Ben buradan, şöyle bir sonuç çıkarıyorum: toplum aslında dinin bizzat kendisi. Dinden nasıl kaçarız diye kafa yoruyorsun. Dinden kaçamıyoruz, çünkü toplum var. Tüm düzen bir çıkışsızlık üzerine kurulmuş bir nevi. Çünkü topluma girmeden yaşama şansımız yok. Topluma girince de ne kadar çabalarsan çabala kız arkadaşın olmuyor. Düşünsenize, sevişemiyorsun. Paran yok. Ve ailen var. Üstelik dil (language) diye bir şey var. Kızla konuşuyorsun, dinin neden saçma olduğunu anlatıyor, "ben ateistim, dinsizim" diyor, sonra köşeden annesi çağırıyor, "pardon annemi görmeliyim" diyor ve gidiyor. İyi ya, din zaten annen senin. Din, toplum. Ancak tek başına yaşayabilen bir kişi dinsiz olabilir belki. Çünkü iki kişinin dahi arasına girebiliyor din. Durkheim'in bir kavramı vardı. Toplum, siz ne yaparsanız yapın, sizi sosyalize ediyor.
O zaman ne yapmalı? Ben her zaman dikotomi kurmaya karşı çıktım. Bir şeyin anti'si olmak, çoğu zaman sonunda o olmaya dönüşüyor. Çoğu zaman dindarla ateistin aynı olması gibi… Ya da şiirde, klasik değerlere karşı çıkıp anlamı yok etmeye çalışıyorsun. Eski şiir çok anlamlı (didaktik) olurken, yeni şiir çok anlamsız oluyor. Aydınlanma’yı reddedip karşı-aydınlanma'yı savunuyorsun vb. bunların bize verdiği hiçbir şey olmuyor ama. Dinden kurtulmak dediğim şey bunların ötesine gitmek, ötesine, yani tekrar onların içine... Bir çember gibi...
Aslında gelenek öncesi dönem id. Geleneksel dönem süper-ego. Gelenek sonrası dönem ise ego bütünlüğü… Toplumdaki en büyük sorun teşkil edenler id-merkezli olanlar. Çünkü bu, toplumu tehdit eden marjinaller demek. Zizek'in "sonra gidip kendimize psikopatları, pedofilleri, sapıkları hedef seçiyoruz" derken bahsettiği bu kişilerin id-çıkışlı oldukları malum. Ama id, öylesine gerçek ve öylesine görünen-anlamda-gerçek ki, aslında sorun filan değil. İd, toplumun sadece kendine antagonist yaratma çabasının bir ürünü. Eğer id'ler toplumda olmasaydı, emin olun toplum iflas ederdi. Yani id'lerin topluma hazzını veren kesim olduğunu söyleyebiliriz. Toplum tüm hazzını bu kişiler üzerinden aldığı için aslında bu kişileri seviyor, onları kutsuyor ve onlara tapıyor. Bugün Cem Garipoğlu cinayetinin bize kanıtladığı şey budur.
Burada benim "din" olarak açıkladığım şey de, şuna denk düşüyor. Anakronik din, malum, o kadar görünen-anlamda-gerçek ki, hiç kimseye bir zararı yok. Hepimiz din denilen şeyin saçma olduğunu bilmenin verdiği ego-patlamasıyla mastürbasyon yapmaya devam ediyor ve sabahlara kadar eğleniyoruz. Dolayısıyla gelenek-öncesi dönem nasıl id'e denk düşüyorsa, tüm bunlar aslında "anakronik din"e de denk düşüyor. Bugün hacca gidip şeytan taşlayan biri bir ateist tarafından müthiş eğlenceli bir şekilde komik bulunup aşağılanıyor; yani Ortodoks dindarlar bu insanlara en büyük hazlarını veren id'ler. Dolayısıyla görünen-gerçek, tam tersine göründüğü için topluma bizim bildiğimiz anlamda büyük bir tehdit oluşturmuyorlar. Onlar bize -topluma- müthiş bir eğlence dünyası, bir çeşit 'reality show' yaratıyorlar.
Haliyle gerek gelenek öncesi dönem, gerek id, gerekse Ortodoks İslam; toplum için hiçbir şekilde büyük bir tehdit oluşturmazken; geleneksel dönem, süper-ego ve "asıl din" toplumun asıl büyük sorunu haline geliyor. Bugün psikolojik sorunları incelerseniz bunların çok büyük bir çoğunluğunun toplum-merkezli, yani geleneksel olduğunu görürsünüz. Oysa eline silah alıp üç kadını öldüren katil hemen deşifre oluyor ve toplum tarafından -rahatlıkla- dışlanabiliyor. Toplumsal sorunlar yaşayan süper-ego merkezli kişiler görünüşte hiç sorunlu değiller. Kimseyi öldürmüyor, kimseye tecavüz etmiyor, hırsızlık yapmıyorlar. Dolayısıyla toplum için, toplumun kendi çıkarları için tehdit filan değiller.
Oysa biliyoruz ki, zaten toplum için sorunlu hale gelmememizin nedeni de süper-egonun müthiş bir mimar olmasından kaynaklanıyor. Örneğin çocuğumuz olduğu için karımızı aldatmıyoruz. Sivilcemiz var diye dışarı çıkmıyoruz. Her an yükselebilirim diye patronun ceketini ütülüyoruz. Yaşlanmış annemizin ölmesini istediğimizi kimseye söyleyemiyoruz. Kıllarımız var diye denize giremiyoruz. Komşunun arabası son model diye gece yatarken üzülüyoruz. Çocuğumuza pizza yediremiyoruz diye içimiz kan ağlıyor. Hiçbir kızla sevişemediğimiz için ölesiye mutsuzuz. Karşı daireye kapkara insanlar, Kürtler taşınmış, sinirden çatlayacak gibiyiz. Ama bunların hiçbiri topluma görünen bir zarar vermiyor. Komşularınız, iş arkadaşlarınız, akrabalarınız... Hepsiyle aranız iyi. Herkes birbirine gülümsüyor, herkes mutlu. Gidip toplantının ortasında bağıra bağıra erken boşaldığınızı söyleyemiyorsunuz. Kendinizi kandırma hali, sürekli bastırma hali... İşte bu görünmeyenler sayesinde kendimizi mutlu yaşatmaya devam ediyoruz.
Yani asıl bizi kanser eden, asıl yaşamı bize zehir eden, asıl büyük tehdit biziz, yani toplum! Ve bunlar Cem Garipoğlu'nun Karabulut'un kafasını kesmesi gibi ortaya çıkmıyor. İçimizde binlerce yıl yaşıyor. Oraya yerleşiyor. Orayı çürütüyor. İşte bu anlamda gelenek öncesi dönem (hırsızlık), id (tecavüz), din (namaz kılmak) en büyük sorunumuz olmuyor, çünkü bunlar 7/24 sürekli görünüyorlar. Asıl büyük sorunumuz geleneksel dönem ("buyurun hocam buyurun"), süper-ego ("gel teyze otur") ve asıl din ("ben ateistim") haline geliyor. Çünkü bunlar görünmüyorlar.
Ben buradan, şöyle bir sonuç çıkarıyorum: toplum aslında dinin bizzat kendisi. Dinden nasıl kaçarız diye kafa yoruyorsun. Dinden kaçamıyoruz, çünkü toplum var. Tüm düzen bir çıkışsızlık üzerine kurulmuş bir nevi. Çünkü topluma girmeden yaşama şansımız yok. Topluma girince de ne kadar çabalarsan çabala kız arkadaşın olmuyor. Düşünsenize, sevişemiyorsun. Paran yok. Ve ailen var. Üstelik dil (language) diye bir şey var. Kızla konuşuyorsun, dinin neden saçma olduğunu anlatıyor, "ben ateistim, dinsizim" diyor, sonra köşeden annesi çağırıyor, "pardon annemi görmeliyim" diyor ve gidiyor. İyi ya, din zaten annen senin. Din, toplum. Ancak tek başına yaşayabilen bir kişi dinsiz olabilir belki. Çünkü iki kişinin dahi arasına girebiliyor din. Durkheim'in bir kavramı vardı. Toplum, siz ne yaparsanız yapın, sizi sosyalize ediyor.
O zaman ne yapmalı? Ben her zaman dikotomi kurmaya karşı çıktım. Bir şeyin anti'si olmak, çoğu zaman sonunda o olmaya dönüşüyor. Çoğu zaman dindarla ateistin aynı olması gibi… Ya da şiirde, klasik değerlere karşı çıkıp anlamı yok etmeye çalışıyorsun. Eski şiir çok anlamlı (didaktik) olurken, yeni şiir çok anlamsız oluyor. Aydınlanma’yı reddedip karşı-aydınlanma'yı savunuyorsun vb. bunların bize verdiği hiçbir şey olmuyor ama. Dinden kurtulmak dediğim şey bunların ötesine gitmek, ötesine, yani tekrar onların içine... Bir çember gibi...
Cantor'un “American Century” kitabında,
Cantor, "Marxism and Left" bölümünde, western Marxist'leri anlatırken
sıra varoluşçulara geliyor. Sartre, Beauvoir, Camus'den bahsediyor. Onların
hayata karşı duruşları, hayatın karşısında pes etmemeleri gerektiğini söyleyen
görüşlerini filan aktarıyor. Pes etmemek. Bildiğiniz gibi, Fransızların asıl etkilendikleri
kişi de Heidegger. Ve kitapta, bu bölümün sonunda Cantor, Heidegger'in bu
varoluşçu Fransızlar hakkındaki görüşünü de veriyor. O bölümü aynen alıyorum:
Heidegger... claiming that his french students had misunderstood phenomenology. Heidegger rejected the idea that the individual had to fight the environment, and claimed that instead one had to negotiate with it. One has to encounter the world, Heidegger thought, but also to respect it, and so arrive at a solution and compromise. He termed the French philosophers neo-romantics rather than phenomenologists.
Bu bölümü dönüp buldum, çünkü dün buna benzer bir şeyi yakaladığımı düşündüm. Heidegger'in bu düşüncesini anlayamıyordum, şimdi Fransızları anlayamıyorum. Yukarıda söylediğim gibi, aslında varoluşçuların tek yaptığı sistemin anti'sini uygulamaktı. Sürekli çabalayıp duran, sürekli hareket eden, sürekli yorgun düşmüş, sürekli bitkindiler varoluşçular, çünkü hayata karşı bir duruşları vardı ve bunu sürdürmek için ellerinden geleni yaptılar. Tek yapmaları gereken şey durmaktı. Böyle bir durumda içinden görüyorsun aslında. Oysa biz hayatın dışından bakmalıyız. Dünyadan kaçamıyorsun çünkü oraya izinsiz atılmışsın. Toplumdan kaçamıyorsun çünkü işin var. O zaman dinden kaçmanın tek yolu dinden kaçmamak. Üstelik Zizek'in dediği gibi, dinden kaçabilirsin, ama aslında din seri katil filmlerinde müthiş yavaş hareket edip karşına çıkan o katiller gibi. Kaçabilirsin, kaçarsın, ama kaçmanın haz verdiğini bilerek. Önemli olan kaçarken bunun bir fantezi olduğunu bilmek. Kaçmak bir zevk, asıl kaçmak hayatın anlamı. Hepimiz kaçıyoruz, oysa Heidegger "kaçtığını" biliyordu. Hem Heidegger'e, hem de Lacan'a göre ölümün ne kadar Real olduğunu bildiğimize göre, kaçmaya ama aslında hiçbir zaman kaçmamaya devam.
Kaçıp-kaçmamaya devam... Bütün mesele bu…
Heidegger... claiming that his french students had misunderstood phenomenology. Heidegger rejected the idea that the individual had to fight the environment, and claimed that instead one had to negotiate with it. One has to encounter the world, Heidegger thought, but also to respect it, and so arrive at a solution and compromise. He termed the French philosophers neo-romantics rather than phenomenologists.
Bu bölümü dönüp buldum, çünkü dün buna benzer bir şeyi yakaladığımı düşündüm. Heidegger'in bu düşüncesini anlayamıyordum, şimdi Fransızları anlayamıyorum. Yukarıda söylediğim gibi, aslında varoluşçuların tek yaptığı sistemin anti'sini uygulamaktı. Sürekli çabalayıp duran, sürekli hareket eden, sürekli yorgun düşmüş, sürekli bitkindiler varoluşçular, çünkü hayata karşı bir duruşları vardı ve bunu sürdürmek için ellerinden geleni yaptılar. Tek yapmaları gereken şey durmaktı. Böyle bir durumda içinden görüyorsun aslında. Oysa biz hayatın dışından bakmalıyız. Dünyadan kaçamıyorsun çünkü oraya izinsiz atılmışsın. Toplumdan kaçamıyorsun çünkü işin var. O zaman dinden kaçmanın tek yolu dinden kaçmamak. Üstelik Zizek'in dediği gibi, dinden kaçabilirsin, ama aslında din seri katil filmlerinde müthiş yavaş hareket edip karşına çıkan o katiller gibi. Kaçabilirsin, kaçarsın, ama kaçmanın haz verdiğini bilerek. Önemli olan kaçarken bunun bir fantezi olduğunu bilmek. Kaçmak bir zevk, asıl kaçmak hayatın anlamı. Hepimiz kaçıyoruz, oysa Heidegger "kaçtığını" biliyordu. Hem Heidegger'e, hem de Lacan'a göre ölümün ne kadar Real olduğunu bildiğimize göre, kaçmaya ama aslında hiçbir zaman kaçmamaya devam.
Kaçıp-kaçmamaya devam... Bütün mesele bu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder