1. isa ile bahar, isa'nın arkadaşının evinde yemek yemekteler. bahar birden -hava müsait olmasa da- "denize girelim mi?" diye soruyor. cevabını bilmesine rağmen soruyor. o kadar ümitsiz. o kadar kopmuş durumda.
2. bahar kabustan uyanıyor ve derin derin nefes alırken, isa okuduğu kitaptan başını yana çevirip, "bahar, yoksa uyuya mı kaldın? aaa, çok tehlikeli, sakın yapma öyle şeyler," tarzında bir cümleyle karısını ne kadar "sevdiğini" gösterip, kitabını okumaya devam ediyor.
lost in translation'dan iki sahne:
1. charlotte ile kocası john uyumaktalar. charlotte'u uyku tutmamış. uzun zamandır uyuyamıyor. ona sorsanız "yabancı" bir şehire geldiğinden. o kadar aciz durumda ki, izleyicinin dahi horladığını duyduğu kocasına, "john... uyanık mısın?" diye soruyor. o kadar ümitsiz. o kadar kopmuş durumda.
2. john tekrar çekimler için aceleyle üstünü başını toplamış, alet edevatı almış, bir hışımla odadan çıkacak ve karısı charlotte'u tekrar kabusvari bir yanlızlığa bırakacak. charlotte üzgün, ümitsiz, sıkılmış... elinde sigara, acele eden kocasına bakıyor. suratında yalancı bir gülüş. tam çıkmadan önce john duruyor ve, "tatlım, sigarayı bırakmalısın, biliyorsun çok zararlı," diyerek karısını ne kadar çok "sevdiğini" gösteriyor... çıkıyor gidiyor.
iki film de bir çok açıdan benzerlik gösteriyor. sahnelerine, diyaloglarına kadar... ilişki içinde yabancılaşma ve genel anlamda hayata yabancılaşma ve sonra ruhun aydınlığı ile aşkın imkansızlığı belli başlı kesişmeler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder